‘23 TEMMUZ’ tarihi, tarihimizin meş’um dönüm noktalarından birisi. Sadece bizim değil aynı zamanda Mısır’ın da. Dolayısıyla ‘23 Temmuz’, tarihimizin en önemli dönüm noktalarından birisi olduğu gibi kaderin de en önemli remizleri arasındadır. II. Abdülhamid Han’ın İkinci Meşrutiyet’i kabule zorlandığı tarihtir. Bu tarih aynı zamanda II. Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesine ve Osmanlı’nın sonuna giden süreci açmıştır. Hadislerin tarif ve tanımıyla İttihatçılar ‘sufehau’l ahlam’dır. Devrim çocuksuluğu diye bir tabir vardır. İşte bu hayalperest devrimciler Servet-i Fünun gibi sanal dönemlerin sanal ürünleri ve devrimcileridir. Ama II. Abdülhamid Han’ın öngördüğü gibi on yıl içinde imparatorluğu tarumar etmişlerdir. 23 Temmuz bir İttihatçı darbesidir. Ve bundan onlarca yıl sona 1952 yılında Mısır’ın İttihatçıları olan Hür Subaylar (Dubbatu’l Ahrar) bir hareket yapmışlar ve hareket daha sonra Sevre/Devrim olarak anılmıştır. Faruk’un yozlaşmış rejimine karşı Hür Subaylar bir kurtarıcı olarak algılanmış ve halk darbeyi büyük bir coşkuyla karşılamış ama yeni kurtarıcılar ülkenin üzerine öyle bir çöreklenmişler ki, Hidivliği aratmışlardır. Hazreti Ömer ‘ben kral mıyım yoksa halife miyim nereden ayırd edeyim?’ sorusuna sahabiler şöyle cevap verirler: “Elbetteki halifesin, kral değilsin. Sebebine gelince, keyfi olarak almaz keyfi olarak dağıtmazsın…” Mitterrand’a da sorarlar: “Sabık Fransız kralları ile başkanların durumunu ve otoritesini kıyaslar mısın?” Bunun üzerine Mitterrand: “Krallar yarı tanrıdırlar” demiştir. Otoriter krallar gitmiş yerine totaliter başkanlar gelmiştir. Bediüzzaman’ın asıl istibdat sonraki gelen imiş dediği gibi 1952 sonrasında Mısır ideolojik olarak önce bir sıçrama yapmış ama ardından her alanda yıkım içine girmiştir. Mısırlı Hür Subaylar gerçek mânâda İttihatçıdırlar ve bugün ne Mısır ne de Türkiye 23 Temmuz’un kötü mirasından kurtulabilmiş değil.
Otoriter ve totaliter. Türk ve Mısır halkı bugün dahi hâlâ 23 Temmuz coşkusunun acısını ve pişmanlığını yaşıyor. Bu münasebetle yani 23 Temmuz’un yıl dönümüyle ilgili Yağmur Atsız hoş bir yazı kalame almış. Sizlerle paylaşmak istedim.
***
‘Uğursuz bir yıl dönümü’ başlıklı yazısında ezcümle şunları kaydediyor: “Bugün, 23 Temmuz 1908 tarihinde îlan edilen İkinci Meşrûtiyet’in 100. Yıl dönümü. Üstünkörü bakıldığı zaman çok olumlu bir gelişme gibi görünse dahî aslında son derece uğursuz bir dönüm noktası. Çünkü Türkiye böylece II. Abdülhamîd’in kansız istibdad rejiminden kanlı bir zulüm ve istibdad rejimine geçmiş ve netîceten kalburüstü İttihadcılardan bile hemen hepsi Abdülhamîd Devri’ni adeta rahmetle anıp mumla arar hale gelmişdi. O kadar ki 1917’de Abdülhamîd’in cenazesi kaldırılırken Ahmed Rasim Bey gözyaşları içinde şu beyti söylemişdir:
‘Sen değil na’şın hükümdar olsa elyakdır bize!
Dönsün etsin Taht-ı Osmánî’ye tábûtun culûs!’
Zaten Hakan Halîfe 1909’da hal’edilir, yani tahtdan indirilirken, tabir caizse, peygamberane bir kehanetde bulunarak, ‘Eğer memleketi on yıl idare edebilirlerse yüz yıl etmiş gibi övünebilirler.’ demiş ve gerçekten de İttihadcılar tam on yıl sonra 1918’de beş buçuk milyon kilometrekarelik İmparatorluk’u batırıp, yangın yerine döndürüp iki milyondan fazla insanı da telef etdikden sonra hırsızlar gibi gece karanlığı bir Alman harb gemisiyle kaçıp gitmişlerdir. Birinci Cihan Harbi’nden önce 1912/13 Balkan Harbi’nde Türkiye’nin Avrupa’daki ve Ege’deki neredeyse tüm topraklarını (Arnavutluk, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Makedonya, bütün Kuzey Yunanistan, Girit, Oniki Adalar) ve ilâveten Libya’yı kaybeden İttihadcılar çoğunlukla vatansever, fakat son derece cahil ve akılsız insanlardı…”
***
Cahil ve sersem olduklarından dolayı kendilerine ‘sufehau’l ahlam’ dedik. Onlar bu yönüyle Mervaniler gibiydiler. Makalenin kalan bölümünde Atsız haklı olarak şunları kaydediyor: “İttihadcılar birkaç ay içinde Osmanlı Mülkü’nü bir îdamlar, sürgünler ve suikasdlar kábushánesine çevirmişler, üstelik iktidára gelmek uğruna daha önce işbirliği etdikleri Balkan komitacıları ve Ermeni Daşnaksütyun militanlarından kendilerine bir hayır gelmeyeceğini de bermûtád çok geç fark etmişlerdir. Kaldı ki iç politika bakımından pek çok hatáları ve paranoyaları bulunan Sultan II. Abdülhamîd, buna rağmen bir dış politika dehásı olduğu için devleti bu şekilde yaşatmanın artık mümkin olmadığını görerek bir yandan yoğun bir eğitim ve ekonomi seferberliğine girişirken bir yandan da ‘Kabîle Mektebleri’ adı verilen okullarda Arab viláyetlerinden getirtdiği çocukları eğitiyor ve onları bu viláyetlerin müstakbel yöneticileri olarak hazırlıyordu…”
Bu tesbiti ilk defa duyuyorum. Bu olsa olsa daha sonra Sovyetler’in Afganistan’da veya Amerikalıların Irak’ta yaptıklarına benzeyecektir. Ruslar sadık bir aracı sınıf meydana getirmek için 1978 yılında işgal ettiği Afganisan’dan 10 bine yakın öğrenciyi SSCB sınırları içine taşımıştır. Bunlardan bir kısmı Mir Arap Medresesi gibi kurumlara yerleştirilmiş ve Taşkent gibi şehirlere getirilmiştir. Fakat bunlar da SSCB’nin 1989 yılında Afganistan’dan çekilmesine mani olmamıştır. Yine Amerikalılar 1991 ve 1992’de Saddam’ı Kuveyt’ten kovduktan sonra kuzeyde birçok Kürt’ü geleceğin idaresine kadro hazırlamak ve aracı geleceğin aracı sınıflarını yetiştirmek için Guam Adasına götürdüler. Ama onlar da galiba İttihatçıların ve Rusların akibetine uğramaktan kurtulamayacaklar. Bazı tedbirler post mortem oluyor.
***
Türkiye İkinci Meşrûtiyet’in yüzüncü yıl dönümünde yeni yepyeni bir döneme giriyor. Meşrûtiyetin yüzüncü yıl dönümünde yeni bir milâdın arefesindeyiz. İkinci Meşrûtiyet’in ilânı ile İkinci Abdülhamid’in tahttan indirildiği ara dönemin bir benzerine girdik. Bu da yeni bir milâdın ayak sesleridir.
25.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|