|
|
Selim GÜNDÜZALP |
Kaybolan sevgiler, şimdi neredeler? |
|
Bugün de yine bir başkayım, yine ağlamaklıyım. Coştun yine deli gönlüm, göz yaşım gibi çağlar mısın? Unuttuğumuz o kadar çok şey var ki, biri çıksa da hatırlatsa bunları tek tek… Ağlamak gibi, sevmek gibi, dostluk gibi, vefâ gibi. Hele vefâ, eski İstanbul’da bir semtin adı artık.
Yıllardır aradığım ve bir türlü ulaşamadığım ilkokul öğretmenimi buldum nihayet. Kader karşıma çıkardı. Sevgili anneciğiyle beraber yaşıyorlarmış. Sıhhat ve afiyetteler. Birbirlerine karşı hiç tükenmeyen sevgileri var. Sevgileri dostlar başına.
Severdim öğretmenimi. Çocukça, safça bir sevgiydi bu. Şimdi, bu sabah vakti arayıp, kendisini ne kadar çok sevdiğimi ve adını hiçbir zaman unutmadığımı öğretmenime söylemek istiyorum. Söylemeyip de saklamanın ne mânâsı var? Bir kırk yıl daha beklemeye vakit yeter mi? Bu sabah bir cesaret var içimde, Rabbime şükrediyorum. Yüreğimde ismini ve resmini gördüğüm bütün dostlarıma, gönülden sevdiklerime, tek tek ulaşıp sevgilerimi söylemek istedim.
Ve söyledim de… Oh, dünya varmış. Söyleyememek de ayrı bir azapmış. Kalbimin tam ortasında, günlerdir nasıl bir ağrıydı ki bu, atsan atılmaz, satsan satılmaz. Perişan etti bu duygu beni…
***
ONA SEVDİĞİNİ SÖYLE
Bu derdi içimden atmanın sırrını, sonunda sevgili Peygamberimin (a.s.m.) bir tavsiyesinde buldum.
Bir gün, sahabeden biri gelip; “Yâ Resulallah ben filân kişiyi çok seviyorum” der. Hz. Peygamber “Madem bu kardeşini seviyorsun, niye gidip de ona söylemiyorsun?” Bu tavsiye üzerine o sahabe, adamın yanına varıp, sevgisini açıkça söyler. O da, “Sen gerçekten, beni Allah için sevdiğini söylemeye mi geldin?” der. “Evet sadece bunun için.” der. Adam da, “Allah ne muradın, ne hayrın varsa sana versin.” diye duâ eder.
Bugün odamda dört dönüyorum ama içimde bir rahatlık var. Kararlıyım. Duygularımı susturmak istemiyorum. Gerekeni yapacağım, gönülden sevdiklerimin hepsine sevdiğimi söyleyeceğim. Asla bir eziklik ve bir noksanlık hissetmeyeceğim bunu derken. “Sevdiğimi söylemezsem, bu sevgi beni boğar.” diyen Yunus gibiyim. Sevgisizlikte boğulanları gördükçe, sevgi dolu bir kalbi verdiği için Yaratanıma şükrediyorum.
Herkesin zenginliği kendine göre. Kimi akıl, kimi kalp, kimi ruh, kimi dünya, kimi de ahlâk zengini. Sayısı az da olsa, bazılarında hepsi var.
Dünyamız tehlikeli bir döneme girdi. Bunu hep beraber, yaşıyoruz. Belki de tarihin hiçbir devrinde, bu kadar insan, bu kadar garip bir şekilde ölmemişti. Sebebi belli, sevgisizlikten ölüyorlar. İnsanların kalpleri aç, sevgisiz ve gıdasız kaldıkları için öldürüyorlar. Ölümü hiçe sayıyorlar. Bu kısır döngü, şeytanın bir oyunudur. Farkında bile değiller.
Ey insanlar, ölenler bizden birileri, kardeşlerimiz ölüyorlar. Bir bir gidiyorlar. Hem de sevgilerini söyleyemeden. Bombasız ölümler bunlar, paramparça ediyor insanları. Kalplerinde patlıyor. Sevgimizi söyleyememenin cezasını, çok ağır ödüyoruz. Sevemeyecek kadar özürlü değiliz. Sevilmeyecek kimseler de yok değil. Ama nedense, kalpler birbirini aramaya çıkmıyorlar ve buluşamıyorlar…
Yıktım kalıpları, paramparça ettim bu sabah. Âdeta mayın tarlalarında dolaştım korkusuzca. Ölmedim, yıkılmadım. Kırdım sahteliğin putlarını, samimiyetsizliğin kartondan engellerini. Anladım ki, bu tuzağın da arkasında o varmış. Sevgi fakiri, bilgi ve marifet fakiri, casus şeytan. Defol, sana azap olarak, Allah’ın rahmetinden kovulmuş olman yeter. Bizi o tuzağın içine çekemezsin. Boşuna uğraşma. Rabbimize sığındık, oyununa gelmeyeceğiz. Bin beter ol. Rabbimin rahmetinden uzak ol. Euzübillahi mineşşeytanirracim.
***
Kâinatın yaradılışında ve mayasında sevgi var. Madem ki, yaradılış sebebimiz bu; o Nur ile, o sevgi ile Yüce Yaratanımın eseri olan, her şeyi sevebilirim. Mâni yok. Kâinatın özü, özeti olan bende ve o küçücük kalbimde, her şeyi içine alacak bir sevginin çekirdeği saklanmış.
Hele şefkat yüklü bir sesle, seslenin bakalım birisine. Adını söyleyin bakalım bir defa. Sevginin yaptıramayacağı ne var ki bu dünyada?
Bir sese, kalbinin bütün kapılarını ardına kadar açacak işte o sese, ihtiyacı var insanların. Hz. Peygamber böyle bir sesti işte. Kur’ân da öyleydi. Onun ardında Allah’ın iltifatı vardı. Selâmı vardı Rahman’ın. Kâinatı sarıp sarmalayan, gül goncası gibi kuşatan sevgisi vardı. Bu dünyada bir an bile olsun onsuz yaşanır mı? Ya sevgi olmasaydı. Güneş gibi doğmasaydı her gün üstümüze ne yapardık?
Sevgisiz kalmış kalpler, azap içindeler. Ruhlar unutulmuş, bir kenara terk edilmiş. Dışarıda ne var, ne yok her şeyden bîhaber. Hâlbuki dışarıda hayat var, delikanlı bir bahar, rengârenk meyve sepeti yaz var. İman var. Duâ ve niyaz var. Dipdiri sevgiler var. Ölümsüz aşklar var. Gölgeler dünyasında yaşayan, kalbi kırıklar için binbir müjdeler var. Ah, su bir yükselse, o kuyudan bir çıkabilseler. Yetiş ey gözyaşı imdada yetiş…
SEVGİSİZ KALPLER, ÇİÇEKSİZ BAHÇELER GİBİ
Yakışmıyor hiç. Yakışmıyor bize, insana, kâinatın gözbebeğine. Hani Allah’ın yarattığı bu kâinat onu bilen ve tanıyan bizler içindi? Seccade kadar malı, mülkü olmayan ben, kâinatın Yaratıcısı’na olan inancımla bırakın dünyayı, cennete ve daha da ötelerine sahip olacak, O’nun rızasına erişecek, ulaşacak bir sevginin sahibiydim hani? Ne oldu bana? Elimde delikli bir kalbur, güya deryaları boşaltıyorum, abesle uğraşıyorum. Olmuyor, bir türlü boşalmıyor. Ömrümüz tükeniyor boş işlerin peşinde.
Dillerden hiç düşmüyor, ağızlarda sakız oldu sevgi kelimeciği ama sevginin de bir gerçeği var. Her şeyin olduğu gibi. Bunu göz ardı edince, sevdiğimiz şeylerle problem yaşıyoruz. Allah’ın rahmetine, şefkatine yol bulup gitmeli bu sözcük. Sevgi, muhabbet, aşk, sevda her neyse. Yanlış yerlerde kullanmamalıyız onu. Ama olmuyor nedense. Nefsimizin izinde gidiyoruz. Oysa, Allah için sevmeliyiz. Sermayemizi boş yere tüketmemeliyiz. Yanlış pazarlardan mal aldık, mal sattık. Aldığımız, yığdığımız maldan ise, elde bir eser yok. Kırk yıllık kulluk buğdayımı didiklemiş, aşırmış fareler. Ambar boş, kalpler bomboş. Şimdi yeniden doğmanın, doğrulmanın, kalpleri; Allah sevgisiyle doyurmanın zamanı. Bunu duydum bu sabah. Hiç olmazsa kendimden başlayayım. Gücüm yetmiyor başkasına, nefsimden gayrısına…
Yerinde sarf edilmeyen bir sevginin cezasını ve belâsını dünyada dahi çekiyor kalbim. Ticaretten habersiz acemi tüccar gibi, cam parçalarının peşinde yıllarca elmas diye koştu, koştu da ne oldu? Yoruldu bugün, ihtiyar oldu gönlüm.
Yolumun üzerindeki işaretleri unuttuğum andan beri, bu yolun beni çıkmazlara sürükleyeceği belliydi zaten. Buralarda olmamalıydım. Giriş ve çıkışları karıştırmışım. İstanbul yerine yanlışlıkla Ankara’ya giden yok ama Allah’a giden yolda nedense çıkmazlara saplanan çok. Belli ki Sanatkâr unutulmuş, O’nu bildiren manevî işaretler de anlaşılmaz olmuş. Rahmetli Selahaddin Şimşek’in dediği gibi; “Çoklarının aradıkları doğru idi ama doğrular doğru yerlerde aranmazlarsa bulunmazlar.”
Bir çiçeği çiçek olarak sevmek, koklamak, değildi ki maksat. Bir çiçekten Rabbimizin isimlerine, cemâline ve güzelliğine yol bulacaktık. İşaretler, biz yolcular içindi. Yaratılan ne varsa her şey; çiçekten yıldıza kadar, yapraktan ağaca kadar hepsi Allah’tan bize bir işaretti. Mektuptu. Okuyabilmeliydik mektupları. Okuyabildik mi acaba? Ne gezer… Fânilerden bâkiye yol bulmalıydık. Bu güzelliğin kaynağına ulaşmalıydık. Ayıldık, uyandık derken yine gaflete daldık. Hem de binler defa. Horoz sesleri, köpek ulumaları arasında bir sabah hiç olmazsa bu sabah, şu ezanların davetkâr seslenişi ile, uyan be gönlüm, uyan artık. Uyan da yanlışını gör, yanmadan, pişman olmadan önce uyan artık.
ŞEYTANIN İŞİNİ, KENDİNDEN BİLME
Ey nefsim, ilerde başına gelecekleri bir bilsen. Bu dünyada çektiklerin onların yanında hiç kalır. Geç kalma. Bak, Rahman olan Allah, rahmet kucağını açmış, gitmemizi beklerken, ne diye gecikiriz? Neden böyleyiz anlamıyorum? İbadet desen sonra, sohbet desen yarın, yazmak, okumak desen ileride. Ne varsa hayra dâvet eden her şeyi devamlı öteliyoruz. Uzaklaştırıyoruz kendimizden. Ey nefsim, yarınlarla randevun mu var? Şeytan işte, bu ninnilerle nefsimi uyutmuş, uyumuşum. Uyuduğumdan bile haberim yok. Allah’tan ki, uyandıran dâvetçiler var. Gözlerimi açmam yeterli. Gaflet gözünün perdeleri o kadar kalın ki, perde değil duvar sanki. Ey kalbim, yık şunları bir çırpıda. Açılan delikten, Rahman’ın nuru dolsun içeriye. Katranı pekmez diye yalayan nefsim. Melekût cihetine, iç yüzüne geç de eşyanın, neymiş gerçek sevgi, neymiş gerçek lezzet o zaman daha iyi anlayacaksın. “İnsanlar uykudadır. Ancak ölünce uyanırlar” deniliyor. Uyanışımız mahşere kalmadan uyanmalıyız.
Allah’ım, bir rüyadan bile kısa olan bu dünya hayatına, gaflet uykusuna daldırma beni. Bir sesle, bir nefesle, Habibinle, Sevgilinle, Kur’ân’ınla uyandır beni… Uyandır ki Allah’ım, uyuyanları da uyandırabileyim. Sevgilim, sevgili Rabbim. Daldırma beni karanlıklara, atma sakın yokluğun zindanlarına. Yapamam oralarda, dayanamam. Lütfen çağır beni huzuruna. Al beni ışıl ışıl o gecelerin nuruna. Yüce dâvetinin katına al, çıkar beni bu kuytulardan. Kurtar beni uçurumlardan.
Allah’ım, duâlarım adının anılmaya en lâyık bir zamanda yapılan bir duâ ise, mübarek ayların içindeki Mi’rac sırrı adına düşüncelerime de bir Mi’rac, bir yükseklik nasip et ya Rab. O Mi’rac ki, yücelişin, katına varışın, bütün mekânları geride bırakışın işaretiydi. Peygamberimin, Mi’rac’da Sana getirdiği hediyeyi unutmadım, unutamam.
İşte Mi’rac’ın binbir sırrı içinde, erimişliğin, yok olmuşluğun, şu dakikada bitmiş ve tükenmişliğin adına Allah’ım, doyumsuz duygularımı sonsuz nimetlerinle şereflendir.
Sensin bu kâinatın sultanı. Ebediyetlerin hükümdarı. Kalbimin ve sevgimin sahibi Sensin. Kâinatı ve sevgimi Yaratan… Sevdiklerimi Yaratan. Ne olur ömrümü, bu biricik sermayemi yanlış yollarda tüketmeme izin verme. Yanlış yerlere yönlendirmeye çalışan şeytanımdan ve nefsimden Sana sığınıyorum. Koru beni şerlerinden. Bir meleğinin eliyle, kalbime bir Nur, bir ışık gönder lütfen. Adımlarım yanlışa kaymasın. Bırakma beni, tut elimden.
Peygamberimin (asm) sohbet arkadaşlarının, hayallerini bile israf etmeyen o erişilmez kahramanların, o sönmeyen yıldızların, karanlık dünyamızın kutuplarının adına, Bedir’de, Uhud’da şehit düşenler adına affet. Şehitlerin efendisi, Uhud’un aziz hatırası, Hz. Hamza adına, Sevgili Peygamberimin (asm) onun mübarek cesedine damlayan o mübarek gözyaşları adına affet Allah’ım. Affet ne olur. Yaratılış toprağıma kattığın bu mayanın, bu sevginin hatırına affet. Doğru adrese ulaşamayanlar adına, yanlış sevgilerde boğulanlar adına, sevgisizlik çölünde kaybolup, yitenler adına beni, onları ve bütün duâma katılanları, hepimizi affet.
26.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Asıl şeref ve üstünlük |
|
Atâ bin Ebî Rebah Tabiînden Yemenli büyük bir âlimdi. Halife Abdülmelik döneminde hacca gitmişti. Mekke’de Halifeyle görüştü. Ona bir âlimin şanına yakışır tarzda adaletli davranmak, halkın ihtiyaçlarını karşılamak konusunda öğütlerde bulundu.
Bunu büyük bir olgunlukla karşılayan Halife Abdülmelik, “Ey Ata, öğütlerine uyacağım. Yalnız gördüm ki hep başkalarının ihtiyaçlarından söz edip durdunuz. İyi güzel de, sizin hiç ihtiyacınız yok mu? Kendiniz için de birşeyler istemez misiniz?” dedi.
Atâ bin Ebî Rebah’ın cevabı gayet netti: “Ben” dedi. “Size sadece Müslümanların ihtiyaçlarını arz ettim. Kendi arzu ve ihtiyaçlarımı ise sahibim ve malikim olan Allah’a arz ederim.”
Nice insan makam ve mevki sahiplerinden birşeyler kapmak için etraflarında dört döner. Ama Atâ bin Ebî Rebah değil şundan bundan, sultandan bile birşeyler ummamaktaydı. Bu istiğna, bu gönül tokluğu takdir edilecek bir özellikti. Büyük bir şerefti, faziletti. Herkese, hele âlimlere daha da yakışmaktaydı. Bunu gören Padişah onu tebrik ve takdir etmekten kendini alamadı ve “İşte asıl şeref ve fazilet! Seni yücelten de bu özelliğin değil midir?” dedi.
Her şeyin sahip ve maliki Allah’tır. Allah’a inanan, O’na gönülden bağlanan her şeyi bulabilirdi. Yeter ki O’na yönelsin, O’ndan istesindi. Allah’a kul ve hizmetkâr olan başkalarına tenezzül etmemeliydi. Mektûbat’ta, “Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma. Onlara tezellül edip minnet çekme. Onlara temellûk edip boyun eğme. Onların arkasına düşüp zahmet çekme. Onlardan korkup titreme. Çünkü Sultanı Kâinat birdir. Her şeyin anahtarı O’nun yanında, her şeyin dizgini O’nun elindedir; her şey O’nun emriyle halledilir. O’nu bulsan her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun”1 denilmiyor muydu?
Büyük bir şeref ve üstünlüktü bu. Atâ bin Ebî Rebah da her şeyin anahtarı yanında, her şeyin dizgini elinde olan Allah’tan istiyordu isteklerini, ihtiyaçlarını. Sonsuz güç sahibi Allah yaratıklarının rızkını verir, isterse yoktan yaratır, bağışlar; ummadığı, ulaşamadığı ve eli yetişmediği yerlerden rızıklandırırdı onu. O’ndan başka rızık veren yoktur.
Bu inancı gönlünün derinliklerine nakşeden Atâ bin Ebî Rebah gibiler hiçbir zaman kimseye minnet etmemiş, boyun bükmemiş, Allah’a yönelmesini bilmiş ve huzur dolu bir iklimde yaşamışlardır.
DİPNOTLAR:
1. Mektûbât, s. 219.
26.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kısa cevaplar |
|
Harun Bey: “Ceza çekenler Cehennemden çıkıp Cennete girerlerken alınlarında bir leke, bir iz, bir belirti olacak mıdır?”
Ceza çekenlerin, Cehennemden çıkıp Cennete girdikleri zaman alınlarında bir leke veya bir iz olacağı ve bu kişilerin Cennet ehli tarafından tanınacağı ve bundan dolayı kınanacağı doğru değildir. Cennet mahcup olma, ezilme, yerilme ve kınanma yeri değildir. Günahkârlar gerektiği kadar cezalarını çekmişler, ateşle arınmışlar ve arındıkları için Cennete girmeyi hak etmişlerse, Allah’ın rahmetiyle Cennete girerler. Ve artık Cennette leke ile yaşamazlar. Çünkü bu insanlar var olan lekelerini Cehennemde bırakmışlardır. Günah kirleri kalmamıştır artık. Cenneti, bir kısım insanların suçluluk psikozunu ebediyen alınlarından silemeyeceği bir mekân olarak tanımamalıdır.
Fakat Cehennemden son çıkanlara mahsus olarak Peygamber Efendimiz’in (asm) hadislerinde, “Cenabı Allah nihayet Cehennemde kömüre dönmüş birçok kimseleri çıkarır. Cennetin yolları üzerinde olup hayat nehri adı verilen bir nehre onları daldırır. Bunlar selde çıkan yabanî reyhan tohumları gibi birden gürbüzleşirler… Artık hayat nehrinden boyunlarında halkalar olduğu halde inci gibi güzel olarak çıkarlar. Cennet ahalisi onları o alâmetle tanırlar.”1 Tarzında haberler mevcuttur.
Ne var ki, burada belirtilen halkalar –hâşâ utanç halkaları değil; “günahlarından arınmış olanların inci gibi güzelleşmiş vücutlarına takılan rahmet halkalarıdır”, yani şeref ve süs halkalarıdır. Yani Cehennemden âzâd eden Rab’leri katında değerli olduklarını belgeleyen birer ziynet halkalarıdır.
***
Fırat Bey: “Okunan Kur’an’ın mevtanın ameline etki edeceği meselesinde, ölen kişinin Cehennemlik iken Cennetlik duruma düşmesi söz konusu olabilir mi? Yani bir faninin vefatından sonra arkasından her gün Kur’an okunsa bu kişinin Cehennemlik iken Cennetlik duruma düşmesi mümkün mü?
1 Dua, Allah’ın takdiri tahakküm altına alınırcasına, neticesinin ve sonunun garanti edilmesi talebiyle yapılmaz. Dua yapmak kulun vazifesidir. Dilediği gibi ve hikmeti iktiza ettiği biçimde kabul etmek veya etmemek ise Allah’ın takdirindedir. Biz, Allah’ın takdirini ön şartlarla sınırlayamayız.
2 Ölen kişi, ne kadar günahkâr olursa olsun, Allah’ın kuludur. Biz de Allah’ın kitabını şefaatçi yaparak, şimdi ölmüş bulunan Allah’ın kulunun bağışlanmasını veya azabının hafifletilmesini ya da bir nebze de olsa rahmetle muamele görmesini diliyoruz. Bu bir duadır. Dua yapmak bizim hakkımızdır. Cenabı Hak bizim duamızla ölen kuluna ne derece rahmet eder, onu elbet bilmeyiz; ama Allah’ın rahmetinden umudumuzu kesmeyiz.
3 Bir kişinin ardından Kur’ân okuyup ruhuna bağışlama yapıldığında ve Cenabı Hak’tan mağfiret etmesi istendiğinde, bu kişinin sorgusuz sualsiz tüm günahlarının affedileceğini ve Cehennemlik iken birden bire Cennetlik duruma geleceğini kimse söylemiyor. Şüphesiz bu o kadar basit bir iş değildir. Peygamberlerin korkup titrediği bir mahşerden –çoğu zaman yalnız görüntüde kalan bir okuyup üfleme ile kurtulmak mümkün mü? Bu kişinin mahşerde hesabı tabii ki görülecektir. Üzerinde kul hakkı varsa, Allah hakkı varsa, günahları, isyanları, tuğyanları, zulümleri varsa bunlar şüphesiz sorulacaktır. Ama tüm bu hakikatler, ölen kişinin yakınlarının kendisine dua yapmasına imkân vermeyen, dua kapısını kapayan hakikatler değildir.
4 Bizim duamızla Cenabı Hakk’ın kulunu ne kadar himaye edeceği bizce meçhuldür. Bildiğimiz tek şey var: Dua kapısı açıktır. Bu kapıdan mücrim de, günahkâr da, isyankâr da, itaatkâr da, muttaki de, zâhid de, âbid de girebilir ve yararlanabilir. Allah’ın rahmetine sığınmaya ve ölmüşlerimizi Allah’ın merhametine havale etmeye hiçbir şey engel değildir.
1 Müslim, Îmân, 301
26.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Övgüye değer bir diğer hasletleri |
|
Batı kendisini hasta kabul etmiyor. Şimdilik elindeki teknoloji ile kendisini oyalıyor. Başkalarıyla karşılaştırmalarını da maddeperest bakışla yapıyor ve yanılıyor. Fakat, insanlığı uzun süre aldatmak mümkün değildir. Bu cazibedar kamufle araçları da miadını doldurmak üzeredir ve hakkı aramaya başladı.
Böylece Batı insanı, medyanın bombardımanı altında, gerçeği bulamıyor, en azından kıyaslayamıyor! Hele, bir kısım İslâm ülkelerinde yaşanan menfî hâdiseleri duyunca, bütün bütün aleyhte şartlanıyor ve İslâmiyet öyle zannediliyor!
“Eğer biz İslâmiyetin güzel ahlâkını hal ve hareketlerimizle gösterebilsek, sâir dinlerin tâbileri de grup grup İslâmiyete koşacaklardır” hakikati, mutlak bir realite olarak kendisini gösteriyor.
Batılıların bir diğer övgüye değer özelliği okumaya aşırı düşkün olmalarıdır. Otobüste, trende, tatilde herkesin bir gazete, dergi veya kitap... Eğer ayık iseler, uyku ve diskoteğin elinden zamanlarını kurtarabilmişlerse okuyorlar. Öyle televizyon meraklısı değiller.
Oysa, okumak da Hz. Peygambere (asm) inen ilk âyet, “Oku!” emridir. Bu emir, 3. inen ilk âyetlerin üçüncüsünde tekrarlanır. Yazma ve bilme, bilimin Allah’ın bir lütfu olduğu nazara verilir. Ve bir rivayette inen ikinci sûrenin ilk âyetinde kalem üzerine yemin edilir. Bunun yanında, binlerce yüzlerce âyette okuma, akıl etme, düşünme, tefekkür, araştırma, gözlem nazara verilir ve bunlarla ilgili Kur’ân’da binlerce kelime geçer.
Batılı insanın hasreti
Batıda yaşayanlar bilir. Daha önce de İsviçre, Ortaasya, şimdi Avusturya, Almanya gezisinde de müşahade ettik: Batılıların (gayri müslimlerin) bakışlarında derin bir boşluk, yüz çizgilerinde bir korku ve endişe titreşimleri...
Zenginliğin, maddî refahın zirvesinde yaşayan Batı insanı derin bir manevî boşluk ve kahredici bir bunalımın anaforunda bocalıyor. Sefahet ve sefalet bataklığında çırpındıkça daha da batıyor! Kurtuluş çareleri arıyor.
İşte bu noktada Batı’da yaşayan Müslümanları büyük bir gelecek, bir ganimet, bir müjde ve o nisbette de büyük bir mes’uliyet bekliyor.
Müslümanlar; sefahet ve sefaletin kara delikler gibi yuttuğu bu insanlara el uzatabilir; kurtuluş vesilesi olabilirler. En önemli tebliğ metodu (ki, İslâm tarihi boyunca böyle olmuştur), hal diliyle ve İslâmın ahlâkını yaşayarak örnek olabilir, güzelliklerini gösterebilirler. Bediüzzaman bunu şöyle formülleştirir:
Eğer biz ahlâkı İslâmiyenin ve hakaikı îmaniyenin kemalatını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tabîleri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler.”
İşte başta Türkler olmak üzere, sair Müslümanlar, İslâmiyetin özelliklerini, güzelliklerini yaşayarak; aralayış içinde olanlara gösterebilirler. Böylece fikir hürriyeti ve hakikati araştırma meylinin uyandığı Batılı insanlara sonsuz hayatlarının can simidi olabilirler.
26.07.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Birikmiş konular |
|
Geçtiğimiz haftanın birkaç gününü Emirdağ taraflarında geçirdik. Yazın alabildiğine kalabalıklaşan ilçe merkezini gezdik, aynı manzaranın yaşandığı bazı köylerini dolaştık. Üstad Bediüzzaman'ı gören, duyan veya bizzat hizmetinde bulunanlarla görüşüp sohbet ettik. Röportajlar yaptık. Orijinal tesbitlerde bulunduk ve bunlardan son derece önemli dersler, hikmet dolu mesajlar çıkardık. Topladığımız bilgi ve belgeleri bu hatıralarla da harman ederek, inşaallah yakın zamanda size takdim etmeye çalışırız.
HABİBE ANA
Haziran ayında birkaç yazıyla onlardan bahsettiğimiz Son Şahitler'den Dr. Asaf Dişçi'nin 77 yaşındaki kazı Habibe Ana ile evlâd û ıyâlinin durumunu merak edip soran aziz okuyucularımız var.
Özetle, onların durumları büyük ölçüde düzeldi. Rahmet kapıları birbiri ardına açılmaya başladı. Hayırseverler yardımlarına koştu. Onlar için mütevazı çapta bir cafe–restorant açıldı. Şu anda bütün aile efradı gücünü birleştirmiş vaziyette burada çalışıyor. Birkaç ay sonra inşaallah yeni evlerine kavuşacaklar. Bir miktar borca girdiler; ancak, Allah'ın inayetiyle bunun da üstesinden gelmeye çalışırlar.
HUTUVAT–I SİTTE
Daha evvelki bir yazımızda, Üstad Bediüzzaman'ın gizlice tabedilen Hutuvat–ı Sitte isimli eserinin 1918 yılı sonlarında basılmış olabileceğinden söz etmiştik. İzmir'den muhterem Bilal Tunç ağabeyimiz, Üstad'ın aşağıdaki ifadesine istinaden bu eserin İstanbul'un fiilî işgal tarihi olan 16 Mart 1920'ten sonra telif edildiği ihtimalinin daha kuvvetli olduğunu söylüyor. Üstad'ın bahis konusu ifadesi şöyle: “.. Yunan'ın galebesine ve Harekât–ı Milliye'nin mağlubiyetine zemin hazırladığı bir sırada, İngiliz ve Yunan aleyhinde Hutuvât–ı Sitte eserimi Eşref Edib'in gayretiyle tab' ve neşretmek ile, o kumandanın dehşetli planını kıran ve...”
M. ESAT BOZKURT
Diyarbakır'dan muhterem Av. M. Sıraç Anık, daha evvelki bir yazımızda ismi geçen eski bakanlardan M. Esat Bozkurt'un bazı menfî tutumlarına rağmen iyi bir hukukçu olduğunu ve bilhassa 163. maddenin, iki veya daha fazla kişinin bir araya gelip dinî sohbet yapmalarının yasak kapsamında tutulmaması yönünde açıklamaları bulunduğunu ifade ediyorlar.
Bizleri dikkatle takip ederek bu gibi tashih ve tasrihlerde bulunan ağabey ve kardeşlerimize teşekkür ediyor, saygılarımızı sunuyoruz.
Tarihin yorumu = 26 Temmuz 1925
Latife Hanımın kararan dünyası
Latife Hanım ile M. Kemal, aralarında geçen mahiyeti meçhûl tartışmalar sebebiyle ayrılmanın eşiğine geldiler.
Onları daha evvelki boşanma niyet ve teşebbüslerinden vazgeçiren başyaver Salih Bozok da, yaşanan son sıkıntıyı aşamayacağını anlayarak sessiz ve hareketsiz kaldı. Neticede, iki buçuk yıllık evlilik hayatları sona erdi ve Latife Hanım baba ocağı olan İzmir'e gönderildi. Resmî boşanma haberi ise, 5 Ağustos 1925'te radyodan bir "hükümet bildirisi" olarak yayınlandı.
Böylelikle, Latife Hanım için—kendi tâbiriyle—karanlık ve yoksuzluklar içinde geçecek çileli yeni bir hayat devresi başlamış oldu. Sır perdesiyle hâlâ örtülü vaziyette tutulan bu çileli hayat, tam 50 sene sürdü.
"ŞEREFLİ KARANLIK"
Latife Hanım, yalnızlık yıllarında başyaver Salih Bozok'a yazdığı bir mektupta ("Bozok Anlatıyor", Doğan K. 2001) yaşadığı hayatı şu sözlerle özetliyor: "Karanlık, şerefli bir karanlık..."
Yine, Cumhurbaşkanı İsmet Paşanın eşi Mevhibe Hanıma 22 Ekim 1947'de İstanbul'dan yazdığı bir mektubu var ki, buradaki ifadeleri onun nasıl bir hayatı yaşamaya mecbur bırakıldığını yansıtıyor. İşte, kendisine Amerika'dan mektup yazan Ömer İnönü'nün doğum günlerini hatırlamakla başlayan hasret ve sitem yüklü ifadeleri:
"Pek muhterem hanımefendi, canım kardeşim Mevhibe. Oğlunuz Ömer'in mini mini kundaklı hali ve benim onu kalbime bastırırken içimde ilk defa uyanan (altını çizmiş) annelik ihtiyacı hatıramda canlandı. Onlar neşe ve ümit dolu (1923–24) günlerdi. Kısa bir zaman içinde bütün emellerim, ihtiyaçlarım hatta insanlık ve vatandaşlık haklarım birer birer sararıp solarak sonbahar yaprakları gibi yerlere saçıldı. Hiç kimsenin anlamadığı nice yoksuzluklarla boğuştuğum bu acı günleri düşündüm. Ve bu müddet zarfında sizin samimi şefkat ve alakanızın benim biricik desteğim olduğunu bir kere daha hissettim. Gayr–i ihtiyari gözlerim yaşardı. Beni daima olduğum gibi gören ve anlayan güzel kardeşim. Allah sizden razı olsun." (www.candundar.com.tr)
LATİFE HANIMIN VASİYETİ
Yaklaşık iki buçuk yıl kadar M. Kemal ile evli kalan ve daha sona boşanmaları Bakanlar Kurulu kararıyla uygun görülen Uşşakizade Latife Hanım, 12 Temmuz 1975'te İstanbul'da vefat etti.
Latife Hanımın evliliği ve boşanma hadisesi gibi, yalnızlık ve gözetim altında geçen son elli yıllık hayatı da nice sırlarla örülü şekilde geçti. Onun, vefatından önce yazdığı ve noterlikçe kayıt altına almış olduğu vasiyetine bile maalesef uyulmadı. Vasiyetinde, öldükten 25 sene sonra nice bilgi, belge ve hatıra notlarını içine alan özel arşivinin açılmasını istiyordu. Ancak, onun bu vasiyeti yerine getirilmedi.
Halen Türk Tarih Kurumunun elinde bulunan bu özel arşivin içinde nelerin yer aldığı ve niçin açılmak istenmediği de bilinmiyor.
Oysa, M. Kemal'in hayatı ve hatıraları ile ilgili ne varsa resmî şahıs ve kurumlarca seve seve açıklanıyordu. Latife Hanımın notları ise, çarpıcı bir istisna teşkil etti. Tabii, bu da merakları iyiden iyiye kamçılamış oldu. Şimdi hemen herkes "Latife Hanım, acaba neler yazmış ve bizim bilmediğimiz ne gibi olaylara tanık olmuş diye" merak edip duruyor.
26.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
S. Bahattin YAŞAR |
ŞÜKÜRLER OLSUN! |
|
Okuma programı meyveleri
Bu yıla iki farklı mekânda ve iki farklı ayda 11’er günlük iki farklı okuma programına katılmak nasip oldu.
Bu programlara eşimle birlikte katıldık. Zaten gazetemizde de serüven yer aldı. Bu benim ve eşim için tam bir şükür vesilesi. Aynı zamanda ailemiz için de bir şükür vesilesi. Çünkü prog- ramın etkisini günlerce, aylarca evimizde hissediyoruz.
Hatta risâle okumalarımızda yeni yeni sayfalar açılıyor. Okuma programlarının hayata kattığı ivme apaçık hissediliyor.
Her okuma programı sonrasında, gittiğimiz mekândaki dostlarla program sonrası da muhabbetimizi geliştirdik.
11 günlük ‘Almanya’da Risâle-i Nur günleri’ programımız sonrasında gerek şahsıma ve gerekse eşime pek çok dostlardan telefonların gelmesi, programımızın ayrı bir sonucu olarak hayatımıza yansıyordu.
Yeni duâ edecek ve duâ edilecek dost sayısını arttırmak oldukça güzel bir duygu.
Gustavsburg’lu Nur talebelerinden Hasan Sinan kardeşle olan mailleşmelerimiz, bize orijinal pencereler açıyor.
Her Nur talebesi, istifade edilecek yeni pencereler anlamına geliyor.
‘Güneydoğu’dan Karadeniz’e Okuma Hattı’ adı verilen 11 günlük okuma programımız sonrasında da pek çok dostlardan tebrik telefonlarıyla birlikte duâlar aldık. Özellikle programa katılan kardeşlerimizin yaptıkları duâlar bu programların ne kadar büyük bir ihtiyacı karşıladığını gösteriyor.
Bu program neticesinde de pek çok yeni dostlar kazandık.
Özellikle Hemşin-Bilen’deki kahraman Şükran Ablanın duâsını alabilmek oldukça büyük bir mazhariyet. Şükran Abla ile programdan 15 gün geçtikten sonra, gazetede yayınlanan gezi yazımızın bilgisini kendisine vermek üzere, telefon açtığımızda, yine dilinden taptaze duâlar dökülmekteydi.
İbretli kareler
‘Güneydoğu’dan Karadeniz’e okuma hattı’ yazı dizisinde de geçtiği üzere, bu programımıza katılan kardeşlerden çoğu ilk kez böyle bir organize içerisinde idiler.
Ama program bitip evlere döndüğümüzde, gerek aile büyükleriyle yaptıkları değerlendirmelerde ve gerekse kendilerinin bize yaptıkları geri bildirimlerinde oldukça sevindirici notlar vardı.
Zaten programın meyveleri program sonrasındaki, programa katılan kardeşlerin hayatlarındaki değişikliklerde olacaktı.
Bunlardan bazılarını sizlerle paylaşmak istiyorum.
Urfa’ya döndüğümüz saatlerde henüz sabah namazına bir saat kadar vardı. “Acaba kaç kişi sabah namazını bekleyip, namazı kıldıktan sonra, yatmıştır diye aklımızdan geçmedi değil.” Ertesi sabah bizi arayan Bilal Kardeşin, ‘hocam sabahleyin eve geldiğimde biraz bekleyip namazı kıldıktan sonra…’ cümlesi beni oldukça duygulandırdı.
Diğer taraftan programa katılan arkadaşlardan İbrahim H. Benek kardeşimin, programdan sonra günler geçmesine rağmen telefon görüşmelerimizin sürekli devam etmesi ve namazlarla ilgili, risâlelerle ilgili sohbetlerin yapılması beni çok mutlu etti.
Program vesilesiyle tanıştığımız kaptanlarımızdan Adem Bey ve Mahmut Bey ile olan irtibatımızın sürmesi ayrı bir sevinç vesilesi.
Bu mesaja kulak verin!
Kaptan Adem’den mesaj var. Kaptanlarımızdan daha önce bahsetmiştim. Risâle-i Nur okuma programımız boyunca 11 gün bizimle birlikte oldular. Programımıza eşlik ettiler. Risâle-i Nurlarla tanıştılar.
Şimdi de sohbetlerimize katılmak üzere kendi istekleri çerçevesinde söz verdiler. Hatta kaptan Mahmut Bey, liseye giden oğlunu bizimle tanıştırma ve sohbetlere gitme konusunda konuşacağını ifade etti.
Kaptan Adem Bey ise, programımız içerisinde namazlarını düzenli kılmaya başlamıştı. Ve o da kendisi namazları düzenli kılma konusunda söz vermişti.
Şimdi de onlardan güzel haberler gelmeye başladı.
Gezi yazımızın yayınlandığı günlerde kaptan Adem Beye haber veriyorum.
Hemen gidip Yeni Asya gazetesini alıyor, okuyor ve biraz sonra bana mesaj geliyor. Telefondaki mesajı okuyunca göz yaşlarımı tutamadım.
Mesajı olduğu gibi sizlerle paylaşıyorum.
“Hocam, gazeteyi aldım, okudum. Çok güzel, harika bir şekilde yorumlamışsınız. Ve ben hâlâ namazıma devam ediyorum. O günden beri her gün beş vakit kılıyorum. Sebep olduğunuz için teşekkürler. Kendinize iyi bakın. Nur talebesi Adem.”
İşte programlarda bu sonuçlar da ortaya çıkıyor.
İşte bu haberler için her türlü zorluk, sıkıntı ve problemler de olsa, okuma programlarına katılmaya değer.
Okuma programlarında okuyanların aydınlandığı kadar, okuyanlarla ilgili olanlar da aydınlanıyor. Çünkü okunan Kur’ân aydınlığıdır.
Kaptan Adem Beyin, ‘Nur talebesi Adem notu’ beni çok duygulandırdı. Adem Beye duâlar ettim.
Yeni programlarda kaptanlarımız artık belli oldu.
Bu programlara sürekli ihtiyaç var
Bu programlara en fazla bizim ihtiyacımız olduğu için Rabbimiz bize nasip ediyor diye düşünüyoruz.
İhtiyacımızı ve nasibimizi kesmesin Rabbim.
Okuma programlarına bizleri nasip ettiği için Rabbimize ne kadar şükretsek azdır.
Ben şimdi anlıyorum ki, her yıl en az mutlaka bir kez okuma programına katılmak gerekiyor. Kişinin yaşı, işi, hayat şartları ne olursa olsun, yıllık en az bir kere okuma programına katılması hayat için bir zorunluluk.
Yoksa yıpranma insanı bitiriyor.
Okuma programı yıllık bakım gibi bir şey
Risâle-i Nur okuma programı, Nur hareketinin bir ritüeli.
Bu ritüel, asra da en uygun bir hayat tarzı.
Okuyan, düşünen, tutarlı insan modeli ancak okumakla mümkündür. ‘Cehalet, zaruret, ihtilâf’ hastalıkları ancak okumakla tedavi edilecektir. Cehalet, marifet’le; zaruret, san'atla; ihtilâf ise ittifak ile aşılacaktır.
Bu asra en uygun bir hayat modeli olarak, Nur hareketi yakın gelecekte çok ciddî araştırma ve incelemelerin konusu olacaktır. Yarın bu modelimizi, Batılılar alıp yaşamaya kalkarlarsa şaşmayın. Zaten onlarda okumak var. Bir de bu okumaklar ‘Nur’lar olursa, sonuca ulaşılır.
Bu yazıyı kaptan Adem’den mesajın geldiği aynı dakikalarda kaleme alıyorum. Yaz sıcağında gerçekleşen sonuçlar karşısında sevinçler içerisindeyim. Aslında demek istediğim şey şu; pek çok kaptan Ademler, pek çok Bilaller, pek çok İbrahim Haliller bizi bekliyor. Yeter ki bizler bir şeyler yapabilelim. Adımlar atabilelim.
Niyetler bile mucizevârî sonuçlar doğuruyor.
Hiçbir adım, maddî ve manevî neticesiz değil.
Biz şimdiden seneye yapacağımız okuma programının muhtevasını ve gidilecek mekânın neresi olması gerektiği üzerinde düşünüyoruz.
Siz, hangi şehre, risâle okuma programına katılacaksınız düşündünüz mü?
26.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Habib FİDAN |
Taziye edebiyatı |
|
Günlük hayatın koşuşturması içinde, insan genelde kendini dinleme imkânı bulamıyor. Hayat, düşünce, yaşantı, toplumsal hayat gibi çeşitli meseleler genelde bir yalnızlık ânında, bir yağmur misali insanı yakalayıverir. Başka bir deyişle, kendisini yalnız hissettiği bir zamanda, o amansız hesaplaşma güdüsü onu pençesine alıverir. İşte bu, “takke düştü kel göründü” deyişinin resmidir.
Şüphesiz, bu yalnızlık anları kişiden kişiye değişir ve özellikle de edebiyatçı, san’atçı kimliği olan ve kültürel faaliyetler içinde bulunanlar bunu daha derinden, içleri kanarcasına hissederler. O an iç ve dış ilişkiler bütün çıplaklığıyla meydana dökülüverir de, mantığın soğuk demir parmaklıklarından kurtulan duygular, gönül tahtından kanatlanarak âlemi duyumsarlar. Ben de bugünlerde bu duygular içindeyim. Hele ki, son bir iki ay içinde kültür-edebiyat-san’at camiasında meydana gelen ölümler ve bu ölümlerle ancak “taziye edebiyatı” nev’înden hatırlayabildiğimiz bu önemli şahsiyetler, içimde garip bir eziklik duygusu yaşatıyor.
Söz gelimi ünlü eleştirmen Fethi Naci’nin ölümü… İlânlara bakarsanız, Fethi Naci’nin (İsmail Naci Kalpakçıoğlu) ölümü şok etkisine sebep olmuş. Sormak lâzım: Nasıl bir şok acaba? Yani ölümüne kadar ona gereken değer verilip edebiyat bölümlerinde derslerde kendisinden örnekler alındı ve yaptıklarıyla toplumsal öneme hep sahip oldu da o yüzden mi şoka sebep olmuş ölümü? Elbette hayır. Bu, sadece “dostlar alış verişte görsün” düşüncesinin sırıtmasından başka bir şey değil. Durum, Fethi Naci’nin “Gücünü Yitiren Edebiyat” eserinin belirttiği acı gerçeklikten başka bir şey değil. Dahası, gittikçe sözel kültür ve dahi bunun son dönemdeki yansıması dijital kültürün sığ limanlarından zevk alan ve esaslı bir kültür ve san’at faaliyetlerine yabancılaşan, neredeyse bir sayfalık yazıyı okumaktan âciz olan yığınlara dönüşümün getirdiği bir “kitap” medeniyetinden “hipap” anarşisine geçişin ortaya çıkardığı bir tablodan öte bir şey değil bu durum.
Günümüzde Nihad Sami Banarlı’nın, “Kitaplar, Niçin okudum sizi? / Siz ki göstermediniz / Bana, saadetlerin çalkandığı denizi... / Niçin kitaplar, niçin? / Hangi sahifenizi / Muskalaştırmalıydım? / Murada ermek için / Ve bir gün görmek için” diye yazıp levhalaştırdığı şiirindeki ıztırabı duymayan bir kültür, edebiyat ve san’at işçisi var mı acaba? Evet, Prof. Dr. Mahmut Kaplan’ın “Öksüz Kubbe Bomboş” şiirinde belirttiği, “Bülbül visal rüyalarında baygın / Gölgeler büyüdü sularda / Alev sardı gönüllerde yangın / Döküldü gözyaşları art arda” türünden duygular, bana edebiyat dünyasının içine düştüğü terk edilmişlik manzarasını hatırlatır. Örnek mi istersiniz, “sanatalemi.net” sitesinde değerli edebiyatçı-yazar Mehmet Nuri Yardım’ın verdiği “Neclâ Pekolcay vefat etmiş, duyan var mı?” başlıklı habere bakın: “San’at dünyamızın Haziran-Temmuz aylarındaki yaprak dökümünün en hüzünlüsü Doç. Dr. Neclâ Pekolcay’ınki idi diyebilirim. Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi emekli öğretim üyelerinden, İslâmî Türk Edebiyatı kürsüsü kurucusu olan, edebiyat tarihçisi Neclâ Pekolcay 83 yaşındaydı. İlk kadın akademisyenlerimizdendi ve ne yazık ki kaybı, edebiyat san’at çevrelerinde pek duyulmadı. Basında hakkettiği yeri almadı (Yeni Asya değindi, H. F). Sessiz sedasız bir şekilde ebediyete göç etti. Haftalar sonra bu elim vefatı duyanlar ‘Aaa, ne zaman vefat etti, hiç haberimiz olmadı.’ dediler. Haklılar, çünkü yakın çevresi ne yazık ki, bu ölümü duyuramamıştı. Sadece bir iki gazetede kısaca yer aldı, hepsi o kadar… Cenazesinde yetiştirdiği birçok talebenin bulunmaması dikkat çekti.”
Kim bilir, bu değer anarşisi içinde hayattayken emeğinin karşılığını alamayan ve dimağında vefasızlığın doğurduğu acı bir tadı ve sessiz çığlığıyla hayata gözlerini yuman daha nice Necla Pekolcaylar, Erdem Beyazıtlar, Fethi Naciler, Dilaver Cebeciler vardır.
Bu sesi duyan var mı?
26.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Rifat OKYAY |
YÜZSÜZLÜĞÜMÜZÜ GÖRMEK!.. |
|
Nefis ve şeytanımızı susturabildik onları terbiye edebildiysek; bağıra bağıra, başkalara değil yine kendi nefis ve şeytanımıza: Ben hak yolunda, Kur’ân yolunda, İslâmiyet yolunda size rağmen şu şu iyilikleri, doğrulukları yaptım, şu faaliyetleri gerçekleştirdim diye müjdeli haberleri yüksek perdeden ilân edebiliriz. İşte o zaman demek ki nefsimiz devamlı, metanetli, meşakkatli ve meyveli bir sabıra, tevekküle erişebilmiş oluyor…Başkalarına seslenmekte, duyurmakta bunu ilânen duyurmakta bir mahzur kalmıyor.
Nefis ve şeytanın oyun içindeki oyununa uyupta, başkalarının aferim ve şakşakları karşısında ayaklarımızı yerden kesip, pohpohların denizinde sahil-i selâmeti aramaya kalkarsak daha başından; hizmet ve sabır zincirinin başından, teslim bayrağını yine nefis ve şeytanımıza kendi elimizle vermiş oluruz.
Gelin bizi eleştirin, beni eleştirin diyerek yine şeytanın dessas bir oyunu ile bayraklaşan nefis ve enemize istediği yolda sadece duymak istediği mefahirlerimizi, istediğimiz övgüleri, iyiliklerimizi tadat ettirmeyelim, saydırmayalım… Çünkü yine evvela biz bu tatlı nağmelerin altında kalıp, ezilip büzülecek ve toprak yediğimiz yüzümüzde yüzsüzlüğümüzü göreceğiz.
Şimdi maziye bakmak, gerilere gitmek, ah-u vahlarla geçmişte yaptığımız yapamadığımız işlerle uğraşmaktansa, “keşke şöyle olsaydı, keşke böyle olsaydı, keşke yapsaydım, keşke yapmasaydım…” gibi birazda boş zaman geçirmekle uğraştıracak işlerden ise tek kelime ile dersimi aldım deyip, yaşadığımız zamana bakmak, hatta ilerlere bakmak ve bunun hazırlıklarında bulunmak her halükârda evlâdır, iyidir, tercih edilir ve edilmelidirde.
İleriye dönük olsun ama belki, belki muhtemel, muhtemel gibi değil; iman ettiğimiz ve inançlarımız noktasından istediğimiz şekilde, tarzda ve muhakkak kesin olacakmış gibi olsun. Yani bize düşen nefis ve şeytanımıza uymamak, onların isteklerini yapmamak noktasında her şeyi yaptıktan, her tedbiri aldıktan, kapıyı çaldıktan sonra emin olarak vazifemizin bittiğine inanmalıyız. Sonra sabır ve rıza ve metanet denilen köşemizde edeple, haya ile, ümit ile bekleyebilmeliyiz. Kader penceresinden bakıp nasip olacak veya red olacak her hale razı gelmeliyiz…Rabbimiz karşısında, huzurunda bükülen boyunların atiyyesi yine O'ndan gelecektir İnşallah…
26.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Hürriyete hitap |
|
23 Temmuz, İkinci Meşrutiyetin ilânının 100. yıldönümüydü. 26 Temmuz ise ondan üç gün sonra Sultanahmet meydanında gerçekleşen ve Üstad Bediüzzaman’ın da “Hürriyete hitap” başlıklı konuşmasını yaptığı mitingin 100. yıldönümü.
Üstadın, bilâhare Selânik’te yapılan mitingde de tekrarladığı, ardından metnini Nutuk isimli kitabında yayınladığı ve yıllar sonra da Divan-ı Harb-i Örfî eserinin sonuna koyduğu bu hitabe şu günlerde de dikkatle okunup derinlemesine tahlil edilmesi gereken önemli mesajlar taşıyor.
Vatan evlâtlarına yaptığı “Hürriyeti su-i tefsir etmeyiniz (yanlış yorumlamayınız), tâ elimizden kaçmasın ve müteaffin (kokuşmuş) olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın” uyarısı bu enteresan mesajlarından yalnızca biri.
Ve metnin 1950’den sonraki tekrar neşrinde bu cümlenin altına koyduğu ilginç haşiye de:
“Evet, daha dehşetli bir istibdat ile, pek acı ve zehirli bir esareti bize içirdiler.” (D.H.Ö., s. 77)
Peki, hürriyetin doğru yorumu ne? Said Nursî hürriyetin kurallara ve şeriatın âdâbına uymak ve güzel ahlâkla tahakkuk edip neşvünema bulacağını ifade ederek bunun ölçüsünü veriyor.
“Hürriyet-i şer’iye” tabiri de bunun ifadesi.
Bu çerçevenin dışına çıkan, sefahet, gayrimeşru lezzetler, israflar, tecavüzler ve nefsin isteklerine uymada serbestiyet şeklinde algılanıp öyle uygulanan bir hürriyet anlayışının ise milleti çocuk ve sefih durumuna düşürüp, eski esarete müstehak olduğunu ve gerçek hürriyete lâyık olmadığını göstermek suretiyle, alçakların istibdat ve esareti altına sokacağını söylüyor Üstad.
Demokrasinin ancak ahlâklı, kültürlü, iç disipline sahip toplumlarda yaşama ve gelişme imkânı bulması; buna karşılık dikta ve darbe rejimlerinde toplumsal ahlâkın hızla bozulup dejenere olması bu tesbitleri doğrulayan vakıalar.
Baskı rejimleri, insanları ikiyüzlü olmaya olmaya zorlamak, devletin işleyişinde ve gerek kurumsal, gerekse toplumsal ilişkilerde şeffaflıktan uzak kapalı devre bir sistemi hakim kılarak her türlü yolsuzluk ve yozlaşmaya zemin hazırlamak gibi sonuçlarıyla ahlâkî değerleri çürütüyor.
Müstehcen neşriyatın en çok askerî darbe dönemlerinde gelişmesi de tipik örneklerden biri.
Beşinci Şua’da “Süfyan”ın tahribatı anlatılırken yapılan izahlar, bu bağlamda dikkat çekici:
“Serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak, hürmet ve merhalet gibi nuranî zincirleri çözer; hevesat-ı müteaffine (kokuşmuş hevesler) bataklığında birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve ayn-ı istibdat bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar gayet şiddetli bir istibdattan başka zabt altına alınamaz.” (Şuâlar, 512)
Onun için Üstad hürriyete hitabında diyor ki:
“Bu inkılâp, doğurduğu hürriyeti eğer meşveret-i şer’iyenin terbiyesine verse, bu milletin eski satvet ve kuvvetini ihya edecektir. Eğer veba-yı ağraz-ı şahsiyeye müsadif olsa (veba gibi yayılan şahsî garaz hastalığına yakalansa), istibdad-ı mutlaka dönecek, o çocuk (hürriyet) ölecek.”
Demek ki, bu çerçevede tarifi yapılmamış, ahlâkî ölçülerle sınırları tayin edilmemiş bir hürriyetin, her hal ve şartta, soyut bir kavram olarak dahi uzun ömürlü olabilmesi mümkün değil.
Kayıtsız şartsız, hele nefsin arzu ve isteklerine teslimiyet anlamındaki bir “hürriyet” anlayışının getireceği sonuç ise, ürettiği anarşi ve kaosu kontrol altına alma bahanesiyle istibdadın kendisini yine tahkim etme fırsatı bulması oluyor.
İkinci Meşrutiyetle farklı bir virajı alan demokratikleşme sürecinin bir türlü rayına oturamaması ve birbirini izleyen farklı istibdat versiyonlarıyla sürekli kesintiye uğraması bundan.
Onun için, 100 yıl önce “İsrafil’in surunun ölmüşleri dirilten sesi”ne benzettiği hürriyet ve adaletin milleti tekrar hayatlandırdığını belirten Üstadın, “Sakın, sefahet ve lâubaliliklerle tekrar öldürmeyiniz” ikazı bugün de önemini koruyor.
26.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Esnafın derdi büyük |
|
Ülke gündemi AKP hakkında açılan kapatma dâvâsı ve Ergenekon soruşturmalarıyla meşgul olurken, küçük esnafın sıkıntısı her geçen gün biraz daha artıyor. Halk tabiriyle ‘bıçak’ kemiğe dayandı. En büyük sıkıntı, piyasada paranın dolaşmaması. Herkes yarın ne olur endişesi yaşıyor.
Aslında Türkiye’nin tarihî darbeler ve ekonomik krizlerle dolu. Tarihimizin, ekonomik krizlerle dolu olmasının bir sebebi de yine darbeler olsa gerek. Çünkü her darbe, Türkiye’yi ekonomik ve siyasî anlamda geri götürdü. Bu konuda ihtilâf yok, sadece darbelerin toplamda Türkiye’yi kaç yıl geri götürdüğü tartışılabilir.
Perşembe günü tamamı ‘küçük esnaf’ olan bir dizi ziyaret gerçekleştirme imkânı bulduk. Ziyaret ettiğimiz esnafların ortak derdi, piyasada paranın olmaması. Türkiye’yi idare edenler her ne kadar ‘sıkıntı yok, işler yolunda’ dese de esnaf farklı düşünüyor. Çünkü karşılıksız çekler, birinci derecede esnafı zor durumda bırakmış. Esnaftan yükselen feryadı duymayan Ankara’ya şaşmak lâzım...
“Hangi esnaf şikâyetçi? Hayalî ziyaretler mi yaptınız?” diyenler de olabilir. Hemen ifade edelim ki, arzu edenlere bu esnafların açık adreslerini de verebiliriz. Yine hemen ifade edelim ki, zannedildiği gibi piyasanın durgunluğundan, işlerinin kötü gitmesinden şikâyet eden esnaflar, siyasî olarak ‘muhalefet’ partilerine oy veren kişiler değil. Çoğu, iktidar partisine oy vermiş; belki yine aynı partiye oy verecek, ama cidden şikâyetçiler.
Ziyaret ettiğimiz esnaflardan biri, 2 ay içinde 30 bin YTL’lik çekinin geri döndüğünden şikâyetle, “Bir de bu çekleri tahsil etmek için 3-5 bin YTL masrafımız oluyor. Bu sıkıntıya dayanmak zor” diyordu.
Bir diğer esnaf, krizin bir sorumlusunun da bankalar olduğunu söylüyor ve bankaların yaptığı her işlemden fahiş ücret aldığına dikkat çekiyordu. Aynı esnaf, “Bankalar esnafa yardım için değil, esnafı batırmak için kurulmuş. Kredi alıp da bir iki taksidini geciktireni iflâsa sürüklüyorlar. Bu kadar da olmaz ki!” diyerek dert yanıyordu.
Nihayetinde, ziyaret ettiğimiz esnaflar arasında ekonominin ‘iyiye’ gittiğini söyleyen bir kişiye bile rastlayamadık. Aslında esnafın durumunu görmek için illâ ki İstanbul’daki esnafı ziyayet etmeye de gerek yok. Herkes, mahalle bakkalından ya da köşe başındaki bir esnaftan ekonominin hâl ve gidişi hakkında gerçek bilgileri alabilir.
Yaşanan malî sıkıntılarda tüketici olarak bizim de payımız vardır. Küçük esnaf dediğimiz kişiler de bir yönüyle tüketici. Kazandığımızdan fazla harcama hastalığına tutulduğumuz için sıkıntılardan başımızı kurtaramıyoruz. İktisat etmek, ‘cimrilik’ gibi görülüyor ve maalesef imkânı olmadığı hâlde para harcayanlar alkışlanıyor. ‘Onda var, bende niye yok’ anlayışı sebebiyle kazanmadığımızı harcamaya çalışıyoruz.
Tez elden israf yolunu bırakıp, iktisatla yaşamaya alışmazsak ağır faturalar ödemek zorunda kalacağız.
‘Babalarımızdan daha zengin’ olduğumuz halde, babalarımız kadar huzurlu olmadığımız ortada. O hâlde, asıl bunun sebebini araştırmalı ve huzurun maddîyatla değil, maneviyatla kazanılacağını görmeliyiz.
Esnaftan yükselen feryadı duymamakta ısrar eden Ankara’ya da şaşmak lâzım...
26.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
100 yıl geciken düzen |
|
İTTİHATÇILAR yıktıkları Hamidi düzenin enkazı altında kalmışlardır. Bunu fark ettiklerinde ise iş işten geçmiştir. II. Abdülhamid’in rüyayı hayali İttihadı İslâm’a dayanarak Osmanlı İmparatorluğunu ayakta tutmak ve güçlendirmekti. Fakat buna rejimin yapısı ve yöntemi müsait değildi. İttihatçılar miadı dolmuş arabayı hız yarışına soktular. Sonuç, Eskişehir istikametinde raydan çıkan hızlandırılmış tren gibi oldu.
İttihatçılar sonunda yıktıkları II. Abdülhamid Han’ın projesine sahip çıktılar. Ama onların da siyasî pozitivist ideolojileri müsait değildi. Dolayısıyla yapmak isterken yıktılar. Kaş yapayım derken göz çıkardılar. İttihatçıların ittihadı İslâm politikasını nasıl sürdürmek istediklerini Yağmur Atsız ‘Uğursuz bir yıl dönümü’ yazısında gayet veciz bir şekilde özetliyor. İbret nazarlarınıza arz ediyorum: “İttihadcılar birkaç ay içinde Osmanlı Mülkü’nü bir îdamlar, sürgünler ve suikasdlar kabushanesine çevirmişler, üstelik iktidara gelmek uğruna daha önce işbirliği etdikleri Balkan komitacıları ve Ermeni Daşnaksütyun militanlarından kendilerine bir hayır gelmeyeceğini de bermûtad çok geç fark etmişlerdir. Kaldı ki iç politika bakımından pek çok hataları ve paranoyaları bulunan Sultan II. Abdülhamîd, buna rağmen bir dış politika dehası olduğu için devleti bu şekilde yaşatmanın artık mümkin olmadığını görerek bir yandan yoğun bir eğitim ve ekonomi seferberliğine girişirken bir yandan da ‘Kabîle Mektebleri’ adı verilen okullarda Arab vilayetlerinden getirtdiği çocukları eğitiyor ve onları bu vilayetlerin müstakbel yöneticileri olarak hazırlıyordu. Niyeti, İngilizlerin kendi imparatorluklarında 35/40 yıl sonra yapdığını Türkiye için daha o zamandan gerçekleştirmek ve bir tür ‘Osmanlı Milletler Camiası’ kurmakdı…”
***
Osmanlı Milletler Camiası aslında, İngiliz Milletler Topluluğu/Commonwealth’in erken bir irhasatıdır. Ona öncülük ve takaddüm etmiş bir projedir. Fakat İttihatçılar, ideoloji ve yöntemleri yanlış olduğundan birleştirmek isterken parçaladılar. Bunun farkına bile varamadan hem vatandan hem de hayattan cüda oldular. Bununla birlikte, 100 yıllık İttihatçıların projesi hâlâ hayata geçirilmeyi bekliyor. Ölmüş değil tam 100 yıl gecikmiş bir proje. Aslında onlar erken öten horoz misaliydiler, boğazlandılar ve şimdi ise vakti merhun doldu ve vakit kemale erdi ve erişti. Gerçekleşme vakti gelip çattı. Neden? Osmanlı’nın bıraktığı yerden İngilizler bölgeye yeni bir düzen ve nizamat vermek istediler. Olmadı. Önce laik temeller üzerine Arap Birliği teşkilâtını kurdurdular o da tutmadı. Sonra yerlerini Amerikalılar aldı. Amerikalılar da Araplar karşısında sürekli Yahudileri desteklediklerinden dolayı hakem rolü oynayamadıkları için hakim olamadılar. Murat Yeşiltaş’ın belirttiği gibi, yeni düzenler daima savaşlardan sonra kurulmuştur. Ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında Churchill düzeni kurulmuştur ve hâlâ da enkaz halinde yaşamaya devam ediyor. Baba Bush, tam da Soğuk Savaş’tan çıkıldığı ortamda Irak’ı Kuveyt’ten attı ve Yeni Dünya Düzeni adıyla yeni bir düzen kurmak istedi. Bu Soğuk Savaş’ın ve Irak’ın Kuveyt’ten atılmasının üzerine oturtulacak ve kurulacak bir düzendi. Belki amaç, Churchill düzenini yenilemekti ama talih yaver gitmedi ve beceremediler. Ardından 8 yıl sonra oğul Bush geldi ama onun da aklı bir karış havadaydı. Bol keseden rejimler ve düzenler vadetti ama hiçbirini gerçekleştiremedi. Aksine dünyayı felâketlerden felâketlere sürükledi. 11 Eylül rejiminde Afganistan ve Irak’a saldırdı ve ardından BOP adıyla yeni bir düzen kurmak istedi. Nefesi ve gücü yetmedi. Zira, sıra İslâm dünyasının 100 yıl geciken düzenine gelmişti. Bush tahripkârlığıyla bunun önünü açıyordu. Bushlar, düzen, güven ve istikrarı sağlayamadılar. Ve sıra Müslümanların yeniden iç düzenlerini tamir etmeye geldi. 200 yıldan beri içinde debelendikleri fetretten çıkmalarının vakti gelmişti.
***
Bediüzzaman Münâzarât adlı eserinde İkinci Meşrûtiyet rejiminin sıfır noktasında (100 yıl önce, yani 1908 yılında) kabile şeflerine nutkunda yüz yıldır bozulan düzenin ancak 100 yılda tamir olacağını söyler ki bu bizi, 200 yıllık fetret gerçeğine götürür. Araya girmektense sizleri kendi satırlarıyla baş başa bırakayım:
“Suâl: “Neden böyle bulanıktır, sâfî olmuyor?”
Cevap: Yüz seneden beri harâba yüz tutan birşey, birden yapılamaz. Size bir misâl söyleyeceğim. Bir bulagbaşı, çok zaman taaffün ve tesemmüm etmiş, içine çok pislik düşmüş, sonra da onu tasfiye için o pislikleri içinden çıkarılırsa ve bir havuz gibi yapılırsa, acaba pınarın suyu bir zaman bulanık olarak gelmeyecek mi? Fakat merak etmeyiniz; âkıbet berrak olacaktır.
Suâl: “Tarif ettiğin meşrûtiyetin ne miktarı bize gelmiş ve niçin bütün gelmiyor?”
Cevap: Ancak on kısımdan bir kısmı size gelebilmiş. Zîrâ sizin şu vahşetengiz, cehâletperver, husumetefzâ olan sarp dağ ve derelerinizdeki vahşet ayılarından, cehâlet ejderhasından, husûmet kurtlarından bîçare meşrûtiyet korkar, kolaylıkla gelmeye cesâret edemez. Eğer siz tenbel kalıp da onun yolunu yapmazsanız, tenbellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz. Zîrâ sizinle İstanbul arasındaki mesâfe bir aylıktır; fakat sizinle ehli meşrûtiyet arasındaki mesâfe bin aydan fazladır. Zîrâ eski zamanın adamlarına benzersiniz. O nâzik meşrûtiyet, İstanbul havâlisindeki yılanlardan kurtulsa, şu uzun mesâfeden geçmekle, cehâlet gibi müthiş bataklığı, fakr gibi mütevahhiş kıraçları, husûmet gibi gâyet keyşer dağları katetmekle beraber, eşkiyaya rast geçecektir…”
26.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Ankara, Ankara duy sesimizi! |
|
Son aylarda darbe sözü sıkça gündemimize giriyor. Başarısız darbe plânları ortaya çıkıyor.
Darbeciler demokrasi istemezler, AB’yi istemezler, hak ve özgürlüklerin genişlemesini istemezler, kafaları her zaman yasaklara çalışır. Milletin seçtikleri vekilleri hor görürler. Millet iradesine inanmazlar.
1960 ve 1980 askerî ihtilâllerinden sonra darbelerin usûlleri değişti. Kimi zaman adı postmodern darbe, kimi zaman muhtıra, kimi zaman gece yarısı internet yoluyla yayınlanan e-muhtıra oldu. Darbe yapanlar yargılanmadığı için de bu hep sürüp gitti, gidiyor.
* * *
Bugün Ankara’da darbeye karşı ses çıkaracaklar bir arada olacak. İlki yılın en uzun ve en aydınlık günü olan 21 Haziran’da İstanbul’da yapılan “Darbeye karşı 70 milyon adım” yürüyüşünün ikincisi bugün Ankara’da yapılacak. Tabi Ankara’da yapılmasının pek çok önemi var. Bu önem toplantının bildirisinde vurgulanıyor.
Bir kaçını şöyle sıralayalım: “Bugüne kadar hep Ankara konuştu biz dinledik. Ankara karar verdi, biz uyguladık. Ankara’nın gri binalarında yapılan planlar bize çok ağır bedeller ödetti. 60 darbesi Ankara’da tertiplendi. 71 muhtırası Ankara’da yazıldı. 11 Eylül’ü 12 Eylül’e bağlayan gece bütün ışıkları yanan tek bina Ankara’daydı. Batı çalışma grubu Ankara’da kuruldu. 28 Şubat’ın startı Ankara’da verildi. 27 Nisan e-muhtırası Ankara’daki bir internet sitesinden yayınlandı. Cumhuriyet mitinglerinin ilki Ankara’da yapıldı. Bütün bunlar olurken biz Ankara’yı başı boş bıraktık. Ankara da bu ülkede 70 milyon insan yaşadığını unuttu "
İşte bütün bunları adımları ile hatırlatmak isteyenler bugün Ankara Adliyesine 100-150 metre uzaklıktaki Sıhhiye köprüsünün üzerinde saat 16.00 buluşarak Meclis’e, siyasete, demokrasiye, özgürlüğüme dokunma diyecekler. “Darbeye dur de” şeklinde tek ses, tek renk (beyaz), tek slogan ve tek pankartla yürüyerek darbecilere ve plânlayıcılarına demokrasiyi hatırlatacaklar. Adımlarının Ankara’nın her yerinden duyulmasını sağlayacaklar.
* * *
MAZLUMDER Genel Başkan Yardımcısı Emrullah Beytar ve Ankara Şube Başkanı Ümit Mert, Ankara temsilciliğimizi ziyaret ederek, bugün yapılacak yürüyüşle ilgili bilgi verdiler. Darbelerin toplumun bütün kesimlerinin onurunu, özgürlüklerini, hayatını tehdit ettiğini ve herkesi darbelere karşı duyarlı olmaya, ortak tepki koymaya dâvet ettiklerini söylediler. “Darbeciler yargılansın, darbe dönemlerinin karanlık olayları aydınlatılsın ve Türkiye darbe anayasalarından kurtarılsın” diye düşüncelerini dile getirdiler.
Türkiye’ de bu gün yaşanan krizin, toplumu ile kavgalı, tepeden inmeci, tek tipleştirici yönetim anlayışının eseri olduğunu vurgulayan Mert, ne yazık ki bu güne kadar tamamı darbe dönemlerinin eseri olan hiçbir anayasa ile köklü bir hesaplaşma içerisine girilmediğini ve yeni bir anayasa için sivil siyasal bir irade ortaya konulamadığını vurguladı.
Geçmişte yaşanan, en azından sorumluları hâlâ hayatta olan ve etkileri hâlâ devam eden 12 Eylül darbesi ve 28 Şubat müdahalesine yönelik ciddî bir yargılama süreci başlatılmadıkça darbe teşebbüslerinin her zaman var olmaya devam edeceğini vurgulayan Ümit Mert, “Son 30 yılın karanlıkta kalmış suikastları, faili meçhul ölüm olayları, gözaltında kayıpları su yüzüne çıkarılmadıkça Türkiye’de sivil siyasetin egemen olması sağlanamayacağı gibi toplumsal barışı tesis etmek de mümkün olmayacaktır” diye konuşuyor.
* * *
Aydınlıktan korkan yarasalar misali, darbeciler demokrasiden korkarlar. Bu yüzden demokratik tavır darbecilere en büyük cevap olmaktadır, olacaktır da.
Eylemi organize eden başta MAZLUMDER, Genç Siviller, Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De ve diğer sivil toplum örgütleri darbeye karşı demokrasi cevabını vermek için bugün herkesi Ankara’da Sıhhiye meydanında buluşulmaya dâvet ediyor. Bizden de duyurması…
Özgürlük, demokrasi, insan hakları için biz de orada olacağız.
26.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|