BİR önceki makalemizde insanın aslî görevi üzerinde durmuş, kalp dairesinden kâinat dairesine kadar gittikçe genişleyen, iç içe girmiş daireler bulunduğunu ve insanın her dairede görevleri olduğunu, en küçük dairede en büyük ve sürekli görevleri bulunurken daire genişledikçe görevlerin daha az önemli ve ara sıra olduğunu belirtmiştik.
Evet, insanın en küçük daire olan kalp ve mide dairesinde en önemli ve sürekli görevleri var.
Bediüzzaman Hazretleri, “İkinci Cihan Savaşından daha büyük hadise mi var?” şeklindeki soruya, “Evet, var” diye cevap verirken kalbe ait bu göreve; herkesin, bilhassa Müslümanların başına açılan büyük bir hadise ve önemli dâvâya dikkat çekmişti. Bir insan eğer Alman ve İngiliz kadar kuvvet ve serveti olsa, aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için, tereddütsüzce sarf etmeliydi.
Bu dâvâ da yüz binlerce meşhuru, insanlığın yıldızları ve mürşidlerinin, ittifakla, Kâinat Sahibinin binlerce vaadlerine dayanarak haber verdikleri, bir kısmının da gözleriyle gördükleri bir dâvaydı: “Herkesin—îman mukabilinde—bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bakì ve dâimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış”tı.
Bediüzzaman onu kazandıracak vesikanın da îman olduğunu söylüyor ve “Eğer îman vesikasını sağlam elde etmezse, kaybedecek” diyordu. Ve bu asırda maddecilik salgınıyla birçokları bu dâvâyı kaybetmekteydi, Hatta bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefat eden kişiden ancak birkaç tanesinin kaza-nabildiğini, ötekilerin kaybettiklerini müşahade etmişti. Acaba kaybettikleri bu dâvânın yerini bütün dünya saltanatı onlara verilse doldurabilir miydi?1
Bir başka yerde ise Bediüzzaman, buna ilâveten kendini doğrudan ilgilendirmeyen dünya siyasetine karışmamasının bir sebebini de şöyle açıklayacaktı: “Dünya siyasetine karışmadığımın asıl sebebi, o geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle meraklıları kendiyle meşgul eder; hakikî ve büyük vazifelerini onlara unutturur veya noksan bıraktırır; hem herhalde bir tarafgirlik meylini verir, zalimlerin zulümlerini hoş görür, şerik olur [ortak olur.]”2 Bediüzzaman bu hakikati belirttikten sonra, merak yüzünden ve âfâkì hadisâtın verdiği sarhoşâne gafletten zevk alan biçarelere sesleniyor, fıtrattaki merak ve insaniyet damarıyla, farz ve lâzım vazifeler zararına o hadisenin, geniş boğuşmalara sevk ettiğini söylüyor ve bunun, “fıtrî ve mânevî bir ihtiyaç”tan ileri geldiğini savunanlara ise bir kısım mühim hakikatleri hatırlatıyordu.
Nelerdi bu mühim hakikatler? Bunun üzerinde de inşaallah yarın duralım.
Dipnotlar:
1. Asa-yı Musa, s. 20-21.
2. Emirdağ Lâhikası, 1:56.
19.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|