|
|
Halil USLU |
Saati 8 milyon dolar! |
|
Dünya nüfusunun geçmiş yıl ve asırlara nisbeten süratle inkişafı, beraberinde de çok problemleri müştereken getirmiştir. Bir manada kabaran ve 7 milyarı aşmakta olan büyük dünya ailesinin sıralamakla bitmeyen dertleri sıkıntıları problemleri var. Bununla birlikte insanlık alemi yarın ve geleceği için yeni ünitelerle birlikte çağın icabına şayeste projeler ve istişareler yapmakta ve deruhte etmektedir. Bunları geniş çerçeve içinde değerlendirmek Ekonomilere yön veren gelişmiş 8 ülkenin liderleri 8-Temmuz-2008 de Japonya’nın Hokkaido Adası’nın başkenti Sapporo’da bir araya geldi. Zirveye Afrika ülkesi (Güney Afrika Cumhuriyeti, Cezayir, Etiyopya, Gana, Nijerya, Senegal, Tanzanya) lideriyle birlikte zirveye toplam 2 bin delege katıldı.
G-8 zirvesi bütün dünyanın gündeminin ilk maddesi; maddi açlık ve gıda. Ancak açlık, artan gıda fiyatları ve yoksulluğun ana gündem maddesi olduğu bu zirve için, Japonya’nın tam 500 milyon dolar harcamış olması dünyada ve bilhassa açlık bölgelerinde büyük tepki çekti. Dünya basını “Saatine 8 milyon dolar harcanan bu zirveden sonuç da çıkmayacak, bozulan ekonomik dengeler de düzelmeyecek” yorumu yaptı. Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy de 3 gün sürecek bu zirvenin zaten katılan ülkelerin sayısı nedeniyle başarılı olmasının mümkün olmadığını söyledi. Sarkozy, “Sadece ABD, Japonya, Fransa, İngiltere, Kanada, İtalya, Almanya ve Rusya’nın katıldığı bir zirveden tüm dünyayı kapsayan sonuçlar çıkması mümkün değil” diye konuştu. Müsbet tenkitler bununla da bitmedi; İngiliz Times gazetesi de G-8 Zirvesi için harcanan parayla 4 milyon AIDS hastasının tedavi masraflarının karşılanabileceğini belirtti. G-8 liderlerinin 2005’te aldıkları “yardımları 50 milyar dolara” yükseltme kararının gerçekleştirilemediğini belirten gazete, “10 yıl için 10 milyar dolarlık yardım ancak yerine getirilebiliyor. Oysa zirve için saatte 8 milyon dolar harcanıyor” yorumu yaptı. Zirveyi takip etmek için adaya 4 bin gazeteci geldi. Japonya adaya özel bir medya merkezi kurmak için 26 milyon dolar harcadı. 100 televizyon kanalı zirveyi takip edildi. Liderler lüks Hotel Winsor’da kaldı. ve Zirve için 23 otel yemek hazırladı. 8 Müslüman ülke lideri de alternatif D-8 Zirvesi için Malezya’da bir araya geldi ve 150 sivil örgütü toplantıları düzenliyor.
Buraya kadar yorum yapmadım. Çünkü liderleri ve dünya basının önde gelen kuruluşları bir çok haklı beyanda bulundular. Biz de deriz ki; dünya asayişinin rayına oturması ve 7 milyarlık dünya ailesinde okuyan 2 milyar gencin istikbalde en büyük dayanağı inanç ve iman gıdasıdır. Dünya liderleri G-8 toplantısının birinci maddesine “açlık ve gıda” koymuşlardır. Keşke iman vitaminini birinci maddeye koysalardı. Zira bütün bozuklukların ilacı iman gıdasıdır.
Türkiye’mizde ve bütün dünya ülkelerinde, ahlaksızlık, çetecilik, vurgunculuk, alabildiğine gitmektedir. Bunlarla mücadele eden ve barış için kardeşlik için, vatan için çalışan fazıl insanların önüne çok cihetlerle takoz konulmaktadır. Zira açlık ve gıdasızlığında çıkış yolu “israf etmeyin” ayeti ile “emr olunduğun gibi dost doğru ol” ayetinin çarşıyı alemde çok cihetlerle inkişafı etmelidir.
İnşaallah dünyanın münevver şahsiyetlerinden husule gelecek muhteşem fikir seli, bu kütükleri alıp götürecektir. “Saatine 8 milyon dolar “ verilen bu toplantı çok ibret vericidir. Elbette anlayana…
25.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
Hayat öpücüğü... |
|
Ergenekon hadisesine nereden bakalım, diye sizde de bir istifham uyandı mı? Şu bizim hipnozcu medyanın zavallı milleti zorladığı adeseden bakacak olursak; hemencecik uyutulup ya pembe rüyalar ülkesine veya korkunç canavarlar çölüne götürüleceğimizi biliyorsunuz. Ergenekon’a üşüşenlerin, ihtilâl yapılanmalarını birkaç mütekait paşaya veya sıradan mafyavari örgütlenmeye bağlamaları, belki de şeklin tamamını bize verecek parçaları toplamamızı engellemeye yönelik görünüyor. Veyahut bizi, istedikleri zaman tüneline tıkıştırıp hadisenin yakın tarih ile bağlantılarını ve global alakalarını görmemizi istememelerindendir.
Tarihimizin en iğfalci ve münafıkâne darbesinin 12 Eylül olduğunu artık herkes kabul ettiğine göre, Ergenekon hadisesine azıcık oradan bakmak istiyoruz. Darbeci paşaların, dinî cemaatler ve sivil toplum nezdinde azıcık kıymetli zevatı kapı kapı dolaştırdığı günlere gidelim. Bir kısmı rahmete kavuşmuş sevgili muhafazakâr ulemamızın Atatürkçülüğü solculardan kurtarmaya çalıştığı günlere... Türk-İslâm senteziyle darbenin meşrûlaştırılmaya çalışıldığı ve karanlığı zamanlarımızı da tutsak alan 12 Eylül ruhunun inşa günlerine...
12 Eylül cuntası, muhafazakârları Kemalizmin mirasına sahip çıkmaya dâvet etmişti. Bizimkiler de; “Şimdiye kadar solcular Atatürk’ü kullandı, bundan böyle biz kullanıp, hem devletin şerrinden emin olalım, hem de nimetlerinden istifade edelim” diyerek tarihî Kemalizm karşıtlıklarına zahiren son vermişlerdi.
Şu Ergenekon tartışmasında çerçevenin dışına sızan bilgilere dikkat ettiğimizde, tarihin tekerrür etmekte olduğunu görüyoruz. Bir kısım muhafazakâr, dindar ve liberal medya, Ergenekoncuların hakikî Atatürkçü olmadıklarını, Kemalizmi menfaatlerine alet ettiklerini iddia ediyor. İktidarın nimetlerine yaklaştıkça Atatürk’e sahip çıkan Erbakan ve Erdoğan çizgilerinin yeni versiyonlarıyla bugünlerde karşılaşanlar, hayrete düşüyorlar. Duruş, prensip ve fikrin insaniyette önem kazandığı bir zamanda, menfaat üzerine Kemalizm yolundaki yarışın Ergenekon ile sulandırılması hiç de şık değil.
Ergenekon’un mutlaka global bir boyutu da olmalı. Şöyle ki: Neocon’ların Bağdat mağlûbiyetinden sonra süngüleri düşmüş, Amerikan devleti de yerlerde sürünen haysiyetini tamir telâşına kapılmıştır. Şimdilik baltalarını saklayan neoconların yavaş yavaş sahneden çekilirken giderayak yapmak isteyecekleri şeyler, dengeleri bir hayli sarsacaktır. Bu çerçevede, coğrafyamızı tehdit eden mütecaviz dinsizliğin dalgaları bundan böyle derinlerden vuracak bize. Daha fazla dikkat ve teyakkuza mecbur olacağız.
Dünyamız, hürriyet, demokrasi, yenilik ve kadın gibi kavramların alabildiğine müptezelleştirildiği bir dönemi yaşıyor. Hayvanî duyguların şaha kaldırıldığı, insanî değerlerin global sermayece prangalara vurulduğu ve “ahlâkın” ahlâksızlıkla yer değiştiği şu dönemde; ülkeleri, milletleri, kültür ve gelenekleri ve daha doğrusu “insanlığı” yok etmek için silâhlı darbelere artık ihtiyaç kalmadı. Mezalimi, soygunu, kültürel yağma ve dinsizliği global sivil organizasyonlar yapabilir hale geldikten sonra ülkeleri askerî harekât, silâhlı işgal ve eski bolşevik modellerle hizaya sokmaya lüzum kalmadı. Kemal Derviş’lerin yardımıyla ülkemizin sermayesini de ellerine geçirenler, ekseri TV ve büyük gazetelerin programlarını dizayna başladılar. Artık Ergenekoncu maceraperestlere iş kalmıyor.
Daha sivil, global, derin ve sessizden bir işgalde patırtı gürültü çıkaranlar elbette tasfiye edilecek. Dünyanın yüreğini ağzına getiren Nejad ve Bush bile uysallığı tercihe mecbur olduklarına göre, Kemalizmi vurdulu kırdılı, gaspçı abus ve gayr-ı medenî gösterenlerin temizlenmesi, sivil Kemalizm için hayatî bir şarttı. Bu cihetten, Ergenekon’un Kemalizmi kurtarmayı hedefleyen bir “hayat öpücüğü” olma ihtimali hiç de yabana atılacak cinsten değil. İddianamede ulusalcı ve Kemalist Ergenekoncuların Atatürk milliyetçiliğinden uzaklaşmakla ve Kemalizmi dinsizlik olarak göstermekle suçlanmalarının başka bir izahı olabilir mi?
Demokrasiden, hak ve hürriyetlerden, AB’den, Hıristiyan ve Müslüman işbirliğinden nefret eden Kemalizmin ömrü, çoktandır sekerat aşamasında olduğu halde, hakikî Kemalist olmaya gayret eden eski muhafazakârların yardımıyla biraz daha uzatılmaya çalışılıyor.
Ordumuzun bugüne kadar günah ve sevabıyla taraf olduğu, hakkında tenkit kokan yazıların yasaklanıp cezalandırıldığı, hakikî suret ve simasıyla şimdiye kadar Batı toplumuna görünmeyen Kemalizmin; bundan böyle insanî hürriyetler, hakikî demokrasi, adalet ve medeniyet karşısında daha ne kadar tutunabileceğini ise önümüzdeki zamanlar gösterecektir.
25.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
İnsanın kıymeti himmetiyle doğru orantılı |
|
Bir insanın değerini, kıymetini nasıl ölçersiniz? Uğraştığı şeylere bakarak değil mi? İyi, faydalı, güzel şeylerle meşgul oluyorsa o değerli bir insandır. Kötü, kendine ve çevresine zararlı şeylerle uğraşan birini gördüğünüzde de hayırsız bir kimse olduğuna hükmedersiniz.
Kendini bilen, kendisi ve çevresine yararlı işlerin peşinde koşan güzide bir toplulukla beraberdik geçen Cumartesi günü. Alaca’lı dostumuz Zeki Yağlı’nın dâveti üzerine, Belediye tesislerinde ziyafetten sonra sohbete katıldık. Akşam da Remzi ve Seyyid Beylerle beraberdik.
Sohbetimizin konusu “yararlı olma ve sahip olduğumuz nimetlerin kadrini bilme”yle ilgiliydi. Gündüz daha çok gerçek lezzet ve huzur kaynağı olan değerlerimizi muhtaç gönüllere ulaştırmada gayret içinde olma üzerinde durduk. İnsan medeni bir varlıktı. Kendini aşıp insanlara faydalı olabildiği ölçüde değer kazanacaktı. Akşam da imanın kazandırdığı sayısız faydalara eğildik.
İnsan mutlu olmak için didinir. Çalışsın, kazansın, bir yerlere ulaşsın, ama bütün bunlarla birlikte mutlu ve huzurlu bir hayat sürsün.
Bütün bu çaba ve gayretlerin temelinde ise bakış açısı önemli bir yer tutuyor. “Güzel gören, güzel düşünür” sırrınca her şeyi güzel gösteren iman gözlüğüyle bakmalı. Bu gözle kâinata bakan insanın mutlu olmamasına hiçbir engel yoktur.
Kendini aşabilen insan mutlulukları da paylaşmasını bilen, kendisini mutlu eden hakikatlere başkalarının da sahip olmasını, dolayısıyla onların da mutlu olmasını isteyen insandır.
Kırklı yıllarda Denizli Hapishanesinde birkaç adam öldüren Denizli canavarı diye bilinen cani bir insanı, tahtakurusunu dahi öldürmekten çekinir hâle getiren bir hakikat kalplere hükmettiğinde, hem bu değerlere sahip olanlar mutlu olacak, hem onların mutluluğuna vesile olanlar mutlu olacak, hem de bu suretle kötülükler ortadan kalkmış olacaktır.
Mutlulukların temelinde iyilik ve güzellikler varsa o halde bütün güzelliklerin kaynağı olan imanın kalplere yerleşmesi lâzım. Onların hükmetmesi için de çaba harcamak gerekir. İnsanın dünyada bulunuş misyonu da bu değil midir? Allah adına yeryüzünde hükmedecek halife ünvanıyla yad edilen insan güzelliklerin hakim olması için didinecektir. Bunun da temelinde Kâinatın Sahibini tanımak yatar.
Resûlullah’ın (a.s.m.), Sahabenin ve İslâm büyüklerinin gayretlerinin temelinde de bu yok mudur? En azılı düşmanına dahi merhametle bakabilen, buna rağmen hislerinden arınıp onun dünya ve ahiret hayatının kurtulmasını düşünebilen bir anlayış ancak İslâmın armağanıdır.
Kısacası barış ve mutluluk içinde güzelliklerle dolu bir dünya için kişinin kendi kendinin otokontrolünü sağlayacak hakikatlerle donanması gerekiyor.
25.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Yalnızlık zindanı |
|
Yalnızlık korkunç bir felâket gibi insanları titretmektedir. Teknoloji, yeni keşif, îcad ve maddî imkânlar, onları devamlı peşinden sürükleyip “yalnızlığa” iten unsurların başında gelmektedir. Moral gücüne daha fazla ihtiyaç hissederlerken, duygular, “nefsî” hevesatlarla tatmin edilmeye çalışılmaktadır. Bu ise onları biribirlerinden daha da uzaklaştırarak egoizm ve sefahet çirkefinin koyu karanlığına itmektedir.
Yukarda sıralamaya çalıştığımız sosyal problemler ve hastalıklar, Batı toplumunu bir taraftan hayâsızlığın girdabına atarken, diğer taraftan da ailesine, evine, namusuna bağlı “sadık” insanları da mumla aranır hale getiriyor. ABD’de “yalnız başına yaşamak” (single prents) moda. Evlenenler, “sorumluluk” almamak için hemen boşanıyor veya çocuk sahibi olmuyor. Kadınların en büyük aşkları “köpekleri!”
Bediüzzaman, Batı felsefesinin insanları düşürdüğü acınacak hallerini şöyle tasvir eder:
Ey sefahet ve dalâlette bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış Avrupa! Deccal gibi bir tek gözü taşıyan kör dehan ile ruhu beşere cehennemî bir haleti hediye ettin! Sonra anladın ki, bu öyle ilâçsız bir ilettir ki, insanı a’layi illiyyinden [en yüksek mertebeden] esfeli sâfiline [aşağıların aşağısına] atar; hayvanatın en bedbaht derekesine indirir. Bu illete karşı bulduğun ilâç, muvakkaten ibtali his [duyguları iptal] hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyuşturucu hevesat ve fantaziyelerindir. Senin bu ilâcın senin başını yesin ve yiyecek!”
Ne var ki, bugüne kadar teknik, haberleşme, maddî imkân ve teknolojinin gücü ile bu yönlerini gizlemeyi başarabilmiştir. Ayrıca, bazı zihinleri iğfal ederek, kendi hayat felsefesi doğrultusunda şartlandırmış.
Bugün ise, gerek ferdî, gerek âilevî, gerekse sosyal hastalıklar ve zaaflar öylesine boyutlar kazanmış ki, örtmeye teknik imkânları dahi yetmiyor.
Harward Üniversitesi Visual and Environmental Studues Bölümü öğretim üyesi Dr. Nan Burks Freeman’ın düşünceleri, tezimizi doğrular mahiyyette:
“Bu toplumun bunalım içinde olduğunu görmek çok büyük eğitimi gerektirmiyor. Hemen herkes, onu fark eder.”
Korkutucu boyutlara ulaşan bu araştırmalar, intihar, hırsızlık, cinayet, gasp ve soygun, fuhuş ve serserilik Avrupa’yı kasıp kavuruyor. Kapitalizmin hâkim olduğu yerlerde insanlık iyilik, yardım, muhabbet, sevgi, diğergamlık gibi ulvî duygulara hasret!
“Bil, ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakîm ve dalâletli bir felsefeyi, sol elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dâvâ edersin ki, ‘Beşerin saadeti bu ikisiyledir.’ Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin ve yiyecek!”
Ancak, Batılılar, inat ve gururları yüzünden bunu görmüyor, itiraf edemiyor! Hâlâ “medyatik” oyunlarla kendilerini kandırıyorlar. Bilhassa beynelmilel fesat şebekeleri, İslâm ülkelerindeki Müslümanların perişan hâlini sık sık ekranlara, gazete ve dergi sayfalarına aktararak yanıltıyorlar. Müslüman coğrafyalarda yaşayan gayrı müslim veya ateistlerin ahlâk ve davranışlarını da Müslümanlıktan kaynaklanıyor gibi göstererek, İslâmiyete olan teveccühleri kırmak istemeleri gözlerden kaçmıyor.
İşin doğrusunu isterseniz, Müslümanların teknolojide geri kalmaları, buna bağlı olarak da maddî sıkıntılar içinde yaşamaları, “medenî engizisyona” cesaret vererek, “Bakınız nerede Müslüman varsa, diğer din mensuplarına nazaran fakirdir, perişandır, gayri medenîdir” diyerek zihinler bulandırılmaya çalışılıyor.
25.07.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Şeair üzerine |
|
Celaleddin Orhan: “Lemalarda geçen şu cümleyi açıklar mısınız: ‘Sünneti Seniyyenin içinde en mühimi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeâire de taallûk eden sünnetlerdir. Şeâir, adeta hukuku umumiye nev’înden, cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mesul olur. Bu nev’î şeâire riya giremez ve ilân edilir. Nafile nev’înden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir.”
eair, İslâmiyet alâmeti olan emirlerdir. İslâm toplumunun ortak hukuku ve ortak ibadetidir. Yapan, İslâm toplumu adına yapar. Ve yaşayan, İslâm toplumunun mührünü gösterir. Tamamen terk edilmesiyle bütün İslâm toplumu sorumlu olur. Bu açıdan, şeaire riya giremez. Çünkü şahsî değildir. Bediüzzaman’ın yukarıdaki ifadelerinden de anlaşılacağı üzere, şeair hüküm bakımından nafile de olsa, sünnet de olsa, şahsî olmayıp İslâm toplumunu ilgilendirdiği ve İslâm toplumunun ortak malı ve ortak hukuku olduğu için şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir.1
Böyle olunca; bir memlekette, bir beldede İslâm’ın yaşandığının işareti olabilecek hemen her dinî emir (farz olsun, sünnet olsun) Şeairi İslâmiye olabilecek vasıftadır. Ezan, cami, namaz, namazı cemaatle kılmak, oruç, zekât, hac, sarık, sakal, başörtüsü, selâmlaşmak bunlardan sadece bir kaçıdır.
Şeairin hepsi aynı hükümde değildir. Farz olanı vardır, vacip olanı vardır, sünnet olanı vardır. Namaz, oruç, zekât, hac ve başörtüsü farz olan şeairdendir. Ezan, cami, sarık, sakal, selâmlaşmak sünnet kısmındandır.
Şeairin nafile de olsa şahsî farzlardan neden ve nasıl ehemmiyetli olduğu meselesine gelince… İslâmiyet sosyal bir dindir. Mesajı evrenseldir. Belirli bir kavmi değil, bütün insanlığı topluca kucaklıyor.
Bir emri toplumca dinlemek, kişisel olarak dinlemekten daha önemlidir, daha faziletli sonuçlar doğurur. Çünkü toplumca dinlenen ve yaşanan emirler hem emri bilmaruf ve’nnehyi anilmünker görevi ifade ederler, hem İslâm’ın tebliği hükmündedirler. Diğer yandan, toplumca dinlenen emirler, toplum fertlerinin dem ve damarlarına kazınır. Toplum, fertler için koruyucu bir zırh hükmüne geçer. Toplumca bir emrin örf haline getirilmesi, toplum fertleri açısından söz konusu emrin daha kolay, daha güvenle, daha zevkle ve daha huzurla yaşanılır olması demektir. Toplumca dinlenmeyen ve yaşanmayan emirlerin ise, toplum fertleri açısından yaşanması çok daha zordur. Kimi zaman imkânsızdır.
Meselâ, ezanın okunmadığı, camilerin bulunmadığı ve namazın cemaatle kılınmadığı bir memlekette –ki bunların her üçü de sünnet bulunmaktadır. bir ferdin, şahsî farzlarından olan vakit namazlarını düzenli biçimde ve huzurla kılması zordur. Söz gelişi yukarıdaki sünnet emirlerin yasaklanmış olduğu bir memleketi düşünelim: Fertlerin demokratik tepki haklarını kullanmayarak sus pus olup, fakat evlerinde şahsî farzlarını hiç aksatmamaları çok makbul değildir.
Şeairin en büyük hikmeti, İslâm’ın sesinin ve mührünün Müslüman olmayanlara, nihayet bütün dünyaya iletilmesidir. Müslüman bir memlekete giren bir gayri Müslim’in, ilk bakışta ezanı ile, selâmı ile, misafirperverliği ile, temizliği ile, dürüstlüğü ile, güvenilirliği ile, huzuru ile burasının bir İslâm toprağı olduğunu anlaması önemlidir. Bu, Müslümanlar için bir borçtur, söz konusu gayri Müslim için bir haktır, İslâm tebliği açısından ise Müslümanların üzerinde bir vazifedir.
Anlaşılıyor ki, İslâmiyet, tebliği sadece Kelimei Şahadet teklifi olarak görmüyor. Kelimei Şahadet teklifi başta olmakla beraber, Müslümanların Kelime-i Şahadetin anlamını, yani esenlik ve huzurdan ibaret olan dinin emirlerinin toplumca yaşanıyor olmasına da ehemmiyet veriyor. Ki, bu, bir gayri Müslim için dini en etkili biçimde ve severek öğrenme yoludur; bir Müslüman için de en etkili tebliğ biçimidir. Şeair bize bu imkânları özü itibariyle veriyor.
DİPNOTLAR:
1. Lem’alar, s. 181.
25.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Çakallar ve orman kartalları |
|
Yüksekçe bir dağın üst yamacında uçuşup duran kartalları izliyorum. Dağ, ormanla kaplı.
Kartallar, gün boyu üzerinde uçuştukları orman alanını velveleye verircesine ötüyor, ciyak ciyak bağırıp duruyorlar. Arada bir hızla alçalarak ağaçların arasına dalıyor, bir müddet sonra tekrar çıkıp yükselişe geçiyorlar. Yine öterek aynı alanda tur atmaya devam ediyorlar.
Büyük orman kartalı denilen bu yırtıcı kuşları karşı yamaçtan seyrediyorum. Bazan üç yüz–beş yüz metre uzaklaştığım halde, seslerini yine işitebiliyorum. Bütün gün geziniyor, ötüşüyor ve ormanın içine dalıp dalıp çıkıyorlar.
Belli ki, bunlar av peşinde. Fakat, acaba neyi avlıyorlar, ne yiyorlar ve nasıl avlanıyorlar diye meraklanıyor insan.
Aynı merak, neden sessizce değil de, yüksek sesle öterek havada tayarân ettikleri hususunda da uyanıyor.
Onları hem gözlemleyerek, hem de araştırarak öğrendik ki, yüksek volümlü ötüşleri ile avlarını ürküterek tahrik ediyorlar. Avın hareketlenmesi ve bir noktadan bir başka noktaya koşuşturması esnasında, tepeden yeri gözlemleyen kartalın derhal dikkatini çekiyor ve hedefe girmiş oluyor.
Kartalların hem gözleri çok keskincedir, yerdeki en küçük bir hareketlenmeyi fark edip görürler, hem de radar gibi iş gören antenleri ve hisleri fevkalâde kuvvetlidir. Orman içinde dolaşan farelerin, yılan ve sâir sürüngenlerin yerini tesbit eder ve ani bir dalışla tepelerine binerler.
Kartallar, haliyle ölmüş hayvan leşlerini de fark ederek gelip temizlerler.
Bu yırtıcı ve ürkütücü kuşları bir de kurt, çakal gibi vahşi hayvanlar takip ederek, aynı bölgeyi gece vakti gelip dolaşırlar. Kartalların yiyip bitiremedikleri leşlerin artıklarını, gece mesaisi yapan bu canavarlar temizleyerek beslenirler.
Zira, gece vakti aynı ormanlık bölgeden yayılan çakal sürülerinin seslerini işitiyoruz. Çakallar, ayrıca hızla üreyip çoğalan yaban domuzlarının yavrularını yiyerek, büyük bir tehlikeyi frenlemiş oluyorlar.
İşte, bütün mahlûkatı harikulâde bir hikmet ve intizam dairesinde yaratan ve çalıştıran Cenâb–ı Hak, gündüz mesaisi yapan kartallar ile gece vardiyasına çıkan çakalları da, tam bir denge unsuru şeklinde yaşatıp istihdam ediyor.
Biz de, bir yandan bu havyanların harika vaziyetlerini seyrediyor, bir yandan da yaratılış hikmetlerini düşünüp mütalâa ediyoruz.
Tarihin yorumu = 25 Temmuz 0711
İspanya'da zafer heyecanı
Büyük İslâm kahramanı Tarık bin Ziyad, komutası altındaki fetih ordusuyla birlikte 711 yılı 19 Temmuz'unda fiilen başlatmış olduğu İspanya fethini kısa sürede tamamlayarak nihaî zafere ulaştı.
İslâm ordusu, kazanmış olduğu bu muazzam zaferin heyecanı ile sarhoşluğa değil, bilâkis şükür ve ibadete daha fazla yönelmek sûretiyle, ayrıca rüştünü ispat etmiş oldu.
* * *
Tarık bin Ziyad, aslen Kuzey Afrika’da yaşayan Berberi kabilelerine mensuptur. İslâm ile şereflendikten sonra, büyük bir ilerleme kaydetti ve en bilgili, en cesur kumandanlardan biri oldu.
İspanya’daki bazı deniz korsanları ile bu ülkede kuvvet zoruyla hükmetmeye çalışan bazı gruplar, uzun süreden beri Akdeniz sahillerinde yaşayan ve denizcilikle uğraşan Müslümanları taciz ediyorlardı. Aralarında zaman zaman küçük çaplı çatışmalar da yaşandı.
Sonunda iş bu ülkenin fethedilmesi gerektiği noktasına kadar gelip dayandı.
Tarık bin Ziyad, başına topladığı on iki bin kadar Müslüman asker ile birlikte yola koyuldu. Ahdetti ki, ya İspanya’yı fetheder alırım, ya da bu uğurda şehit olur giderim.
İşte bu azim ve iman ile Afrika sahilinden bir donanma ile İspanya sahillerine çıkarma yaparak, bu ülkeyi fetih harekâtını başlattı. Geri dönüş yolunu da kapatmak için, kendilerini boğazın İspanya yakasına geçiren donanmayı da oracıkta yakmaya karar verdi.
Böylesi bir kararlılık karşısında kim durabilirdi?
Nitekim, İspanya’da yaşayan hükümetler ve derebeyliklerin hiçbiri İslâm ordusu karşısında duramadı, savaşı sürdürecek gücü kendinde bulamadı.
Neticede, baştan sona kadar coşku ve heyecanın hakim olduğu bir fetih hareketiyle, Endülüs İslâm Devletine giden bir mukaddes yolun kapısı açılmış oldu.
25.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Basında sansür kalktı mı? |
|
Dün ‘basında sansürün kaldırılışının 100. yılı’ kutlandı. Bilindiği gibi 24 Temmuz, aynı zamanda “Basın Bayramı” olarak da kutlanıyor. Kutlanıyor, ama bu ‘bayram’ı gazeteciler de ciddiye almıyor olsa gerek ki, kutlama sadece ‘resmî açıklamalar’la sınırlı kalıyor. Öyle ki, ‘bayram haberleri’ neredeyse gazetelerde bile yer almıyor...
Peki, gerçek durum nedir? Basında sansür, ifade edildiği gibi kalktı mı? Bu soruya, gönül rahatlığıyla ‘evet’ demek mümkün olmadığı gibi, aksine gizli ya da açık baskılar neticesinde sansürün daha da arttığı söylenebilir.
Yapılan propaganda sebebiyle ‘sansür’ deyince akla 100 yıl öncesi geliyorsa da asıl katmerli sansür, ‘tek parti devri’nde yaşanmıştır. Sonraki yıllarda da sansür olmuştur, ama kıyaslandığında tek parti devrini yetişen bir uygulamaya rastlamak kolay değildir.
Günümüzde ‘özgürlük rüzgârları’ estiği halde yine sansür vardır. Elbette bu uygulamalar ‘sansür’ adı altında yapılmıyor, ama netice değişmiyor. Yöneticiler her zaman medyadan yana şikâyetçi oldukları için kendilerine has metodlarla ‘sansür’ uygulamak isterler. Dikensiz medya bahçesi her yönetici için tercih sebebidir. Bazı gazeteciler sansürün kaldırılışın 100. yılını kutlarken, yüz yıl önce yaşanan sansürü eleştirip, bugün devam eden sansürleri görmek istemez.
Kanunlarımız, ‘medya sansür edilemez’ der, ama vak’alar bunun tersini gösteriyor. Tabiî ‘sansür’ isteyen sadece yöneticiler değildir. Büyük patronlar da kendilerine dokunan konularda gizli ya da açık sansür taraftarıdır. Öyle olmasa, paraya hükmeden büyük patronların şirin gösterilmesi için haberler yapılır mıydı? Aynı şekilde, medyada ‘patron’lar hakkında olumsuz haberler yer almaması sadece onların ‘dürüst’lükleriyle açıklanabilir mi? ‘Reklâm gelen yerden haber esirgenmez’ anlayışı da yeni tür bir sansür sayılamaz mı?
Basında sansürün kaldırılışının 100. yıl dönümü ve 24 Temmuz Basın Bayramı dolayısıyla mesaj yayınlayan bir devlet erkânı şöyle demiş: ‘’24 Temmuz, bilindiği üzere II. Meşrûtiyet’te (1908) Anayasa’nın yeniden yürürlüğe girmesinin ertesinde çıkan gazetelerin, gazeteciler tarafından sansür memurlarına verilmeden, gösterilmeden çıkarılmış olduğu bir gündür. Bu nedenle de 24 Temmuz, Basın Bayramı olarak kabul edilmiş ve bu yıl da 100. yılı kutlanmaktadır. Demokrasinin temel taşlarından olan basın özgürlüğü, şeffaf yönetim ilkesinin de temel yapı taşlarındandır.’’ (AA, 23 Temmuz 2008)
Basın özgürlüğü, şeffaf yönetim ilkesinin temel yapı taşlarındandır, ama bu özgürlük kâğıt üstünde kalmamalı. En dikkat çekici olan, basın meslek kuruluşlarının bu ‘bayram’ vesilesiyle gizli ya da açık ‘sansür’ü masaya yatırıp tartışmaması. Sadece açıklamalarla yetinmek, basın üzerindeki baskıyı bertaraf etmek için yeterli değildir. Bir ve bütün olmak, kimden gelirse gelsin baskıya karşı koymak, bu uğurda bütün medya mensuplarıyla işbirliği yapmak; faaliyet gösteren meslek kuruluşlarının birinci görevi olmalı.
Ne yazık ki bu yapılamadığı gibi, gizli ya da açık olarak uygulanan ‘sansür’ü normal kabul eder hale geldik. Bazı ‘önemli’ haberler için konulan ‘yayın yasağı’ da bir nev'î sansür değil midir? Meslek kuruluşları bunları da tartışmalı, bunlara da itiraz etmeli. Ancak bu şekilde sansür uygulaması sona erebilir.
25.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Demokratik kural bozulmasın |
|
Önümüzdeki hafta Ankara hayli hareketli olacak. 22 Temmuz seçimlerinin üzerinden bir yıllık süre geçti. Seçimler öncesinde yaşanan cumhurbaşkanlığı tartışmaları erken bir seçimi getirmişti. Seçimlerin ardından cumhurbaşkanı seçildi, ama siyasette yaşanan karışıklık bir türlü giderilemedi.
Meclis’te grubu bulunan 4 partiden ikisi için kapatma dâvâsı açıldı. Anayasa Mahkemesi DTP’nin sözlü savunmasını 26 Haziranda vermesi gerekirken Anayasa Mahkemesine yaptıkları başvuru üzerine Mahkeme talebi yerinde bularak sözlü savunma gününü 16 Eylül’e erteledi. AKP’nin kapatma dâvâsında ise, son dönemece girildi. Anayasa Mahkemesi önümüzdeki Pazartesi gününden itibaren “kapatma talebini” esastan görüşmeye başlayacak ve en geç gelecek hafta Cuma günü kararın açıklanabileceği tahmin ediliyor. Yakın tarihimizde Refah Partisinin kapatılma dâvâsında bu aşamaya 7 ay 25 günde, Fazilet Partisi’nin kapatılma dâvâsında ise bu aşamaya 2 yıl 45 günde gelinebilmişti. 14 Mart 2008 tarihinde AKP hakkında kapatma dâvâsını açan Yargıtay Başsavcılığı ve AKP’nin hiçbir dâvâ aşamasında ek süre talebetmemesi, hatta sürenin dolması beklenilmeden yapılan sözlü savunmalar neticesinde yaklaşık 4.5 aylık bir sürede bu aşamaya gelinmiş oldu.
* * *
AKP hakkındaki kapatma dâvâsını, 11 kişiden oluşan Anayasa Mahkemesi heyeti karara bağlayacak. Dosyadaki deliller tek tek tartışıldıktan sonra kapatma talebi oylamaya sunulacak. Anayasaya göre, en az 7 üye “kapatma” yönünde oy kullanırsa AKP kapatılacak. Bu durumda heyet, kimlere siyaset yasağı yaptırımı uygulanacağını, hakkında yasak talebinde bulunulan başta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Tayyip Erdoğan, 5 bakan, 11 parti yöneticisi, 32 milletvekili, eski milletvekilleri, belediye başkanlarının olduğu toplam 71 ismin durumunu tek tek ele alarak oylayacak. En az 6 üyenin “yasaklansın” oyu verdiği isme, 5 yıl süreyle siyaset yasağı yaptırımı uygulanacak. Kapatma kararı için Anayasa Mahkemesinin 11 asıl üyesinin en az 7’sinin oyu gerekecek.
Bu dâvânın bir ilk olma özelliği de var. İhtilâller haricinde cumhuriyet tarihinde ilk kez tek başına iktidarda olan parti aleyhine kapatma dâvâsı açıldı. Kapanması durumunda iktidarda olan bir parti Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatılmış olacak. Ancak, AKP’liler bazı göstergelere dayanarak partinin kapatılmayacağını düşünüyor.
Birincisi Başbakan’ın Başkanlık ettiği Yüksek Askerî Şûrâ 1-4 Ağustos tarihleri arasında toplanacak. Eğer Anayasa Mahkemesi kapatma kararını gerekçesi ile birlikte açıklarsa YAŞ Başbakan olmadan toplanabilir mi? Toplanırsa Başbakan imzası olmadan Köşk’e gönderilebilir mi? Çünkü, kapanma durumunda Erdoğan ve bazı bakanların siyaset yasağı devreye gireceği için Başbakan’la birlikte otomatik olarak hükümet düşmüş sayılacak. Türkiye öncelikle yeni bir hükümet sorunuyla karşı karşıya gelecek.
İkincisi ise, Yargıtay Başsavcısının kapatılmasını istediği Hak ve Özgürlükler Partisi (Hak-Par) dâvâsında Anayasa Mahkemesi’nin beş üyesinin partinin “kapatılmaması”, diğer 6 üye ise “kapatılması” yönünde oy kullanmış olması. Bu kararın gerekçesi 1 Temmuz 2008 tarihinde Resmî Gazete’de yayınlandı. Bu gerekçe hem AKP, hem de DTP’yi umutlandırdı.
Üçüncüsü ise, Anayasa Mahkemesi raportörünün “AKP kapatılmasın” şeklinde görüş açıklaması…
* * *
Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt, dâvânın sonuçlanmasının ardından kıyamet kopacağına ilişkin sözlerine karşılık (Paksüt sonra sözlerinin cımbızlandığını söyledi) Başkan Haşim Kılıç, “Türkiye çok büyük bir ülkedir. Kıyamet-mıyamet kopmaz” demişti. Dâvânın sonucunun açıklanmasından sonra belki kıyamet kopmayacak, ama iktidar partisinin kapatılması durumunda siyasî dengelerin yerinden oynayacağı, ekonomide dalgalanmaların olacağına kesin gözüyle bakılıyor. Başka alanlarda da etkilerinin olacağı aşikâr.
SÖZÜN ÖZÜ
AKP’ye kapatma dâvâsı açıldığında partilerin kapatılması ile ilgili olarak şunları söylemiştik. Şimdi de aynı noktada duruyoruz. “Türkiye’de şu ana kadar 24 parti kapatılmış, peşinden aynı insanlar başka isimlerle parti kurmuşlar, faaliyetlerine devam etmişler. Gerek mahkemelerin, gerekse de ihtilâllerin kapattığı partiler milletin gönlünde yer ettiyse tekrar siyaset sahnesine dönüyor. Milletin gönlünde yer bulamayan partiler ise kapatılmasalar da marjinal hale geliyor veya kendiliğinden kapanıyor… Demokrasilerde temsil yetkisinin kaynağı millettir. Demokrasinin temel unsurlarından birisi de siyasî partilerdir. Siyasî partilerin de seçimle gelip seçimle gitmesi demokratik kuraldır.
25.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kemal BENEK |
Yarın saat 16’da neredeyiz? |
|
Ülkemiz çeşitli STÖ’lerin mücadelesine sahne oluyor. Bir taraf demokratik haklarını kullanırken diğer taraf illegal yöntemleri kendine rehber ediniyor.
Önce STÖ’ye bir açıklık getirelim. STÖ’den STÖ’ye fark var. STÖ’nün akla gelen ilk ve tek açılımı Sivil Toplum Örgütü.
Ancak Ergenekon operasyonu ile birlikte yeni tür STÖ’lerle, yani “Silâhlı Terör Örgütü”yle karşılaştık.
***
28 Şubat süreci de, adına Sivil Toplum Örgütü denilen kimi kuruluşların desteğiyle gerçekleştirilmişti. Toplum Örgütü. diğer Türkiye’nin en büyük meslek örgütlerinin liderlik yaptığı bu süreci çok iyi hatırlayacaksınız.
Bir olgunun ismini değiştirmek ona tek başına haklılık kazandırmıyor. “Doğan görünümlü Şahin” ne kadar inandırıcı ise “sivil görünümlü darbeciler” de o kadar inandırıcı. Bu yüzden söz konusu STÖ’ler “üçlü-beşli çete” tanımlamasına muhatap olmuşlardı.
***
28 Şubat süreci ile başlayan “siviller eliyle darbe” sürecini Ergenekonla daha da iyi anlamaya başladık. Bir çok STÖ’nün darbe ve çete oluşumlarına ev sahipliği yaptığı ortaya çıktı.
Sivil toplum deyince tüyleri diken diken olan ulusalcıların sivil toplumculukları da ancak bu kadar oluyormuş.
***
Kötü, emsal olmaz. Onu bir kenara bırakalım. İyiyle, güzelle, müspetle ilgilenelim.
Bir süreden beri çeşitli şehirlerde darbeyi lânetleyen STÖ’ler yani Sivil Toplum Örgütleri yarın Ankara’da bir araya geliyor.
Ankara alışkın olmadığı bir harekete ev sahipliği yapacak. Farklı düşünce ve fikirden demokratlar Sıhhiye meydanından Kolej’e doğru yürüyecek.
***
Her türlü istibdat ve baskıya karşı çıkmanın yolu herkesin kendi hukukuna sahip çıkmasından geçiyor.
Darbe zihniyetine dur demek için de bu gerekli... Hamiyet ehlini zahmetten kurtarmak için de...
Unutmayın. Yarın saat 16’da Sıhhıye’deyiz...
25.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
23 Temmuz’un sırrı |
|
‘23 TEMMUZ’ tarihi, tarihimizin meş’um dönüm noktalarından birisi. Sadece bizim değil aynı zamanda Mısır’ın da. Dolayısıyla ‘23 Temmuz’, tarihimizin en önemli dönüm noktalarından birisi olduğu gibi kaderin de en önemli remizleri arasındadır. II. Abdülhamid Han’ın İkinci Meşrutiyet’i kabule zorlandığı tarihtir. Bu tarih aynı zamanda II. Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesine ve Osmanlı’nın sonuna giden süreci açmıştır. Hadislerin tarif ve tanımıyla İttihatçılar ‘sufehau’l ahlam’dır. Devrim çocuksuluğu diye bir tabir vardır. İşte bu hayalperest devrimciler Servet-i Fünun gibi sanal dönemlerin sanal ürünleri ve devrimcileridir. Ama II. Abdülhamid Han’ın öngördüğü gibi on yıl içinde imparatorluğu tarumar etmişlerdir. 23 Temmuz bir İttihatçı darbesidir. Ve bundan onlarca yıl sona 1952 yılında Mısır’ın İttihatçıları olan Hür Subaylar (Dubbatu’l Ahrar) bir hareket yapmışlar ve hareket daha sonra Sevre/Devrim olarak anılmıştır. Faruk’un yozlaşmış rejimine karşı Hür Subaylar bir kurtarıcı olarak algılanmış ve halk darbeyi büyük bir coşkuyla karşılamış ama yeni kurtarıcılar ülkenin üzerine öyle bir çöreklenmişler ki, Hidivliği aratmışlardır. Hazreti Ömer ‘ben kral mıyım yoksa halife miyim nereden ayırd edeyim?’ sorusuna sahabiler şöyle cevap verirler: “Elbetteki halifesin, kral değilsin. Sebebine gelince, keyfi olarak almaz keyfi olarak dağıtmazsın…” Mitterrand’a da sorarlar: “Sabık Fransız kralları ile başkanların durumunu ve otoritesini kıyaslar mısın?” Bunun üzerine Mitterrand: “Krallar yarı tanrıdırlar” demiştir. Otoriter krallar gitmiş yerine totaliter başkanlar gelmiştir. Bediüzzaman’ın asıl istibdat sonraki gelen imiş dediği gibi 1952 sonrasında Mısır ideolojik olarak önce bir sıçrama yapmış ama ardından her alanda yıkım içine girmiştir. Mısırlı Hür Subaylar gerçek mânâda İttihatçıdırlar ve bugün ne Mısır ne de Türkiye 23 Temmuz’un kötü mirasından kurtulabilmiş değil.
Otoriter ve totaliter. Türk ve Mısır halkı bugün dahi hâlâ 23 Temmuz coşkusunun acısını ve pişmanlığını yaşıyor. Bu münasebetle yani 23 Temmuz’un yıl dönümüyle ilgili Yağmur Atsız hoş bir yazı kalame almış. Sizlerle paylaşmak istedim.
***
‘Uğursuz bir yıl dönümü’ başlıklı yazısında ezcümle şunları kaydediyor: “Bugün, 23 Temmuz 1908 tarihinde îlan edilen İkinci Meşrûtiyet’in 100. Yıl dönümü. Üstünkörü bakıldığı zaman çok olumlu bir gelişme gibi görünse dahî aslında son derece uğursuz bir dönüm noktası. Çünkü Türkiye böylece II. Abdülhamîd’in kansız istibdad rejiminden kanlı bir zulüm ve istibdad rejimine geçmiş ve netîceten kalburüstü İttihadcılardan bile hemen hepsi Abdülhamîd Devri’ni adeta rahmetle anıp mumla arar hale gelmişdi. O kadar ki 1917’de Abdülhamîd’in cenazesi kaldırılırken Ahmed Rasim Bey gözyaşları içinde şu beyti söylemişdir:
‘Sen değil na’şın hükümdar olsa elyakdır bize!
Dönsün etsin Taht-ı Osmánî’ye tábûtun culûs!’
Zaten Hakan Halîfe 1909’da hal’edilir, yani tahtdan indirilirken, tabir caizse, peygamberane bir kehanetde bulunarak, ‘Eğer memleketi on yıl idare edebilirlerse yüz yıl etmiş gibi övünebilirler.’ demiş ve gerçekten de İttihadcılar tam on yıl sonra 1918’de beş buçuk milyon kilometrekarelik İmparatorluk’u batırıp, yangın yerine döndürüp iki milyondan fazla insanı da telef etdikden sonra hırsızlar gibi gece karanlığı bir Alman harb gemisiyle kaçıp gitmişlerdir. Birinci Cihan Harbi’nden önce 1912/13 Balkan Harbi’nde Türkiye’nin Avrupa’daki ve Ege’deki neredeyse tüm topraklarını (Arnavutluk, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Makedonya, bütün Kuzey Yunanistan, Girit, Oniki Adalar) ve ilâveten Libya’yı kaybeden İttihadcılar çoğunlukla vatansever, fakat son derece cahil ve akılsız insanlardı…”
***
Cahil ve sersem olduklarından dolayı kendilerine ‘sufehau’l ahlam’ dedik. Onlar bu yönüyle Mervaniler gibiydiler. Makalenin kalan bölümünde Atsız haklı olarak şunları kaydediyor: “İttihadcılar birkaç ay içinde Osmanlı Mülkü’nü bir îdamlar, sürgünler ve suikasdlar kábushánesine çevirmişler, üstelik iktidára gelmek uğruna daha önce işbirliği etdikleri Balkan komitacıları ve Ermeni Daşnaksütyun militanlarından kendilerine bir hayır gelmeyeceğini de bermûtád çok geç fark etmişlerdir. Kaldı ki iç politika bakımından pek çok hatáları ve paranoyaları bulunan Sultan II. Abdülhamîd, buna rağmen bir dış politika dehásı olduğu için devleti bu şekilde yaşatmanın artık mümkin olmadığını görerek bir yandan yoğun bir eğitim ve ekonomi seferberliğine girişirken bir yandan da ‘Kabîle Mektebleri’ adı verilen okullarda Arab viláyetlerinden getirtdiği çocukları eğitiyor ve onları bu viláyetlerin müstakbel yöneticileri olarak hazırlıyordu…”
Bu tesbiti ilk defa duyuyorum. Bu olsa olsa daha sonra Sovyetler’in Afganistan’da veya Amerikalıların Irak’ta yaptıklarına benzeyecektir. Ruslar sadık bir aracı sınıf meydana getirmek için 1978 yılında işgal ettiği Afganisan’dan 10 bine yakın öğrenciyi SSCB sınırları içine taşımıştır. Bunlardan bir kısmı Mir Arap Medresesi gibi kurumlara yerleştirilmiş ve Taşkent gibi şehirlere getirilmiştir. Fakat bunlar da SSCB’nin 1989 yılında Afganistan’dan çekilmesine mani olmamıştır. Yine Amerikalılar 1991 ve 1992’de Saddam’ı Kuveyt’ten kovduktan sonra kuzeyde birçok Kürt’ü geleceğin idaresine kadro hazırlamak ve aracı geleceğin aracı sınıflarını yetiştirmek için Guam Adasına götürdüler. Ama onlar da galiba İttihatçıların ve Rusların akibetine uğramaktan kurtulamayacaklar. Bazı tedbirler post mortem oluyor.
***
Türkiye İkinci Meşrûtiyet’in yüzüncü yıl dönümünde yeni yepyeni bir döneme giriyor. Meşrûtiyetin yüzüncü yıl dönümünde yeni bir milâdın arefesindeyiz. İkinci Meşrûtiyet’in ilânı ile İkinci Abdülhamid’in tahttan indirildiği ara dönemin bir benzerine girdik. Bu da yeni bir milâdın ayak sesleridir.
25.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Tan ve Ergenekon |
|
4 Aralık 1945’teki Tan gazetesi baskını gerçekleştiğinde Ergenekon örgütü var mıydı? Baskına katılanlar arasında, Ergenekon soruşturması bağlamında gözaltına alınıp bırakılan İlhan Selçuk’un da bulunması, bu yöndeki çağrışımları güçlendiriyor.
Bir gazetenin basılıp matbaasının tahrip edilmesinin, eylem türü olarak Ergenekon tarzına pek yabancı düştüğü de herhalde söylenemez.
Ama burada bizim konuyu getirmek istediğimiz yer farklı. Ve cevabını aradığımız soru şu:
Tan baskınına Üstadın bakış tarzından, acaba Ergenekon operasyonunu nasıl değerlendirmemiz gerektiğinin ipuçlarını çıkarabilir miyiz?
Bir mektupta bu olay için şu yorum yapılıyor:
“İstanbul’da bolşevizm aleyhindeki nümayiş hadisesi, Risale-i Nur’a karşı perde altında hücum eden iki kuvvet birbirine vaziyet almaya başladığı cihetle, Risale-i Nur fütuhatına büyük bir vesiledir...” (Emirdağ Lâhikası I, s. 92)
Bu iki kuvvetten biri, doğrudan doğruya dinsizlik hesabına dine ve Risale-i Nur’a hücum eden komünizm ve bolşeviklik; diğeri komünizme karşı tavır alan milliyetçi-Türkçü hareket.
Aslında ikisinin de beslendiği kaynak aynı. Ancak zaman içinde altı oktan devrimciliği komünistler, milliyetçiliği Türkçüler sahiplenmiş.
Ve bunlar birbiriyle çatışmaya girmiş.
Yola çıktığı andan itibaren sosyalist-bolşevik prensiplerinin takipçisi olan tek parti rejimi ise, son demlerinde kâh komünistlerin üzerine gitmiş, kâh Türkçü-Turancıları hedefine koymuş.
Yani, evvelce ve yıllarca dine ve Risale-i Nur’a hücumda beraber hareket eden kuvvetlerin birbirine düşmeleri vâkıası, sonraki süreçte daha da derinleşerek devam edip bugünlere gelmiş.
Son dönemde Maocu, Leninist v.s. komünistlerle Turancıların Kızılelmacılık ve ulusalcılık ortak paydasında dayanışmaya yönelmeleri bu parçalanmayı ortadan kaldırmayı hedefleyen çok gecikmiş, beyhude ve umutsuz bir girişim.
Ergenekon operasyonuna tepki adına tertiplenen bir gösteride Atatürk ve Lenin fotoğraflarının birlikte yer aldığı pankart ise, Kemalizm-bolşevizm yakınlığının yeni bir belgesi olmalı.
İşte Ergenekon operasyonu, Kemalist cephedeki yeni bir iç hesaplaşma ve bölünmenin tezahürü. Bu çatışmanın bir tarafında, Kemalizm adına her türlü cinayet, suikast, çete, mafya ve darbe oluşumlarına kaynaklık eden bir yapılanma; diğer tarafında değişen dünya ve ülke şartları içinde bu şekilde devam edilemeyeceğini görerek, sistemlerini “yasal ve demokratik” zeminlerde korumak gerektiğini düşünen cenah.
Operasyonun, başarıya ulaştığı takdirde darbeci ve mafyacı çetelerin tasfiyesi yönüyle müsbet sonuçlar getireceği muhakkak. Ancak Atatürk milliyetçiliğini ibra ettirip dindarları Kemalizmle barıştırma hesapları için kullanılması bahsinde aynı şeyi söylemek asla mümkün değil.
Gerçi tutmaz da. Yeter ki, siyaset ve sivil toplum, kendisine çok daha geniş bir hareket ve inisiyatif alanı veren bu yeni durumu iyi değerlendirip tuzağa çanak tutma hatasına düşmesin.
Bediüzzaman Tan olayını Risale-i Nur’a hücum eden iki kuvvetin birbirine düşmesi yönüyle fütuhata vesile olacak bir gelişme olarak yorumlamıştı. Burada da benzer bir durum var.
Ergenekoncular, şimdi bir defa daha bumerang gibi kendilerine dönen Danıştay cinayetini, “dinci” bir saldırganın, “Nurcu bir şeyhin azmettirmesi” sonucu işlediği iddiasıyla, Risale-i Nur camiasına çamur atmaya kalkışmışlardı.
Bugünkü Genelkurmay yönetimi ise, darbe günlüklerindeki ifadeler doğruysa, Said Nursî’ye nasıl baktığının işaretlerinden birini, “(AKP’nin) AK ismi kasten, bilerek Bediüzzaman’ın yazılarından alınmıştır” beyanıyla açığa vurmuş.
Oysa iki iddia da yanlış. Nurculuğun cinayetle de, şeyhlikle de, siyasetle de ve AKP ile de ilgisi yok ve olamaz. İlginç olansa, son kertede, bu iddia sahiplerinin birbirlerine karşı tavır almaları.
25.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|