|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Tesettür Risâlesi keşfedilirken (13): Bir hayat tarzı olarak tesettür |
|
Tesettür konusunda eşsiz bir hukuk mücadelesi:
Eskişehir Mahkeme müdafaası
Bediüzzaman Hazretlerinin kaleme aldığı Tesettür Risâlesini, “paket okuma programı” tarzında Eskişehir Mahkemesi Savunmaları ile birlikte değerlendirmekte büyük faydalar var. Zira, Bediüzzaman Hazretleri bu “kısacık” risâleciğin, bir cümlesi yüzünden mahkûm oluyor.
Onun “Kendini ve hâkimlerini ebedî mahkûm ve mahcub eylemiş” (Sözler, Lemeât, s. 1182, Yeni Asya Neşriyat, 2005) cümlesiyle değerlendirdiği bu Mahkemenin safhaları, bir yönüyle günümüzde çok tartıştığımız “yargının siyasallaşması” meselesine ilginç bir örnek olarak yakın tarihin sayfaları arasında yer almakta.
Evet, 1935’te Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi, Bediüzzaman Hazretlerine hukukî bir suç isnat edilememesine rağmen, Tesettür Risâlesi bahanesiyle, ancak “kanaat-i vicdaniye”ye dayanarak 11 ay hapis ve Kastamonu’da “mecburî ikamet” cezası verdi. 15 talebesini de altışar ay hapisle cezalandırdı.
“Âyet-i kerime tefsirinden dolayı bir müfessiri cezalandırmak, dünyanın hiçbir mahkemesinde görülmemiştir; elbette ve elbette büyük bir adlî hatadır” sunumuyla Tarihçe-i Hayat’ın sayfaları arasında yer alan savunmanın hukukçular tarafından tahlil edilmesi de başka yazı çalışmalarının konusu olsa gerek.
SUSMA!
Temyiz Mahkemesinden dâvâya tasdik geldiği takdirde, Bakanlar Kuruluna, Millet Meclisine, İçişleri Bakanlığına ve Adliye Bakanlığına verilmek üzere yazdığı yazıda yer alan “Eğer bu haklı derdimi ve ehemmiyetli hakkımı bu mercîlere dinlettiremezsem, bu hayata veda etmek bana vacib olur. Çünkü sükûtumla şahsî bir hakkımla beraber, binler muhterem hukuk zayi olur” sözleri de onun bu konuya verdiği ehemmiyetin derecesini gösterir.
“Hukukumu kanun dairesinde istiyorum. Kanun namına kanunsuzluk edenleri, cinayetle ittiham ediyorum. Böyle canilerin keyiflerini elbette Hükümet-i Cumhuriyenin kanunları reddeder ve hukukumu iade eder” cümleleri de mevcut hukuk sistemine sonuna kadar itimat etmesinin delilleri hükmündedir.
Evet Bediüzzaman Hazretlerinin Eskişehir Mahkemesindeki savunmaları onun tesettür konusundaki hukuk mücadelesinin eşsiz bir örneğidir.
Günümüzde kimilerinin başörtüsü yasağı karşısındaki suskun “Ne yapalım hakkımızda hayırlısı böyleymiş” tavrına da bir cevaptır!
SEFİH MEDENİYETİN "GİZLİ"
TESETTÜR MUHALEFETİ
Tesettür Risâlesinde örtünmenin kadın için fıtrî ihtiyaç olduğu gerçeği genel bir tablo içinde ele alınır. Tesettür emrine riâyet, risâleciğin en başında verilen Ahzab Sûresindeki ölçüyle başörtüsü ile taçlanmalıdır. Bununla birlikte çok geniş bir emir olan tesettürü, sadece başörtüsünden ibaret görmek eksik bir anlayıştır.
Âyet ve hadislerde tesettür emri, kadının konuşma üslûbunu, taktığı zinetleri, sürdüğü kokuları, giydiği kıyafetin geniş ya da dar olmasını, şeffaflığını… detaylandırıp, sınırlayarak kadını şefkatle merhametle kucaklar.
Sefih medeniyetin istemediği kadın modelidir bu.
Zira, gönlünde iman hakikatlerinin taht kurduğu inanan bir kadın, sefih medeniyetin hükümdarlığını temelinden sarsar. Nasıl mı?
Kanaat, iktisat ve şükür hazineleri onu israftan men ettiğinden zarurî ihtiyacından fazlasını tüketmez. “Helâl daire keyfe kâfîdir. Harama girmeye gerek yoktur!” düsturuyla hareket eder.
Böyle bir kadın modeli, dişiliğini değil, kişiliğini ön plana aldığından eğlence âlemlerinin mezesi olmaz! Dans partilerine gitmez, içki içmez…
Moda, reklâm, kozmetik, eğlence gibi sektörlerle beslenen tüketim ekonomisi için bu modelden daha tehlikelisi olabilir mi?
İşte bunun için sefih medeniyet türlü çeşit yöntemlerle tesettüre kimi zaman açıkca, kimi zaman gizliden muhalefet eder!
Açıkça muhalefetini zaten yıllardır artık bunaltacak derecede yaşamaktayız. Peki gizliden muhalefeti nasıl ola ki?
"İKNA" METOTLARI
Sefih medeniyetin tesettüre karşı gizli muhalefetinin etkilerini özellikle dindar çevrelerde son zamanlarda her zamankinden daha acıklı bir şekilde müşahede etmek mümkündür.
“Tersine dünya” dedirtircesine Cumhurbaşkanı, Başbakan, çoğu milletvekili eşlerinin başörtülü olduğu bir zamanda bu “ikna metotları”nın yaygınlaştırılması müdekkik gözlere kaderin bir işareti olsa gerek!
FARKIN YOK!
Para ve iktidar hırsı çoğu insanı değiştirir. Kadını da… Hayata bakışını, dolayısıyla dost çevresini, giyimini, takılarını, tatil anlayışını…
Her şeye, hatta başörtüsü yasağına rağmen “Ekonomik özgürlük” kazanma ve “Akademik kariyer” yapma, “istikbalini garantiye alma” çabaları her zamankinden ziyadedir. Modaya uymalı, marka giymelidir. Tesettür defileleri ile giyim tarzı yenilenmelidir… Zengin kozmetik malzemeleri ve asgarî ücrete denk fiyatlı başörtülerle bu yeni giyim modelleri desteklenmelidir.
Başörtülüler bu ülkenin ikinci sınıf vatandaşı değillerdir ki. O yüzden adeta “kör gözüne” dercesine teşhir edilir sahip olunanlar!
Televizyon programlarında sunuculara tempo tutan, pop san'atçılarına ve spor karşılaşmalarına tezahürat yapan başörtülüler de başka bir tarzda “Benim sizden bir farkım yok!” düşüncesinin ibretli misâllerini oluşturmaktadır.
Oysa hakikatte aradaki mesafe o kadar derindir ki…
İLİM UĞRUNA!
“İlim öğrenmek farzdır. Başörtüsü engelse açılabilir”
İkna metotlarından bir tanesi de budur! Kimi hocalar, din âlimleri de vakti zamanında “İlim asıldır. Başörtüsü füruâttır” diyerek bu konuda fetva vermişlerdi, veriyorlar.
Oysa ki, üniversite tahsili ilim öğrenmenin tek yolu değil, yollarından sadece bir tanesidir.
DAHA İYİ HİZMET İÇİN!
“Üniversiteyi bitirip, önemli yerlere gelmeliyiz. O zaman bizden sonrakilerin işini kolaylaştırırız. Bizim gibi insanların sayısı artmalı” düşüncesiyle ikna edilenlerin bunca yıldır neyi başardıkları ortada. Taviz tavizi getiriyor ve parmağını gösteren kolunu feda etmek zorunda kalıyor!
AİLE BASKISI
Bütün bu ikna metotlarında, anne babaların evlâtlarına yaptıkları baskı öylesine yaygındır ki, hiç ummadığınız kimi dindar ebeveynler bile uygular! Evlâtlarını, kendi hayatlarının sigortası olarak gördüklerinden mi böyle yaparlar bilinmez.
Hanımlar Rehberi’nde Bediüzzaman’ın şefkatini sûiistimal eden anne misalini hatırlarsak, maksadının aksiyle tokat yemeyi netice veren acı bir tercihtir bu! Zira, anne malını mülkünü evlâdının eğitimi için feda eder. Evlât okur, ama dinî değerler ön plana alınmadığı için, annesine dünyada rahat yüzü göstermez. Gereken hürmeti ve muhabbeti de esirger. Ya ahirette rahat verir mi?
Evet, şeytan her zaman soldan yaklaşmıyor ki. Bazen de sağdan yaklaşıyor. Nefis de aldatıyor! Hz. Yusuf’un (as) yaptığı duâya çok muhtacız: “Şüphesiz nefis daima kötülüğe sevk eder. Rabbim rahmet ederse o başka!” (Yusuf Sûresi, 53.)
***
Yukarıdaki “ikna metotları” ile ilgili tesbitlerin büyük bir bölümü konuyu beraberce mütalâa ettiğimiz bir grup genç kızla sohbet esnasında, onların katılımıyla ortaya çıktı. Sade, vakur ve mütevazi idiler. Başörtüsü yasağına rağmen üniversiteye gitmeleri için ikna edilememişlerdi (!) Rengârenk gösterişli marka başörtüleri, parmaklarının yarısını örten kocaman renkli taşlarla bezeli yüzükleri, makyajları yoktu. “Bir elinde cımbız, bir elinde ayna. Umurunda mı dünya!” misâli kaşları gözleriyle de oynamamışlardı. Buna rağmen iman hakikatleriyle gönülden meşgul olmanın getirdiği bir ferâset ve basiretle öyle tahliller yaptılar ki, kimi yetişkin üniversiteliler halt etmiş!
NETİCE-İ KELÂM
Ölüm ve ölüm sonrası hayatın unutturulmaya, arka planlara itilmeye çalışıldığı bir çağın insanlarıyız. Mânevî fırtınaların çok farklı isimlerde, renklerde, cazip ambalajlarla sunulduğu bu asırda Allah’a inandığı, ahirete iman ettiği halde bilerek ve severek dünyayı tercih etme tehlikesi hepimizin başına açılmış. Anlık lezzetlere hazlara aşık, neticeyi görmeyen kör hissiyâtımız yeri geldiğinde hazır bir dirhem zehirli balı, ilerdeki sınırsız lezzetlerden üstün gösterebiliyor. Bizi aldatabiliyor.
Böyle anaforların yaşandığı günümüz şartlarında savrulmamak için İlâhî emirlere ciddiyetle sımsıkı sarılmak gerekiyor.
Ve gençler, hiçbir baskıya boyun eğmeyen pırıl pırıl gençler, hayat tarzı olarak seçtikleri tesettürleriyle, başörtüleriyle daha güzel bir istikbali müjdeliyorlar bizlere.
13.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Ehl-i iman neye muhtaç? |
|
Güzel güzel hakikatlerden; nefis, çarpıcı, etkili meselelerden, herkesin istifade edebileceği mühim hususlardan bahsediyorsunuz. Merak, heyecan ve hayret duygularını uyandırıyor, insanları coşturuyorsunuz. Bu durum sizi de sevindiriyor, mutlu ediyor.
Ama gel gör ki suyun üzerindeki köpük, bir anda parlayıp sönen ateş gibi etkileri bir süre sonra sönüveriyor.
Halbuki gönlünüz arzu ediyor ki bunlar kalıcı olsun, insanlar kendilerine bir yön versin, dine bağlılıkta azimli ve kararlı olsunlar.
Niçin bu böyle olmakta? Acaba bir yerlerde eksik ve noksan bırakılan veya yanlış yapılan hususlar mı var?
Büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretleri iman ve Kur’ân hizmetinin bulandırılmaması, tesirinin kırılmaması için şu formülü bulmuş, uygulamış ve talebelerine bunu tavsiye etmiş. Diyor ki: “Said, tam toprak gibi mahviyet ve terk-i enaniyet ve tevazu-u mutlakta bulunmak şarttır; tâ ki Risâletü’n-Nur’u bulandırmasın, tesirini kırmasın.”1
Güzel bir model olan Bediüzzaman Hazretleri, talebelerinden de devamlı aynı şeyleri isterdi. Benlik ve gurura vesile olan şeylerden çekinmelerini; tevâzû, mahviyet ve terk-i enâniyet, bu zamanda ehl-i îmana lâzım, hatta elzem olduğunu hatırlatır; bu asırda en büyük tehlikenin benlikten ve hodfuruşluktan ileri geldiğini, ehl-i hak ve hakikatin ise mahviyetkârâne daima kusurunu görmek ve nefsini itham etmek gerektiğini belirtir2 ve mesleğini şu esaslara oturturdu:
“Benlik, enaniyet, şan-ü şeref perdesi altında makam sahibi olmaktan, öldürücü zehir gibi ondan kaçıyoruz. Onu ihsas eden hâlâttan şiddetle içtinab ediyoruz.”3
Bu husus çok önemliydi onun nazarında. Çünkü bu zamanda hakka hizmet, bütün bütün terk-i enaniyetle olabilirdi.4
Bediüzzaman, öylesine bir tevazu ve mahviyet içerisindeydi ki, şahsından himmet beklenmemesini, mübarek tanınmamasını da ister, “Ben makam sahibi değilim” der, âdî bir neferin, müşîr makamının emirlerini tebliği gibi, kendisinin de mânevî bir müşîriyet makamının emirlerini tebliğ ettiğini söyler, “Müflis bir adamın, gâyet kıymettar ve zengin ve elmas ve mücevherat dükkânının dellâlı olduğu gibi, ben dahi, mukaddes ve Kur’ânî bir dükkânın dellâlıyım”5 derdi.
Demek netice alıcı hizmet ancak mahviyet, enaniyeti terk ve tevazu gibi önemli esaslara sahip çıkmakla olabiliyor.
Dipnotlar:
1- Kastamonu Lâhikası, s. 15.
2- Emirdağ Lâhikası, 1:62.
3- Kastamonu Lâhikası, s. 104.
4- Sikke-i Tasdik-I Gaybî, s. 52.
5- Mektûbât, s. 329.
13.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Zihinleri kurcalayan sorular |
|
AB’YE giriş meselesinde, gerek ülkemizde, gerekse Batı’da, birçok istifham hâlâ zihinlerde cirit atıyor. Üyeliğin hızlandırılması, zamanının kısaltılması; bu seslerin kısılmasına; tarihten gelen ve yeni şartlardan doğan bir kısım istifhamların da giderilmesine bağlı. Gerçekten, yanlış değerlendirme yapan bazı zihinler, AB’ye giriş meselesini hâlâ hazmedebilmiş değil. Kafaları karıştıran, birçok soru aleyhte kullanılmak istenmektedir. Bâzılarını sıralayalım:
nBir İslâm ülkesi olan Türkiye’nin, egemenlik haklarının bir kısmını terk edeceği Hıristiyan bir kültürün hâkim olduğu bir dünyada ne işi var?
nTürkiye, AB’ye girmeli mi? O takdirde, Kıbrıs dahil, başka hangi tavizler verilecektir? AB niye bizi almak için aday gösterdi? İnançlarımızdan, kültürümüzden ve sâir meselelerden tavizler koparacak mı?
nBir İslâm ülkesi olan Türkiye’nin, AB’ye girmesi, ne mânâ ifâde eder? Acaba, AB’nin Müslüman bir ülke olan Türkiye’yi aday gösterip içine almayı taahhüt etmekle; “mazide, İslâmiyetin yayılmasına ve yeryüzünü tamamen kaplamasına mâni olan perdeler açılmaya başlamış olduğunun” işâreti sayılabilir mi?
nEskiden, İslâmiyetin yayılmasına mâni olan Hıristiyan ruhbanlar, kâselisler, papazlar, bugün, insanları İslâmiyeti öğrenmeye gerçekten teşvik ediyor mu?
nDemokrasi, İslâmiyet ile bağdaşır mı?
nİnsan hakları, hürriyet, hattâ teknik ve teknolojinin kaynağı Kur’ân, Sünnet olduğuna göre; İslâmın malı olan bu değerleri Avrupa’dan alırken komplekse düşmeye gerek var mı?
nMedeniyetin kaynağı da semâvî dinler, yâni İslâmiyet değil mi?
nGerçek demokrasi ve insan hakları yerleşecek mi; o zaman Müslümanlar inançlarının gereğini sorgusuz suâlsiz yerine getirebilecek mi?
nAB’ye girersek, değerlerimiz, kültürümüz zarar görmez mi?
nBatı, dine dönüş mü yapıyor?
n21. Asırda Türkiye dünyaya şekil vermede önemli bir rol oynayacağına göre; AB’ye giriş, acaba İslâmî tebliği hızlandırır mı?
nHıristiyanlığın âhirzamanda alacağı şekil nedir?
nİslâm Güneşi Batı’dan doğacaktır, ne demektir? İslâmiyetin yayılmasına mâni olan perdeler ne idi; onlar kalkmaya mı başladı?
nHıristiyanlar, İslâm’ı ne kadar biliyor, Müslümanları nasıl tanıyor; Türkiye’nin imajı nedir?
nKur’ân, ehli kitaba nasıl yaklaşmamızı istiyor; Peygamber Efendimiz (asm) onlarla münâsebetlerinde nasıl bir metod takip etmiştir?
nAcaba, AB’ye girmekle, Türkiye’nin İslâm Ülkeleri Birliği meselesi gündemden kalkmış mı oluyor?
nZihinleri, kalp ve vicdânları meşgul eden bir diğer mesele de, “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenin kâfir, zâlim ve fâsık” olacağı meselesidir. Bundan sonra, AB’nin kanunları, sistemi geçerli olacaktır. Şu halde, inancımızla, bu uygulamayı nasıl bir araya getireceğiz?
Batılıların da kafalarındaki “İslâmiyet ve Müslüman” imâjının değişmesi, objektif kriterlere oturması gerekmektedir.
Bu dizi yazımızda bu ve benzeri suâllerin cevaplarını bulmaya gayret edeceğiz.
13.07.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Hasenelerimiz tehlikeli olur mu? |
|
Bir insanın bazı güzel huyları, gıpta edilecek bazı istidatları, kabiliyetleri onu hiç tehlikeye atar mı?
Bir kişinin çok kültüre sahip olması, bunun bir sonucu olarak bir eğitimci olması, çevresini irşad etmesi ve dolayısıyla etbalarının çok olması bu insanın geleceği için bir tehlike oluşturur mu? Veya bir insanın iyi bir hatip olması, etkili bir yazar-çizer olması, hatta takva sahibi olması, din-i mübîne hizmette bulunması aranılan ve herkesin erişemeyeceği bir hâl olmakla beraber, bu özellikler ve güzellikler bir mü’min için tehlikeli bir durum olabilir mi?
İlk etapta insanın aklına “Böyle sual mi olur? Böyle bir durumda tehlike niye olsun ki? Böyle her insanın elde etmek için çırpındığı ve gıpta ile özlemini çektiği hallere erişen bir mü’min için herhangi bir tehlike neden söz konusu olsun ki?” gibi sorular geliyor.
Velâkin her şey göründüğü gibi değil. Şeytan ve nefs-i emmâre boş durmuyor. Şeytanın mü’mini yoldan çıkarmak için kurduğu plan ve tuzaklar hep aynı olmuyor. Bazen alttan, bazen üstten, bazen soldan, bazen de sağdan oluyor. Sağdan olanı en sinsî ve en tehlikeli olanıdır. Ve insanı tuzağına düşürüp aldatabilmenin en kolayıdır.
Sağımızdan yaklaşarak önce kulağımıza fısıltı halinde, daha sonra da akıl ve kalbimize yüksek sesle tavsiye ve telkinlerde bulunur nefis ve şeytan. Bu noktada şeytan, mü’minin yaptığı haseneleri, iyilikleri nazara verir; kabiliyetlerini, istidatlarını dillendirir; yaptığı ve yapmakta olduğu dinî hizmetleri öne çıkarır.
Bu tehlikeyi görebilme basiretinden yoksun olan ve bunun nefsin ve şeytanın bir aldatması, bir desisesi olduğunu fark edemeyen her ehl-i din, şeytanın bu tuzağına kolayca düşebilir.
Allah korusun, böyle bir tuzağa düşen insan artık hemen amelinde enesinin esiri olarak, belki de farkında olmadan ucb ve gurur gibi nehyedilen duygulara kapılır. Böyle istenmeyen bir durumla karşı karşıya gelen ve artık böyle bir hâlet-i ruhiyede olan her insanda, çoğu zaman farkında olmadan çevresindeki insanları hor ve hakir görme; onlara üstünlük taslama, onların fikir ve düşüncelerini nazara almama gibi yaklaşımlar, hâl ve tavırlar zuhur eder.
Görülüyor ki, Yüce Allah’ın kuluna tahdis-i nimete vesile olsun diye verdiği bazı güzel duygu ve lâtifeler, Onun rızası dahilinde istimâl edilmezse, insanın dünyevî ve uhrevî hayatını tehlikelere atacak durumlara sebebiyet verebiliyor.
Bu gibi vartalara düşmemek için, Cenâb-ı Hakk’ın “Sana her ne iyilik erişirse Allah’tandır. Sana ne kötülük gelirse, o da kendi kusurun sebebiyledir” fermanını düşünmeli. Onun verdiği güzel hasletleri, kabiliyetleri, lâtifeleri birer övünç vesilesi kılıp, gurur ve kibire kapı aralayacak söz ve davranışlardan şiddetle kaçınmalı. Haseneleri, iyilikleri yapmak, din-i mübine hizmette bulunmak ve Allah’a kulluk vazifelerimizi yerine getirmek için bize akıl, şuur, basiret verip, çeşitli kabiliyet ve istidatlarla bizi teçhiz eden o Yüce Yaratıcıya sonsuz şükretmek gerekir.
Ayrıca dinî hizmetlerde nefse bir paye vermeden, ucb ve gurur gibi hallerden sakınmanın en şifalı reçetesi tevazu, samimiyet ve ihlâstır. Nefsin havasını indirecek, şeytanı susturmanın en kestirme yolu, yapılan bütün hizmetlerde rıza-i İlâhinin dışında hiçbir şey gözetmemektir.
Bu meyanda Efendimizin (asm) şu hadis-i şerifi, en iyi yol göstericidir: “Allah bu dini günahkâr bir adamın eliyle de kuvvetlendirir.” (Hadîs-i şerif; Buhârî, 8:88.)
13.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Suna DURMAZ |
Amman izlenimleri (2) |
|
Bir önceki yazımda Amman’da okuyan oğlumu ve bir arkadaşımı ziyaret etmek için Haziran ayında üç haftalığına Amman’a gittiğimi ve bu gezide edinmiş olduğum izlenimleri değerli okuyucularımla paylaşmak istediğimi bildirmiş, ilk makalede Ürdün hakkında derlediğim bilgileri arz etmiştim.
Bu yazıda ise gördüklerimi, duyduklarımı aktarmak istiyorum.
Türk vatandaşları kolaylıkla Ürdün’e girebiliyor. Havaalanında veya hudutta 10 dinar verip vize alabiliyorsunuz.
Oğlumun beni karşılamakta biraz geç kalmasını fırsat bilerek havaalanında bulunan yolcular üzerinde biraz göz gezdirdim. Amacım bu ülkeyi daha çok kimlerin ziyaret ettiğini öğrenmekti. Grup grup Çinliler vardı meselâ. Tabiî sırtlarında çantaları, ayağında sandaletleriyle Avrupalılar da. Ancak Çinli gruplara göre sayıları daha azdı.
Bunlardan başka, Haliç ülkelerinden gelen Araplar da bir hayli fazlaydılar. Yaz tatillerini geçirmek için Avrupa’ya gidemeyen Haliçliler için Beyrut ve Amman sayfiye yeri hükmünde.
Yolcular üzerinde göz gezdirmem oğlumun gelişiyle sona erdi. Kucaklaşıp koklaştıktan sonra kiralamış olduğu arabaya bindik. Dikkatimi çeken ilk şey Kuveyt’teki gibi otobanların olmaması ve yolların ‘devvar’ denilen yuvarlaklarla birbirine bağlanmasıydı. Trafik ışıkları fazla yoktu. İki şeritli yolda, üç araba seyretmekteydi. Otobüs, minibüs gibi toplu taşıtlardan ziyade daha çok taksiler vardı. Maharetli taksi şöförleri kendilerine işaret edilen noktada trafiğin yoğunluğuna aldırmadan hemencik duruyorlardı. Bu durum beni oldukça tedirgin etmişti. Halbuki, araba kiralarım diye ehliyetimi yanıma almıştım, ama benim bu trafikte araba kullanmam neredeyse imkânsız gibi görünüyordu.
Amman şehri esas itibariyle Cebel Amman, Cebel Hüseyin, Cebel Kal’a, Tilaal Ali gibi yedi tepe üzerine kurulmuş olan bir şehir. Toplu konut mefhumu yok buralarda. Betonarme olmayan, beyaz taştan yapılmış dört-beş katlı apartmanlar gözüme çarptı ilk bakışta. Bir de yolların temizliği dikkatimi çekti. Öyle pırıl pırıl değildi, ama beklediğimden daha temiz buldum doğrusu. Cadde ve sokakları Hintli ve Seylanlı işçiler tarafından sabah akşam temizlenen zengin ülke Kuveyt’e karşılık, bu imkâna sahip olmayan Amman temizdi!
ORTADOĞU'NUN
EĞİTİM MERKEZİ AMMAN
Rabbimin bizlere bahşettiği en büyük nimetlerden birisi mü'minleri kardeş ilân etmesidir. Bu kardeşlik, Üstadın deyimiyle ‘uhuvvet’, bam başka birşey. Karşılık beklemeden vermek uhuvvetin temel esası. Misafir olarak evinde 23 gün kaldığım arkadaşım ve eşi işte böyle insanlar. Varlarını yoklarını kardeşleriyle paylaşmaktan zevk duyan cankardeşler Dr. Habip Akbulut ve Nadide Akbulut.
Bu satırları okuyan kardeşlerimiz, özellikle de İstanbul’da olanlar için yabancı değil Akbulut ailesi. Tabiî hemen “Akbulutların Amman’da ne işi var?” diye soracaklardır elbette. Cevabı duyunca şaşıracaksınız; çünkü ben de ilk duyduğumda şaşırmıştım. Nadide Akbulut’un eşini ve iki oğlunu İstanbul’da bırakarak dört çocuğunu alıp Amman’a gelişinin tek sebebi var; o da dil öğrenmek. Yanlış duymadınız! Dil öğrenmek, hem İngilizce, hem de Arapça. Ve Akbulut ailesi gibi, çok Türk ailesi var aynı sebeple Amman’da bulunan. Bana söylenene göre, bu kervan daha da uzayacağa benziyormuş. Ve bu yıl yeni Türk ailelerinin gelmesi tahmin ediliyormuş....
Bu ailelerin küçük çocukları Arap okullarında okurken, bazıları da Arapça-Türkçe eğitim veren ‘Hamidiyye’ adlı Türk okulunda okuyorlar. Genç kızlar da Ürdün’ün çeşitli üniversitelerinde. Anneler ise Ürdün Üniversitesi Dil Merkezinde Arapça kurslara devam ediyorlar. Kısacası hummalı bir dil öğrenimi içindeler. Tabiî masrafları karşılamak eşlerin üstüne düşüyor her zaman olduğu gibi. Erkekler Türkiye’deki işlerine devam edip, kimisi ayda bir, kimisi ise üç ayda bir hanımlarını ve çocuklarını ziyarete geliyorlar. Bir gün bu hanımlarla buluştuk. Ben “Hem Türkiye'de, hem de yurt dışında iki evi birden geçindirmek oldukça zor olsa gerek” dedim.
Hanımların cevabı ise şuydu: ”Türkiye'de çağın olmazsa olmazı olan İngilizce'yi öğrensinler diye çocuklarımızı özel okullara veriyorduk. Dünyanın parasını verdiğimiz halde yeterli derecede dil öğrenemiyorlardı. Burada aynı paraya iki dili birden ve de çok çok daha iyi seviyede öğrenmekteler. Bunun yanında bizler de eğitim alıyoruz. Çocuklarımız kıyafet sınırlamasına maruz kalmadan özgürce okuma imkânına sahipler. Bilâkis, kendilerine saygı dahi duyuluyor. Hem Araplar Türkleri çok seviyorlar. Bu yönden de bir sıkıntı çekmedik. Diğer taraftan, Amman güvenilir bir yer; hırsızlık gibi adi suçlar çok az. Geçim olarak ise, çarşı-pazar fiyatları Türkiye gibi, belki biraz daha ucuz” dediler.
Küreselleşen dünyada yabancı dil bilmenin önemi gittikçe artıyor. Türklerin bunu idrak etmesi önemli bir gelişme. Bugün hangi meslekte olursan ol, kariyer sahibi olmak için mutlaka dil bilmen gerekiyor. Şu bir gerçek ki; dil eğitimine sarf edilen para ve bu uğurda çekilen zahmet karşılıksız kalmayacaktır.
Ortadoğunun orta yeri olan Ürdün, tam bir eğitim merkezi. 8’i devlet olmak üzere tam 21 üniversite var Ürdün’de. Haliç ülkelerinden yaklaşık 15 bin talebe burada okuyor. Bunların üç bini Kuveyt’ten.
Ürdün, Türkiye'de okuma şansını yakalayamayan gençlerimiz için de bir alternatif olabilir. Yalnız bir şartla, o da ÖSS’ye girmiş olmaları gerekiyor.
Ayrıca, karşılıklı kültürel anlaşma çerçevesinde verilen Millî Eğitim Bakanlığı dil bursları var. Türkiye bir yıllık dil kursu için her yıl 15 öğrenci gönderiyor Ürdün’e. Bu öğrencilerin de üniversite bitirmiş olmaları gerekiyor. Öğrencilerin kurs masrafları Ürdün hükûmeti tarafından karşılanıyor. Ayrıca, kendilerine bir yıllık ikame, aylık 100 dolar burs ve kalacak yurt veriliyor.
Resmî burs dışında, kendi çabalarıyla gelip Ürdün Ünv. Dil Merkezinde bir yıl Arapça okuduktan sonra, başta Ürdün Ünv. olmak üzere farklı üniversitelerin Arap Dili Edebiyatı, İngiliz Dili ve Edebiyatı, İslami İlimler, Eczacılık ve Psikoloji vs... gibi dallarda okuyan bir kaç genç kızımızla tanıştım. Arapçaları gayet iyi seviyedeydi. Hatta bizim Kuveyt’teki dil merkezi öğrencilerinden daha iyiydi diyebilirim. Öğrencilerimiz, kız öğrenciler için emniyetli bir ülke olan Ürdün’de okumaktan memnun kaldıklarını, Arapça öğrenirken İngilizce öğrenme fırsatını yakladıklarını ve en kısa zamanda üniversite eğitimlerini bitirip vatana hizmet etmek istediklerini anlattılar. Bizim temennimiz de ilim zırhına bürünen kız-erkek tüm gençlerimizin güzel vatanımıza hizmet etme şerefine ermeleridir.
İnsan yurt dışına çıkmadan dilin önemini fazla anlayamıyor. Benim için de öyle olmuştu. Kuveyt’e geldiğimde ne Arapça, ne de İngilizce tek kelime dahi bilmiyordum. Konuşamadığımdan insanların yüzüne aval aval bakıp duruyordum. Bu dil bilmemezlik yüzünden utandığım anlar çok olmuştur. Bu yüzden dil öğrenimini çok önemserim. Amman’da Türk ailelerinin dil uğruna yaptıkları fedakârlığı görünce, bu konuyu mutlaka yazmalıyım dedim. Umarım yazdıklarım, çocukları için yurt dışı öğretimi düşünen ancak tereddüt içinde olan ailelere faydası olur.
Resmî bursla Ürdün’e gelmek isteyenler, internet üzerinden şu adrese başvurabilirler:
[email protected]
Ayrıca Ürdün üniversiteleri hakında bilgi almak isteyenler içinde internette tarama yaptım. Çokça sayfa var; ben kapsamlı gördüğüm birini seçtim. Umarım faydalı olur. htt:// ec.europa/education/programs/tempus/ countries/higher/jordan.gdf
13.07.2008
E-Posta:
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Gençliğe dikkat |
|
“Temsilci buluşmaları” toplantılarının İzmir faslında Ege bölgesi temsilcilerimizle birkaç saatliğine de olsa bir araya geldiğimiz ve epeyce bir zamandır mülâki olamadığımız Tireli ve Yalovalı okuyucularımızla da görüşme imkânı bulduğumuz kısa molamızı tamamladık ve yeniden huzurunuzdayız. “Müfritane irtibat” düsturu çerçevesinde safları iyice sıklaştırmamız gereken bir zamanda birlikteliklerimizin daha da yoğunlaşması gerektiği kaydını düşerek, kaldığımız yerden devam edelim ve genç, gayyur, hamiyetli arkadaşlarımızdan Bilâl Yükselten’in mesajına birlikte bakalım.
***
22 Haziran’da çıkan “Nurlu notlar” yazınız çok güzeldi. Allah razı olsun. Gafletine düştüğümüz çok önemli bir meseleyi bizlere hatırlattınız. Benim de bu konuyla ilgili size âcizane aktarmak istediğim bir-iki husus var.
Yazınızın bir yerinde şu ifadeler geçiyordu:
‘’Buradan çıkaracağımız en önemli derslerden biri, müzaheret mânâsının hükmettiği gençlik yıllarını boşa geçirmemek. Bilhassa 30 yaşına kadarki dönemi, risaleleri okuma, hazmetme, adeta ‘dem ve damarlara karışacak’ derecede özümseme noktasında çok iyi değerlendirmek.
“Çünkü daha sonraki yıllarda, o dönemdeki fırsat ve zamanları bulmak hayli zorlaşabiliyor.
“Gerçi okumanın yaşı yok. Üstad gibi bizim de son nefesimize kadar okumayı hayatımızın ayrılmaz ve vazgeçilmez bir faaliyeti kılmamız gerekiyor. Ama gençlik döneminin yeri başka.’’
Sizin de bahsettiğiniz gibi gençlik dönemi risalelere talebe olma açısından çok önemli bir devre. Geçenlerde genç kardeşlerimizle yaptığımız bir piknikte başka şehirden gelen, Risale-i Nur hakkında bilgisi olmayan, pırıl pırıl ve çalışkan iki genç kardeşimiz ‘’bu eserlerin diğer eserlerden ne farkı olduğunu’’ sordular. Biz de âcizane hem Risale-i Nur’dan bazı yerler okuyarak, hem de çeşitli açıklamalar yaparak konuyu anlatmaya çalıştık. Dersimiz boyunca sohbetimizi pürdikkat dinlediler. Pikniğimiz esnasında kendileriyle çok hoş sohbetlerimiz oldu. Piknik bitiminde kendileriyle tekrar görüşmek ümidiyle ayrıldık. Daha sonra pikniğimizde bulunan bir başka kardeşimizin bana söylediğine göre o gençler yapılan sohbetten çok etkilenmiş ve bu eserleri nerede bulabileceklerini sormuşlar. Risale-i Nur’un fıtrî güzelliği kendilerini cezbetmiş olmalı ki, çok ilgi göstermişler. Bu kardeşlerimizle inşaallah irtibatımız devam edecek.
Benim buradan gelmek istediğim husus şu:
Çok büyük buhranların yaşandığı günümüzde Risale-i Nur’u gençlere ulaştırmak hepimizin vazifesi. Zaten bugünkü ağabeylerimize baktığımızda birçoğunun bu paha biçilmez eserlerle gençlik yıllarında tanıştıklarını görmekteyiz.
Bu zamanda çok daha fazla ihtiyaç bulunan Nur eserlerini genç kardeşlerimize ulaştırmak için acaba ne yapıyoruz? Seminerler, toplantılar, konferanslar, vs elbette güzel çalışmalar, ama Nur mesleğinin en önemli esaslarından biri “bire bir insan merkezli hizmet” değil midir? Son zamanlarda dikkatlerimizi nerelere veriyoruz ve nazarlarımızı hangi yönde kullanıyoruz?
Acizane fikrim; bu tarz konuların neşriyatımızda sıkça ve çokça işlenmesi gerekir diye düşünüyorum. Ve en öncelikli vazifelerimizden birinin; âtıl durumdaki genç kardeşlerimizi aktif hale getirmek için hiç de zor olmayan çeşitli çalışmalarda yoğunlaşmak olduğu kanaatindeyim. Bu sebeple, nazarlarımızı bir an evvel önümüzdeki bu son derece önemli ve çok âcil meselelere çevirmemiz gerektiğine inanıyorum.
Zaten gençlik harekete geçerse beraberinde birçok olumlu netice paralel olarak gelişip inkişaf eder diye düşünüyor ve ümit ediyorum.
Bizi bekleyen bu vazife o kadar ehemmiyetli ve kıymetli ki... Bir genç demek muazzam bir potansiyel ve hizmet demektir. Lütfen genç kardeşlerimizi daha fazla ihmal etmeyelim.
13.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Bakanlar da faizden şikâyetçi |
|
Alışılmışın dışında, ‘faiz’leri eleştiren işadamı, iktisatçı ve siyasetçilerden sonra ‘bakan’ları da gördük. Birer gün arayla konuşan iki bakan, yüksek faizlerin zararından bahsetmişler. Eh, bugün ‘yüksek faiz’den şikâyet edenler, gün gelecek ‘faiz’in tümünden şikâyetçi olacaklar. Çünkü faiz, emeği ve alın terini ortadan kaldıran, netice olarak fakirlik getiren bir sistem.
Faizden şikâyet eden bakanlardan biri Devlet Bakanı Mehmet Şimşek. Mart ayından sonra ortaya çıkan siyasî sürecin ekonomiye etkisi ile ilgili bir soru üzerine, yaptıkları reformların gündemi oluşturmadığından yakınmış ve şöyle demiş: “Moral, güven çok önemli unsurdur. Faizler, Türkiye’de hak etmediği kadar yüksek. Ama ne oluyor? Vatandaş o faizden bono alacağına, parasını TL mevduata yatıracağına ne yapıyor, bu korkulardan ötürü gidip döviz alıyor. Döviz tevdiat hesabı en son 104 milyar dolara vardı. Neden? Bir iki yıl önce 57 milyar dolara kadar düşmüştü. Ne oldu? Dövizin faizi yükselmedi. Niye vatandaş yüzde 22 faiz dururken, parasını dövize yatırıyor? TL likiditesi yok, esnafın durumu kötü diyorsunuz... Neden? Çünkü, bu gelişmeler vatandaşı daha temkinli, daha kötümser yapıyor. Tüketim, yatırım kararlarını erteliyor.’’ (AA, 12 Temmuz 2008)
Faizden yana muhalefet partisi mensubu gibi şikâyet eden bakanlardan biri de Sanayi ve Ticaret Bakanı Zafer Çağlayan. Çağlayan da birçok esnafın, siftah yapmadan kepenk kapattığını bildiğini söylemiş. Sanayi ve Ticaret Bakanı, ‘’Merkez Bankası’nın geçen yıl şartlar çok müsaitken faizleri indirmeme konusundaki inadı ve ısrarlı tutumu ve bugün tüm dünyada yaşanan ekonomik krizle beraber reel faiz yüzde 7,5 seviyesine gelmiştir. Para piyasadan çekiliyor, kimseyi suçlama adına söylemiyorum, ama bizim arkadaşlarımız dünyada yaşanan bu sıkıntıyı öngöremediler’’ demiş.
ABD’de, Avrupa’da da aynı sıkıntıların olduğunu, krizle beraber ABD Merkez Bankası’nın faizlerini yüzde 5,25’ten yüzde 2’ye düşürdüğüne dikkati çeken Çağlayan, sunu da söylemiş: ‘’(ABD Merkez Bankası) Hemen piyasaya para sürdü. Sırf esnafı, sanatkârı, vatandaşı ekonomik anlamda bir sıkıntıya girmesin diye. Biz ne yaptık, faiz artırdık. İşte sıkıntının bir nedeni de bu.’’ (AA, 11 Temmuz 2008)
Anlaşılıyor ki ‘bakanlar’ da yaşanan sıkıntıların farkında. Aynı zamanda ‘çare’yi de biliyorlar. Peki o zaman vatandaş sormaz mı: Sıkıntıyı ve çaresini de bildiğiniz halde, elinizi kim tutuyor?
Bakanların gerçekleri ifade etmesi elbette alkışlanmaya değer. Fakat, iktidar koltukları sadece sıkıntıyı ve çaresini bilmek, ifade etmek ve muhalefet partisi mensubu gibi şikâyet etme yeri değildir. Mutlaka dünyanın da bildiği ve kabul ettiği ‘doğru’lar hayata geçirilmelidir.
Akla şöyle bir şüphe geliyor: Normal şartlar altında, yüksek faizin ‘zararlı’ olduğunu Merkez Bankası yöneticileri de bilir. O halde, iktidar partisi mensuplarının, bakanlarının, Merkez Bankası’ndan şikâyetlerinde ‘şike’ olabilir mi? Her ne kadar Merkez Bankası ‘özerk’ olsa da, hükûmetten tamaman bağımsız olduğunu düşünmek de kolay değil.
Millet, gerçekleri gören ve ifade eden bakanlardan, ‘uygulama’ bekliyor...
13.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Keçi veya kene |
|
Yaz geldi orman yangınları da arttı. Son olarak Toros Dağlarının eteğindeki Gülnar ilçesinde 3 gün süren yangın kontrol altına alındı ancak, bin hektar kızılçam ormanı kül oldu, 5 köy yandı, 11 köy boşaltıldı. Türkiye’nin içi yandı…
Orman yangınları ile ilgili Çukurova Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İbrahim Ortaş ilginç bir tesbit yapıyor. Keçilerin orman içinde oluşturdukları seyreltme ve açtıkları patika yollardan dolayı yangın çıkmasını, çıkan yangının da yayılmasının engellendiğini söylüyor.
Prof. Ortaş “Orman Yangınları ve Keçilerin Önemi” başlıklı yazısında dünya bilim çevrelerinin önerdiği ve Orman Bakanlığının da kabul ettiği “keçiler ormanların fahri dip temizleyicileri” ifadesinin çok anlamlı olduğunu söylüyor. Bu görüşünü ise şu cümlelerle delillendiriyor. Keçiler ormandaki ağaçların diplerini otlardan temizliyor, seyreltme ve açtıkları patika yollar ise yangının büyümesine set oluşturuyor.” Ve keçilerin azaltılmasını isteyenlere de şunu söylüyor: “İnsan olarak tahrip ettiğimiz, yakıp yıktığımız tabiatımızın zararını keçiye yüklemekten vazgeçelim.”
Keçiler ve orman yangını ilişkisini okuduğumda aklıma son günlerde artan kene ölümleri geldi. Kene ile ilgili değişik spekülasyonlar yapılıyor. Türk Sağlık-Sen’in yaptığı bir araştırmaya göre bu hastalık “ölümcül bulaşıcı hastalıklar” sıralamasında ilk sıraya yerleşmiş. 2006 yılında 12 vak’a görülen ve 4 ölüm gerçekleşen kuş gribi hastalığına 2007 ve 2008’de hiç rastlanılmazken, Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi Hastalığı ise 2006’da 438 vak’a, 27 ölüm; 2007’de 717 vak’a, 33 ölüm, 2008 yılının sadece ilk 6 ayında ise 41 ölüm yaşandı. Bu oranlara bakıldığında KKKA hastalığı artan tek bulaşıcı ölümcül hastalık olmuş. Hıfzıssıhha yoğun bir şekilde aşı bulmak için çalışıyor ama şu anda bu hastalığın bir tedavisi yok. Şu anda yapılacak şey Sağlık Bakanının dediği gibi kırlarda gezerken paçaları çorapların içine koymak ve açık yerlerimizi örtmek…
Bu iki olayda da dikkatimizi çeken ortak yönler var. Keçilerin azaltılması yoluna gidildiği için orman yangınları artıyor. Kuş gribi hastalığı bahanesiyle itlâf edilen tavuk, güvercin ile avlanan keklik ve yaban hayvanları sebebiyle de keneler artıyor.
Yani özetle, Allah’ın kurduğu düzeni değiştirirseniz böyle oluyor.
* * *
KENE(KON)
Kenelerden bahsederken aklımıza bir de Ergenekon soruşturması geliyor. Er(kene)kon iddianamesinin artık Pazartesi günü açıklanacağı duyuruldu. Ondan sonra söz yargının olacak. Ancak hafta içinde yaşanan siyasî tartışmalarda bu konu söz düellosuna dönüştü. Bunlardan bir kaçını “ibretlik” oldukları için yorumsuz aktaralım. Siyasetin hukukî bir konuda dahi olsa ne yorumlar getirdiğini görelim.
Erdoğan: “İtalya’da temiz eller yapıldığı zaman hayran hayran bakanlar, ülkemizde bu adımlar atıldığında neden rahatsız oluyorlar.”
Baykal: “Temiz ellermiş, temiz eller için düğmeye basacak olanın önce kendi eli temiz olacak.”
Baykal: “Bir ülkede başbakan dâvâların savcısıysa ben de o dâvâların avukatıyım.”
Erdoğan: “Biz mafyanın çetenin avukatı değiliz.
Baykal: “Başbakanın bildiği bir şey mi var?”
Erdoğan: “Başbakanın bildiği bir şeyler olması lâzım elbet. Hesap ondan soruluyor. En az senin kadar bilmesi lâzım.”
* * *
BAYKAL ŞARTTIR GİBİ OLDU…
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın siyasetteki üslûbunu bilmeyen yoktur. Uzlaşmaz, ortamı geren, her şeyi eleştiren fakat çözüm yolu göstermeyen, yeri gelince yargıyı, yeri gelince iktidarı tehdit eden bir politikası vardır.
Ama geçtiğimiz bir hafta bir lâf etti ki, ağzından çıktıktan sonra kendisi bile şaşırmıştır.
“Dâvâ reddedilirse Türkiye rahatlar” dedi. Bahsettiği dâvâda hep kavgalı olduğu AKP’nin Anayasa Mahkemesindeki kapatma dâvâsı. “Tansiyonu düşüren açıklama” diye takdim edilen açıklamasında bakın neler dedi: “Dâvâ reddedilirse AKP ferahlayacak. Dâvâyla (Ergenekon) hesaplaşma ihtiyacı ortadan kalkacak. Türkiye siyasetinin iç gerilimi ferahlayacak. Bugüne kadarki uygulamalarından ders alacaklar…”
Biz şaştık kaldık. Söyleyecek söz bulamıyoruz. Bakalım arkasından ne çıkacak.
* * *
NOT: “Portre” isimli dünkü yazımızı yazdığımız saatlerde Abdullatif Şener henüz istifa etmemişti. Bu yüzden “istifa etmedi”ğini yazmıştım. Düzeltir özür dilerim.
13.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Dünya tarihini özetleyen iki siyasî âyet |
|
Kur’ân-ı Kerim bakıp da görmediğimiz hazinelerle doludur. Sözgelimi, onun iki âyeti iki bin yıllık siyasî tarihe ışık tutmaktadır. Geçmişi ve geleceği bağrında saklamaktadır. Bu hususta bu iki âyeti nazarlarınıza vermek istiyorum.
Kur’ân-ı Kerim’de bakıp da görmediğimiz, ama günümüze ve geleceğe ışık tutan âyetlerden birisi ‘Duribet aleyhimuzzilletü eynama sukifu illa bihablin minallahi ve hablinminennasi’ âyet-i kerimesi İngiltere’nin ve ABD’nin yardımı ve muavenetiyle modern (sahte) İsrail devletinin kurulacağını ortaya koymaktadır. ‘Eynama sukifu’ kıtası bile başlı başına bir mucizedir. “Onlar nerede olurlarsa olsunlar kendilerine zillet damgası vurulmuştur” deniliyor. Sürgün ve diasporaya kadar Cenâb-ı Hakk’ın ipi veya sebebi onlarla birlikte olmuştur. Onların muini Allahu Teâlâ olmuştur. Birinci ve ikinci mabetlerin yıkılmasıyla birlikte maruz kaldıkları diaspora, yani dağınıklık döneminde Cenâb-ı Hakk’ın onlara olan imdadı kesilmiştir. İmdat-ı İlâhî inkıtaya uğramıştır ve bunun sonucunda meskenet ve zillete düçar olmuşlardır. İkinci büyüklenme ve ifsad dönemlerinde ise Allah’ın ipinden ziyade İngilizlerin ve ardından da Amerikalıların ipiyle (hablunnasi) payidar olmuşlardır.
Bununla birlikte, Ahmedinejad veya İranlı yetkililerin Amerikalı generalle söylediği burada da geçerlidir. Ne demişti: Bush’un ipiyle kuyuya inilmez. Zira Amerikalı generaller savaşa karşı. Irak savaşına da karşıydılar. Ama beynelmilel Yahudi’nin güdümüne girmiş iradeler Irak savaşını tetiklemişlerdi. Zaten Kur’ân-ı Kerim, ‘Ne zaman savaş kıvılcımını tutuştursalar’ ifadesiyle kimi Yahudilere atıfta bulunur. Kralları Yavakim’le birlikte 10 bin kişilik Yahudi Buhtunnasır tarafından Babil’e sürgüne götürüldüğünde aralarında Hazkiyal Peygamber (MÖ: 597) de bulunmaktadır. Bu zillete düçar olmalarının yegâne sebebi bozgunculukları ve irtikap ettikleri günah ve measidir. Bunlar Allah’ın gazabını dâvet etmiştir. Ermiya Peygamber Buhtunnasır’a şöyle seslenecektir: “Mağrur olma. Sanma ki, bu üstünlüğün sendendir ve senin kuvvetindendir. Allah’ın halkına ve seçilmiş halkına olan galebenin yegâne sebebi onların arsız günahlarıdır ki onları bu derekeye isal etmiştir…”
***
Nübüvvetin ve vahyin kesilmesi ve yani Hazreti İsa ve ardından da vahyin İsmailî cenaha intikaliyle birlikte Allah’ın ipi ve yardımı kendilerinden ebediyen kesilmiştir. Bu defa topladıkları ve yığdıkları sermaye ile, güç devşirmeye ve siyaset ve vicdanları satın almaya çalışmışlardır. Ahirzaman diliminde ise İngiltere ve ABD’nin yardımıyla Natura Karta cemaati gibi cemaatlerinin de ifadesiyle ikinci İsrail’i (gerçekte sahte devlet) kurmayı başarmışlardır. ‘Mutabakatü’l ihtiraat’ kitabında muhaddis Ahmed İbni Muhammed Es Sıddik el Gimari ‘hablunminallahi ve hablumminennasi’ âyetinden İngiltere ve ABD’yi çıkarmıştır. Bu sahte devlet ahirzamanda kimi Yahudiler arasında çıkacak olan tek gözlü Deccal devresine denk gelecek veya takaddüm edecektir (S: 87, 88)..”
***
Dünyanın kaderini özetleyen ikinci âyet ise Hıristiyanlarla alâkalıdır. Yahudilere dair âyet 3 bin yıllık süreyi nasıl icmal ediyorsa Hıristiyanlarla alâkalı Kur’ân buyruğu da iki bin yıllık tarihi özetlemektedir. Bu da yine bakıp da görmediğimiz âyetler cümlesindendir. Al-i İmran Sûresinin 45’inci ve 55’inci âyeti bizlere şöyle hitap eder: “İsa, dünyada da ahirette de itibarlı ve Allah’ın kendisine yakın kıldırdıklarındandır…”, “Sana uyanları kıyamete kadar kâfir olanlardan üstün kılacağım…”. ‘Üstün kılacağım’ âyetinin ihbar-ı gaybîsi tamamen tarihle mutabakat halindedir. Kevnî siyaset veya âyetler Kur’ânî âyetleri tasdik etmektedir. Bu âyet-i kerime kesinlikle 2 bin yıllık tarihi özetlemektedir. Bunun tek istisnası Hıristiyanları şaşırtan İslâmiyetin zuhuru ve onları yenmesidir. Bununla birlikte, ahirzamanla ilgili hadisler kıyamete yakın Rum’un, yani Batılıların kesrete sahip olacaklarını ortaya koyar.
Bernard Lewis’in dediği gibi, modernizme kadar İslâm, Batı ve Hıristiyanlık üzerine hep galebe çalmıştır. Modernizm ise, bir nev'î içinde Deccaliyet barındırdığı ve din namına hareket etmediği için, onun galebesi Hıristiyanlık namına geçmez. Belki onun galebesi bütün dinler üzerine galebedir. Belki bu dalga hem İseviliğe, hem de İslâmiyete vurmuştur. Ve 2 yüzyıllık bir genel fetret döneminin de adıdır. Bu fetretin nedeni Fransız Devriminin getirdiği Deccalizm irhasatıdır. İslâmiyet Hıristiyanlıkla karşılaştığı yerlerde onun yerini almıştır. Zira Hazreti İsa’nın varis-i hakikîsidir. Bundan dolayı da, Mesih’in nüzûlünden sonra İslâmiyetin metbuiyet, İseviyetin ise tebeiyet (iktida ve uyma) makamında olması da bunu göstermektedir. İslâmiyet imamet makamında, İseviyet ise iktida makamındadır.
13.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|