İTTİHATÇILAR yıktıkları Hamidi düzenin enkazı altında kalmışlardır. Bunu fark ettiklerinde ise iş işten geçmiştir. II. Abdülhamid’in rüyayı hayali İttihadı İslâm’a dayanarak Osmanlı İmparatorluğunu ayakta tutmak ve güçlendirmekti. Fakat buna rejimin yapısı ve yöntemi müsait değildi. İttihatçılar miadı dolmuş arabayı hız yarışına soktular. Sonuç, Eskişehir istikametinde raydan çıkan hızlandırılmış tren gibi oldu.
İttihatçılar sonunda yıktıkları II. Abdülhamid Han’ın projesine sahip çıktılar. Ama onların da siyasî pozitivist ideolojileri müsait değildi. Dolayısıyla yapmak isterken yıktılar. Kaş yapayım derken göz çıkardılar. İttihatçıların ittihadı İslâm politikasını nasıl sürdürmek istediklerini Yağmur Atsız ‘Uğursuz bir yıl dönümü’ yazısında gayet veciz bir şekilde özetliyor. İbret nazarlarınıza arz ediyorum: “İttihadcılar birkaç ay içinde Osmanlı Mülkü’nü bir îdamlar, sürgünler ve suikasdlar kabushanesine çevirmişler, üstelik iktidara gelmek uğruna daha önce işbirliği etdikleri Balkan komitacıları ve Ermeni Daşnaksütyun militanlarından kendilerine bir hayır gelmeyeceğini de bermûtad çok geç fark etmişlerdir. Kaldı ki iç politika bakımından pek çok hataları ve paranoyaları bulunan Sultan II. Abdülhamîd, buna rağmen bir dış politika dehası olduğu için devleti bu şekilde yaşatmanın artık mümkin olmadığını görerek bir yandan yoğun bir eğitim ve ekonomi seferberliğine girişirken bir yandan da ‘Kabîle Mektebleri’ adı verilen okullarda Arab vilayetlerinden getirtdiği çocukları eğitiyor ve onları bu vilayetlerin müstakbel yöneticileri olarak hazırlıyordu. Niyeti, İngilizlerin kendi imparatorluklarında 35/40 yıl sonra yapdığını Türkiye için daha o zamandan gerçekleştirmek ve bir tür ‘Osmanlı Milletler Camiası’ kurmakdı…”
***
Osmanlı Milletler Camiası aslında, İngiliz Milletler Topluluğu/Commonwealth’in erken bir irhasatıdır. Ona öncülük ve takaddüm etmiş bir projedir. Fakat İttihatçılar, ideoloji ve yöntemleri yanlış olduğundan birleştirmek isterken parçaladılar. Bunun farkına bile varamadan hem vatandan hem de hayattan cüda oldular. Bununla birlikte, 100 yıllık İttihatçıların projesi hâlâ hayata geçirilmeyi bekliyor. Ölmüş değil tam 100 yıl gecikmiş bir proje. Aslında onlar erken öten horoz misaliydiler, boğazlandılar ve şimdi ise vakti merhun doldu ve vakit kemale erdi ve erişti. Gerçekleşme vakti gelip çattı. Neden? Osmanlı’nın bıraktığı yerden İngilizler bölgeye yeni bir düzen ve nizamat vermek istediler. Olmadı. Önce laik temeller üzerine Arap Birliği teşkilâtını kurdurdular o da tutmadı. Sonra yerlerini Amerikalılar aldı. Amerikalılar da Araplar karşısında sürekli Yahudileri desteklediklerinden dolayı hakem rolü oynayamadıkları için hakim olamadılar. Murat Yeşiltaş’ın belirttiği gibi, yeni düzenler daima savaşlardan sonra kurulmuştur. Ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında Churchill düzeni kurulmuştur ve hâlâ da enkaz halinde yaşamaya devam ediyor. Baba Bush, tam da Soğuk Savaş’tan çıkıldığı ortamda Irak’ı Kuveyt’ten attı ve Yeni Dünya Düzeni adıyla yeni bir düzen kurmak istedi. Bu Soğuk Savaş’ın ve Irak’ın Kuveyt’ten atılmasının üzerine oturtulacak ve kurulacak bir düzendi. Belki amaç, Churchill düzenini yenilemekti ama talih yaver gitmedi ve beceremediler. Ardından 8 yıl sonra oğul Bush geldi ama onun da aklı bir karış havadaydı. Bol keseden rejimler ve düzenler vadetti ama hiçbirini gerçekleştiremedi. Aksine dünyayı felâketlerden felâketlere sürükledi. 11 Eylül rejiminde Afganistan ve Irak’a saldırdı ve ardından BOP adıyla yeni bir düzen kurmak istedi. Nefesi ve gücü yetmedi. Zira, sıra İslâm dünyasının 100 yıl geciken düzenine gelmişti. Bush tahripkârlığıyla bunun önünü açıyordu. Bushlar, düzen, güven ve istikrarı sağlayamadılar. Ve sıra Müslümanların yeniden iç düzenlerini tamir etmeye geldi. 200 yıldan beri içinde debelendikleri fetretten çıkmalarının vakti gelmişti.
***
Bediüzzaman Münâzarât adlı eserinde İkinci Meşrûtiyet rejiminin sıfır noktasında (100 yıl önce, yani 1908 yılında) kabile şeflerine nutkunda yüz yıldır bozulan düzenin ancak 100 yılda tamir olacağını söyler ki bu bizi, 200 yıllık fetret gerçeğine götürür. Araya girmektense sizleri kendi satırlarıyla baş başa bırakayım:
“Suâl: “Neden böyle bulanıktır, sâfî olmuyor?”
Cevap: Yüz seneden beri harâba yüz tutan birşey, birden yapılamaz. Size bir misâl söyleyeceğim. Bir bulagbaşı, çok zaman taaffün ve tesemmüm etmiş, içine çok pislik düşmüş, sonra da onu tasfiye için o pislikleri içinden çıkarılırsa ve bir havuz gibi yapılırsa, acaba pınarın suyu bir zaman bulanık olarak gelmeyecek mi? Fakat merak etmeyiniz; âkıbet berrak olacaktır.
Suâl: “Tarif ettiğin meşrûtiyetin ne miktarı bize gelmiş ve niçin bütün gelmiyor?”
Cevap: Ancak on kısımdan bir kısmı size gelebilmiş. Zîrâ sizin şu vahşetengiz, cehâletperver, husumetefzâ olan sarp dağ ve derelerinizdeki vahşet ayılarından, cehâlet ejderhasından, husûmet kurtlarından bîçare meşrûtiyet korkar, kolaylıkla gelmeye cesâret edemez. Eğer siz tenbel kalıp da onun yolunu yapmazsanız, tenbellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz. Zîrâ sizinle İstanbul arasındaki mesâfe bir aylıktır; fakat sizinle ehli meşrûtiyet arasındaki mesâfe bin aydan fazladır. Zîrâ eski zamanın adamlarına benzersiniz. O nâzik meşrûtiyet, İstanbul havâlisindeki yılanlardan kurtulsa, şu uzun mesâfeden geçmekle, cehâlet gibi müthiş bataklığı, fakr gibi mütevahhiş kıraçları, husûmet gibi gâyet keyşer dağları katetmekle beraber, eşkiyaya rast geçecektir…”
26.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|