"Gerçekten" haber verir 22 Temmuz 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Hüseyin EREN

Tunus’tan Türkiye’ye



Tunus’tan Türkiye’ye, Türkiye’den Tunus’a karşılıklı bakışlar baktık Mecdi’yle konuşmamızda… Kelimelerin ötesinde, bakışlardan bağ kurduk, konuştukça birbirimize yakın olduğumuzu fark ettik; farklı kıt'ada, farklı ırktan olsak da…

50’li yıllarda Fransız sömürgesinden Habib Burgiba ile kurtulmuş Tunus, birkaç yıl önce de kralları ölmüş… Bizde doğu batı gibi, onlarda da kuzey güney diye ifade ediliyormuş farklılık; kuzey: fakir, çöl iklimi hâkim, berberiler yaşıyor, güney: denize yakın, turizm geliri yüksek, modern şehirlerde Araplar yaşıyor…

Gelişmişlikte bizden gerideler, sanayi zayıf, en büyük gelirleri turizm… Orada da tesettür yasağı var, dindarlar üzerinde olumsuz hava estiriyorlar… Her yerde olduğu gibi kimlik ve gelenek çatışması yaşanıyor… Global kapitalist kültür Tunus’u da silip süpürmüş; Sina Çölü ile Akdeniz arasında gidip geliyor, kim olduğunu ve kimliğini arıyor halk…

Devletin adı Demokratik Tunus Cumhuriyeti olsa da tabuların baskısından kurtulamamış henüz; yarım yamalak demokrat ve cumhuriyet… Biz de olduğu gibi isim ve resimden öte bir şey yok; göstermelik ve aldatıcı riyakâr tarz hüküm sürüyor…

Genç Mecdi ile arkadaşım Ali Osman'ın işyerinde tanıştık ve onun tercümesiyle anlaşıyoruz… Kahve tadında süren sohbetimiz biraz daha koyulaşıyor, buraya gelişinde başlangıçta büyük olumsuzluk yaşamış olsa da sonradan telâfi edilmesiyle büyük mutluluk yaşamış… Arkadaşımıza babam, çalışma arkadaşlarına biraderim diye hitap ediyor…

Osmanlı diğer milletlere babalık ve biraderlik yapmadı mı? Akdeniz’i Müslüman gölüne çevirmesi engin bir gönüle sahip olmasından değil mi? Üç kıt'ada, üç din, on beş milleti asırlarca bir arada tutan sır bozulduğundan Tunus da, Türkiye de belini doğrultup kendine gelemiyor…

Mecdi de Evlâdı Fatihan… Büyük dedeleri Osmanlı, artık orada kalmışlar, oralı olmuşlar fakat burada aslını ve neslini arıyor; Risâle-i Nur’u burada duydu, Arapça “Asayı Musa” hediye edildi kendine… Kendini, aslını bulsun, nereden geldiğini nereye gideceğini bilsin diye… Kıt'aları kuşatan nuranî iksiri, idrak damarlarında akıtsın diye… Akdeniz nur gölüne dönüşsün, zalim zihniyet denizin dibine boylasın da dünyaya dalga dalga barış, bereket aksın diye…

Göle maya çalmıyoruz, hakikati, hikmet balıklar olarak denize salıyoruz… Bakarsınız Hızır buluşmalarla hazır olur duâlarımız… Bu defa üç kıt'a değil yedi kıt'ayı kuşatır Kur’ânî Nur Risâleleri, okyanuslar sükûn denizlere dönüşür, karalar aydınlanır, huzur her yere hâkim olur, ağlayan ihtiyar dünya İslâm’a teslim olur, son bir defa tekrar güler.

Mecdi Bursa’ya geçici çalışmaya gelmiş bir Endüstri Mühendisi, inşaallah kalıcı hakikatle döner memleketi, memleketimiz Tunus’a…

Bediüzzaman Afrika’ya niye gitti dersiniz? Mânâ ikliminde bu sorunun cevabı aranmalı; Mecdi’yi Mecdi’leri muştuluyor olmasın…

Bu sıcak günlerde Akdeniz rüzgârına ne kadar ihtiyacımız var dersiniz? Fetih için binlerce Mecdi’ler bizi bekliyor, Barbaros Hayrettin Paşa’nın torunları ayağa kalmış ufuk gözlüyor… Selam Mecdi’ler, selam Said’ler.

22.07.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

“Sünnet-i Seniyye edeptir”



Edep olmadan kemâlât olur mu? Edepsiz kemâlâtın olamayacağını çok iyi bilen ilim ve maneviyat rehberleri edebin kemalâtın ayrılmaz bir parçası, olmazsa olmazı olduğunu söylemişlerdir.

Birgün büyük maneviyat adamı Beyazid-i Bistamî’ye bir zâtın kemalâtından, fazilet ve kerametlerinden bahsetmişlerdi. Beyazid-i Bistamî, “Öyleyse o büyük zâtı ziyaret etmemiz üzerimize borç oldu” deyip ziyareti için yola çıktı. Daha tanışmadan önce mescide doğru yürümekte olduğunu gördü. Yaptığı hareket karşısında şaşkına dönmüştü. Yere, hem de kıbleye doğru tükürüyordu. Hemen ziyaret etmekten vazgeçti, geri döndü. Talebeleri şaşırmışlardı. “Niçin ziyaretten vazgeçtiniz efendim?” diye sorduklarında, “Bu nasıl fazilet ve keramet sahibi bir insan? Sünnet-i Seniyyeye uymakta ve edebe riayette son derece zayıf. Hiç böyle biri evliya olabilir mi?”

Onun için İslâm büyükleri Allah dostlarında edepli olmayı, Sünnet-i Seniyyeye uymayı zarurî görmüşlerdir. Derler ki: “Bir kimsenin suda yürüdüğünü, havada uçtuğunu görseniz Sünnet-i Seniyyeye uyup uymadığına bakınız. Mesele uçmaksa kuşlar gökyüzünde kolayca uçuyor. Suda yürümekse balıklar bu işin erbabı.”

Demek edepsiz kemalât olmaz. Edebin en güzel, en mükemmel şekli ise hiç şüphesiz Allah Resûlünde (a.s.m.). Sünnet-i Seniyyesi her konuda edep timsali örneklerle dolu. Ne güzel ifade edilir Lem’alar’da: “Sünnet-i Seniyye edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki altında bir Nur, bir edep bulunmasın.”1

Madem Allah Resûlü (a.s.m.) inananlar için en güzel örnektir. Mü’min edepsiz olamaz. O yüce edep ve nezaket timsaline uyabildiği ölçüde önem ve değer kazanır; ideal bir insan olur.

Onun Sünnet-i Seniyyesine her zaman, her devirde son derece ihtiyacımız var. Dünya ve ahiret mutluluğunun temel taşı, kemalâtın menbaı ve madeni olan Sünnet-i Seniyyenin 2 meseleleri, hatta küçük adapları bile gemilerde rotayı gösteren kıblenameli bir pusula ve nihayetsiz karanlıkları aydınlatacak bir elektrik düğmesi hükmündedir. 3

Onun adaplarına uyarak yolumuzu aydınlatacak, dünya ve ahiret mutluluğuna ereceğiz.

DİPNOTLAR:

1. Lem’alar, s. 59.

2. A.g.e., s. 61.

3. Ag.e.., s. 55.

22.07.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İsm-i azam üzerine



Mustafa Bey: “İsm-i Azam nedir? Cenâb-ı Hakk’ın İsm-i Azam’ı hakkında bilgi verir misiniz? Tek midir? Tek ise hangisidir? Veya birden fazla olup, herkes için farklı mıdır? Yoksa kesin olarak bilinemez mi?“

İsm-i Azam, en büyük isim demektir. Allah’ın isimlerinden birisi, ya Kendi Zât-ı Akdes’ini ifâde cihetiyle, ya tecellîsinin şümûlü ve bize bakan yönü, yani mazhar olduğumuz hakikat cihetiyle, ya İslâm dinindeki tecellisi cihetiyle, ya îmân ve Tevhîd hakikatlerine olan yakın alâkası cihetiyle, ya da bilmediğimiz sâir sırlar cihetiyle İsm-i Azamdır, yani en büyüktür. Ya da her bir isim, bir yaratıkta İsm-i Azam olabilecek bir mahiyet arz eder.

Allah’ın isimlerinin hangisinin İsm-i Azam olduğu konusunda net bir delilimiz yoktur. Kur’ân’a bakıyoruz; şu âyette konu ile ilgili bir işaret yer alır gibidir: “Zü’l-Celâl-i ve’l-İkram olan Rabb’inin ismi ne yücedir!”1 Kimileri bu âyetten hareketle, İsm-i Azam olarak Zü’l-Celâl-i ve’l-İkram ismi üzerinde yoğunlaşmışlardır.

Peygamber Efendimiz (asm) bir hadislerinde: “Allah’ın, kendisi ile duâ edildiğinde kabul edilen İsm-i Azamı şu üç sûrededir: ‘Bakara, Âl-i İmrân ve Tâ hâ.’ buyurdu.2

Bir diğer hadislerinde: “Allah’ın İsm-i Azamı şu iki âyettedir: “Biri, ‘Sizin İlâhınız tek bir İlah’tır. Ondan başka hiçbir İlâh yoktur. O Rahman’dır, Rahîm’dir.’ (Bakara, 2/163). Diğeri de Âl-i İmrân’ın başı olan, ‘Elif Lâm Mîm. O Allah ki, O’ndan başka ilah yoktur. O Hayy’dır. Kayyum’dur.”3

Bir başka hadislerinde: “Allah’ın, kendisiyle duâ edildiğinde kabul edilen İsm-i Azamı şu âyettedir: ‘De ki: Ey mülkün Malik’i olan Allah’ım. Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden de çeker alırsın. Sen dilediğini aziz eder, dilediğini alçaltırsın. Bütün hayır Senin elindedir. Sen her şeye Kadir’sin.”4

Bu hadisleri bir araya getirdiğimizde: Baştaki hadiste İsm-i Azamı bulmak için Bakara, Al-i İmran ve Taha Sûrelerini incelememiz öngörülürken, sonraki hadislerde biraz daha detaya inilir, konu sanki belirginleştirilmek istenir ve ilgili âyetler verilir. Bu âyetlerde, Lâfza-i Celâl olan “Allah” ismi, “Rahman” ve “Rahîm” isimleri, “Hayy” ve “Kayyum” isimleri ve “Kadir” ismi İsm-i Azam olarak ön plâna çıkar.

Kimi âlimler bu ihtimaller üzerinde görüşlerini yoğunlaştırırken, kimileri de Allah’ın isimlerinin hepsinin “azam”, yani “en büyük” olduğunu, bunlardan birinin seçip alınarak “azam” denilmesinin caiz olmadığını beyan ederler.

Nitekim Üstad Bedîüzzaman Hazretleri hadislerden süzüp çıkardığı namaz tesbihatının zikir bölümünde “İsm-i Azam” özel başlığı altında yüz civarında isme yer vermekte, hemen hepsini de bir bölümde “Allah” ismi ile diğer bölümde ise “Rahman” ismi ile ilişkilendirmektedir. Ki bu isimler, insan üzerinde eseri en çok görülen isimlerdendir.

Öyleyse İsm-i Azam’ı, insana bakan yönüyle, yani insanın “mazhar” bulunduğu “hal” ve “hakikat” açısından incelemek, en azından bizi konu ile ilgili daha belirli, daha anlamlı ve daha özel bir sonuca götürecektir. Öyle ki Üstad Hazretlerinin de, İsm-i Azam’ı daha çok “mazhariyet” çerçevesinde ele aldığını görürüz. Bedîüzzaman, kişiler ve mazhar olduğu halleri, Allah’ın o kişide tezahür eden ismi ile, yani o şahsa göre İsm-i Azam olan bir isim ile açıklar. Meselâ, Otuzuncu Lem’a’da İsm-i Azam veya İsm-i Azam’ın altı nûrundan birer nûru olarak altı isim nazara verilir. Bunlar: 1- Kuddûs 5, 2- Adl 6, 3- Hakem 7, 4- Ferd 8, 5- Hayy 9, 6- Kayyûm 10 isimleridir.

Üstad Hazretleri bu isimlerin bir kısmının veya hepsinin farklı birer insan nazarında ve şahsında İsm-i Azam olduğunu beyan eder. Şöyle ki: Bunların altısı da Hazret-i Ali (ra) hakkında İsm-i Azam’dır. Bunlardan Hakem ve Adl isimleri İmam-ı Azam Ebû Hanîfe hakkında İsm-i Azam’dır. Bunlardan Hayy ismi Gavs-ı Azam Abdülkadir Geylânî (ks) hakkında İsm-i Azam’dır. Bunlardan Kayyûm ismi de Müceddid-i Elf-i Sânî İmam-ı Rabbânî hakkında İsm-i Azam’dır. Hazret-i Üstad, daha başka zatların daha başka isimleri İsm-i Azam olarak gördüklerini de kaydeder.11

Bedîüzzaman’a göre, Rahmân ismi İbrâhim Hakkı gibi bir çok hakikat ehline İsm-i Azam’dır12, Züleyhâ’nın Hazret-i Yûsuf’a (as) karşı beslediği duygularda Vedûd ismi hâkimdir13, Hazret-i Yâkub’un (as) oğlu Hazret-i Yûsuf’a (as) karşı yaşadığı yoğun duygu ve şefkatte Rahmân ve Rahîm isimleri hâkimdir.14 Üstad Hazretleri, kendisinin de Kur’ân hizmeti ile ilgili olarak Rahîm ve Hakîm isimlerine mazhar olduğunu, bütün Risâle-i Nûr’un o mazhariyetin cilvelerinden ibâret bulunduğunu kaydeder.15

Bununla berâber Üstad Saîd Nursî’ye göre İsm-i Azamın diğer isimler arasında net delillerle öne çıkarılmaması ve belirtilmemesi, Allah’a bütün isimlerle ilticâyı netice vermiştir; doğru olan da budur. İsm-i Azam açıkça belirginleştirilmiş olsaydı, insan bilinçsizliği sebebiyle Allah’ın sair isimlerini kıymetten düşürürdü. Oysa bu durum, kulluğa ve Allah’a yaklaşma ruhuna hiç de yakışmazdı.16

Demek İsm-i Azam’ın gizli bırakılması, başımız her dara girdiğinde, her sıkıntımızda, her derdimizde, her hâlimizde, Allah’tan her isteyişimizde “halimize” uygun bir İsm-i İlâhî ile Allah’a sığınmamıza, duâ etmemize ve Allah’tan istememize imkân veren bir tecellîdir.

DİPNOTLAR:

1. Rahmân Sûresi, 55/78

2. Câmiü’s-Sağîr, 1/592

3. Câmiü’s-Sağîr, 1/593; Tirmizî, Daavât, 3705

4. Âyet: Âl-i İmrân Sûresi, 3/26, hadis: Câmiü’s-Sağîr, 1/594

5. Lem’alar, s. 298

6. Lem’alar, s. 302

7. Lem’alar, s. 305

8. Lem’alar, s. 312

9. Lem’alar, s. 322

10. Lem’alar, s. 333

11. Lem’alar, s. 332

12. Barla Lâhikası, s. 188

13. Mektûbât, s. 34

14. Mektûbât, s. 35

15. Mektûbât, s. 24

16. Sözler, s. 662; Sünûhât, s. 19

22.07.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Faturalı hayat



Avrupa’da karşılıklı çıkar ilişkilerine dayanan faturalı-hesaplı bir hayat anlayışı hakim. Eğer eşlerden her ikisi de çalışıyorsa, bütün harcamalar ortaktır. Hesaplar, faturalar ortaya dökülür. Mutfak masrafları, giyim-kuşam masrafları, elektrik-su, telefon faturaları, kira ve vergiler...

Şayet biri çalışmıyorsa, kavga başlıyor. Biri diğerini “asalaklıkla” itham ediyor. Bayan çalışmıyorsa, onun için az bir harçlık konmaktadır bankaya. O da günlük masraflara yetmiyor. Çünkü hayat, lüks ve masraf üzerine kurulmuştur. Eğlence para ister, takılar para ister. Bunları elde etmek için, “başkalarıyla çıkmak” denen aldatmak devreye giriyor. Eh, buna “hürriyet ve feminizm” ilâve edildi mi; ver elini âile içi kıskançlık çatışmaları ve kavgaları.

Çocuklara gelince, o zavallılar da, Batı felsefesinin “hayat bir cidal ve menfaattir” çarkları arasında bocalıyorlar. 12 yaşına kadar, az çok az bir harçlık alırlar ebeveynlerinden. 14 yaşından sonra ise, harçlık verecekleri zaman çalıştırıyorlar çocuklarını. Meselâ okuldan izine dönerler. Oğlu veya kızına der ki ebeveyn:

“Sana harçlık veririm, ama şu evi süpürürsen, arabayı silersen, şu işi yaparsan...”

***

Batılıların en çok sevdikleri şey ise, para kazanmak ve seyahat! Kim bilir, bu monoton hayatı biraz daha renklendirdiğindendir! O maddeci, sıkıcı, menfaatperest, egoist hayattan uzaklaşmak için seyahate çıkıyorlar! Öyle ya, maddenin ruhsuz cenderesinde sıkışıp kalanlar başka alkol ve uyuşturucudan sonra, başka ne yapabilir ki?

Hanımı öğretmen olan İsmail kardeşimizin meslektaşları, Karadeniz’i görmek isterler.

“Bizi götürür müsünüz?”

“Elbette, memnuniyetle sizi misafir ederiz!”

“Ne kadar ücret ödeyeceğiz?”

“Hiç ödemeyeceksiniz… Bizde öyle gelenek yoktur, misafirlerden asla para almayız…”

Tabiî ki, hayat felsefeleri “menfaat” üzerine kurulu ve gayeleri “nefsin arzuları heva ve hevesi tatmin” olanların misafirperverlik, ikram, ihsan, cömertlik gibi faziletleri birdenbire anlaması, kavraması imkânsız. Ancak, zamanla İslâmiyetten kaynaklanan bu güzellikler, onların dünyasına giriyor derinden derine…

Caydırıcı cezalar ve düzen

Haklarını yememek gerekir. Sosyal ve maddî hayatın düzenini gayet mükemmel sağlamışlar. Sessizliğin bir diğer sebebi düzeni sağlamaları ve kanun hakimiyetini te’sis etmeleridir. Toplum düzenini, genel ahlâkı, genel sağlığı, çevreyi ve ekonomik düzeni koruyan caydırıcı, ağır kanunları gayet etkili uyguluyorlar.

Bu arada, pek çoğumuzun bildiği ve ülfetin perdelediği bir uygulamayı nazara verelim:

Her demokratik batı ülkeleri gibi Avusturya’da “kontrol ve caydırıcı cezalar” ile trafik meselesini halletmiş, zaman kaybını önlemiş. İstasyonlarda otomatik bilet satış gişeleri yerleştirmiş. İsteyen bir seferlik, bir günlük, bir haftalık veya bir aylık bilet alıp kuyruklara girmeden veya turnikelerden geçmeden tramvaya, metroya, otobüse biniyor.

Ve biletsiz binenlere tek-tük rastlanıyor. Polis zaman zaman kontroller yapıyor. Kaçakları yakaladığında ise herkesin gözü önünde, damarına dokundura dokundura 63 euro gibi ağır bir ceza kesiyor.

Hırsızlığı önlemek için ise, çok ağır cezaları gerektiren kanunlar çıkarmışlar. İslâmdaki kısas ve had cezalarının ağır olduğunu iddia edenlerin; 600 yılı aşkın Osmanlı zamanında, 5 kol kesme hadisesinin vuku bulduğunu, 6’ya çıkmadığını duysun ve kulakları çınlasın!

22.07.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Fatma Nur ZENGİN

Baltıkların Akdenizlisi: Litvanya



SSCB dağıldıktan sonra bağımsızlığını ilân eden ilk ülke olarak da bilinen Litvanya, ekonomik alanda gösterdiği gelişmelerle, “Baltık’ların Kaplanı” ismini çok kısa zamanda kazanmıştı. Özellikle AB üyeliğinden sonra hızla gelişen ekonomisi, umut vericiydi. Fakat son zamanlarda yaşanan ekonomik kriz, gençlerin ümitsizliğe düşmesi, beyin ve iş gücü göçünün de eklenmesi, Litvanya’yı kaplanlıktan salyangozluğa geriletti. Artık Litvanya için bazı ülkeler “Baltık’ların Salyangozu” benzetmesini kullanıyor. Yine de ekonomik krizin sadece Litvanya’yı değil, dünyayı sarstığı hesaba katılırsa, bu genç ülkenin kısa zamanda eski performansına kavuşması herkes tarafından bekleniyor.

AB üyeliği, çoğu açıdan birçok ülkeye faydalar sağlıyor. Aslında genel anlamda bakıldığında avantajları dezavantajlarından daha çok. Özellikle, ülkenin AB kriterlerine uyumu demek, AB üyeliğini sağlamasından öte; ülkeye, insana birçok şey katıyor. Yine de Finlandiya’daki iş ve hayat şartları ve refah düzeyiyle Litvanya’yı kıyaslamak adeta imkânsız. AB ülkeleri arasındaki en pahalı ülkelerden biri olan Finlandiya’da, insan su alırken bile tereddüt ediyor. Fakat Finlandiya halkı güçlü bir ekonomiye sahip olmanın verdiği avantajla, oldukça iyi kazandığı ve kazanç bakımından haksızlık olmadığı için, gelirler ve giderler arasında orantılı bir dağılım var. Litvanya’ya gelindiğinde ise; petrol fiyatlarının artışı, Rusya’dan gelen doğal gazın zamlanması, enerji kaynaklarının nitelik ve nicelik olarak yetersiz olması, ülkedeki fiyatlara direkt olarak yansıyor. Maaşların oldukça düşük olması ve bunun aksine fiyatların günden güne artması; insanları umutsuzluğa ve de göçe sevk ediyor.

Litvanya’da hemen hemen her şehirde oldukça fazla arkadaşım var. Hatta, artık yolda yürürken bile arkadaşlarımla karşılaşıyor ve geldiğimi haber vermediğim için sitem bile işitiyorum. Arkadaşlarımın da birçoğu artık yavaş yavaş, özellikle AB üyeliğinden sonra gelen serbest dolaşım ve çalışma rahatlığından sonra başka AB ülkelerinde çalışmaya başladılar. Tabiî ki bunun sebeplerinin başında, yine ülkedeki ekonomik durum geliyor. Böylelikle, sebebi ne olursa olsun beyin ve iş gücü göçü, nüfusu 3,5 milyonu bulan bu ülkenin geleceğini tehdit ediyor. Fakat AB kriterlerine hızla uyum sağlayan ve bağımsızlığının ilân edilmesinden sonra büyük gelişim gösteren ülke, yeni kanunlar ve cazip iş imkânları ve eğitim sistemindeki köklü değişimlerle bu göçü bir şekilde yavaşlatacaktır. Zira birkaç yıl önce ABD ve İngiltere’ye göç etmiş birçok genç ailenin bu yıl kesin dönüş kararı alarak ülkeye dönmeye başlaması çok sevindirici bir haber.

Ufak tefek olumsuzlukların yanı sıra Litvanya, bütün önyargıların aksine; neşeli, güler yüzlü, yardımsever insanların ülkesi. Litvanyalılarla tanıştığımdan ve Litvanya seyahatlerime başladığımdan beri, aslında Litvanya’nın Akdenizlilik ruhu taşıyan bir ülke olduğunu gözlemledim. Aile bağlarının diğer Avrupa ülkelerine oranla daha güçlü olması, insanların misafirperverliği, farklı din ve kültürlere gösterdikleri saygı ile kısa sürede benim favori ülkelerim arasında yer alan Litvanya, detaylı bilgiye sahip olmayan insanların düşündüğünün aksine Rusya değil. Litvanya halkı da Rus değil. Konuşulan dil ise Rusça ile hiç bağlantısı olmayan bir dil. Litvanya halkı; insanları birbirlerinden oldukça farklı olan bütün Baltık ülkelerinin aynı kefeye konulup, hepsine Rus denilmesine haklı olarak içerliyor.

Avrupa’nın en eski üniversitesine sahip olan başşehir Vilnius’u ziyaret edip, “ülkenin yedek başşehri” olarak bilinen Kaunas’ta sakinliğin ve huzurun tadını çıkarmak, oldukça farklı. Fakat bir o kadar da dinlendirici bir tatil alternatifi. Kaunas’taki tek camiyi ziyaret edip, Özbek müezzinin sevinç ve şaşkınlığı arasında, duvarlardaki Türkçe tabloları görmek; insanı mutlu ediyor. Kırım Köyünü ziyaret ettiğinizde Kırım yemeklerini keyifle yerken, restoran sahibinin “burada sadece Türk müziği çalınır” demesi de insanı tebessüm ettiriyor. İmkân ve fırsat bulursanız, Baltıkların altını olarak ünlenen kehribar taşının en güzel renk ve çeşitlerinin çıkarıldığı Baltık denizi kıyısında; insanların montlarını giyerek güneşin tadını çıkarmaya çalıştıkları sahil kasabalarında bitmeyen günlerin güzelliğini yaşamak ve Litvanya dilinin Türkçe ile olan benzerliklerini yakalamak; bir fincan güzel Litvanya çayı içmek için, yolunuzu Nida Yarımadasına düşürmeyi unutmayın.

22.07.2008

E-Posta: [email protected]




Ali OKTAY

Gönülden dile



“Haksızlığın önünde eğilmeyiniz. Çünkü hakkınızla beraber şerefinizi de kaybedersiniz. ” Hz. Ali (r. a)

Geçen hafta Cuma namazını bazı müzisyen dostlarla birlikte Fatih'te küçük bir camide kıldık. İç ezanı okuyan müezzin efendinin ardından namaza dururken kameti okuyan hafız ve ses san'atçısı kardeşim Murat Necipoğlu’nun güzel sesleri o küçük camiyi çınlatıyor, birazdan kılacağımız namazı şevkle karşılamamıza vesile oluyordu. Namazı kıldık. Ayak üstü konuşurken Murat "Abi, ... Müziği Topluluğunun açtığı sınava girdim. Yalnız bir kişi alacaklardı.’’ dedi. "Şartları neydi" “Hafız olmak, iyi bir ses ve müzik bilgisine sahip bulunmakdı." dedi. "Kazanmışsındır sınavı “dedim. “Yok abi. Demin iç ezanı okuyan bu kardeşimiz kazandı" dedi. İkisini de tebrik ettim, hayırlı olmasını temenni ettim. Aklıma Osmanlı zamanında sınavla alınan memurlar ve özellikle müzik ve müezzinler sınıfında aradıkları şartlar ve uygulama geldi.

Osmanlı’nın son zamanları, 1900’lü yılların başı. Hükümet memur statüsünde müzik adamı ve san'atkârlarla ilgili bir kanun düzenlemektedir. Bazı ilginç bulduğum maddeleri aşağıya aldım. Meselâ Müezzinler Sınıfı için devlet, bu kişilerin güzel ahlâka, hoş ve geniş bir sese sahip olmalarını ve hâfızı-ı Kur’ân olmalarını şart koşuyor. 30. maddedeki sıkıntının hâlâ devam ettiğini görmekte enteresan geldi doğrusu bana. Şöyle ki hâlâ memur statüsündeki san'atçıların özel olarak konser vermeleri izinsiz olduğu takdirde bir problem teşkil ediyor. Ya şefin görmezden gelmesi ya da hakikaten görmemesi gerekiyor ki sıkıntı yaşanmasın. Demek bu uygulama o zamanlardan kalma bir tavır. Neyse bazı maddeleri dikkatinize sunuyorum.

Kavanin ve Nizamat-ı Mûsika-i Humayun

ve Hademe-i Şahane Nizamnamesi

Madde 1. Hüsn-ü ahlâk sahibi olduğu usulen musaddak bulunmak ve ilel ve emrazdan salim olduğu bilmuayene tebeyyün etmek şartıyla mûsika-i humayuna duhul için talib olanların sureti tebrikleri ve münhalata kayd ve kabulleri işbu nizamname mucibince icra olunur.

Madde 2. Mûsika-i Humayun şubesi beşinci sınıfdan başlamak üzere beş sınıfdır.

Madde 17. Müezzinan-ı Şehriyari Şubesi. Müezzinanı Şehriyari silkine duhule talib olanların Hafızı Kur’ân-ı Kerim olmaları ve erbabı salahdan bulunmaları ve lâtif ve vüsatli sadaya malik ve bir dereceye kadar mûsikiye vakıf olmaları ve sınıfı ihtiyata nakl edilmiş bulunmaları ve teşekkülatı bedeniyece ilel ve emrazdan ve kusurdan salim olmaları şarttır.

Madde 18. Madde-i sabıkadaki şeraiti haiz olanlardan vücuhu kıraate vakıf olanlar tercih olunur.

Madde 30. Mûsikayı humayun ve ince saz takımına mensub efendiler sıfat ve haysiyetle-rine ve vazifelerine halel getirmemek ve kumandanlıkdan mezuniyet almak şartıyla hariçte sivil olarak konser i’ta ve konserlere iştirak ve tedrisat icra edebilirler.

Bir şarkının hikâyesi…

Selahattin Pınar ve “Gecenin Matemi’’.

Selahattin Pınar’ın babası Sadık Bey, Osmanlı Meclis-i Mebusan’ındadır. Milletvekili ve aynı zamanda İstanbul Üniversitesinde hocadır. Bir gün ona sormuşlar. Oğlunuz Selahattin Bey (Pınar) nasıl?

‘’Selahattin çalgıcı oldu’ cevabını vermiş. Bunu duyan Selahattin Pınar tepki göstermiş.

‘‘Rica ederim beybabacığım. Ben çalgıcı değil san'atçıyım. ’’

Babasının cevabı

‘’Hadi oradan. ’’

Selahattin Pınar:

‘’Beybabacığım birgün siz benim adımla anılmaya başlayacaksınız. Herkes sizi Selahattin Pınar’ın babası olarak hatırlayacak. ’’

Ve kopuş o kopuş. Hiç konuşmamışlar bir daha. Dargın öldüler.

Seneler sonra bir akşam Selahattin Pınar’la kardeşi beraberlerken kapı çalınır. Gelen kişi:

—”Beybabanız…” Sözün gerisini getiremez, gözleri yaşarır. İki kardeş babalarının öldüğünü anlar.

Selahattin Pınar kardeşine,

“Hüsamettin sen kal. Böyle bir gecede yanımda sadece seni istiyorum’’. Sabaha kadar karşılıklı ağlaşırlar. Ve gün ağarırken işte bu hüzzam şarkı doğar:

“Gecenin matemini aşkıma örtüp sarayım.

Gittin artık seni ben nerde bulup, ağlayayım?

Şimdi ben tıpkı şifasız kanayan bir yarayım,

Gittin artık seni ben nerde bulup, ağlayayım?”

22.07.2008

E-Posta: alioktay@alioktay. net




Kazım GÜLEÇYÜZ

Kemalizmin iç kavgası



Bugüne kadar gizli kalmış Ergenekon belgelerini, örgütle ilgili soruşturma ve dâvâ sürecinde, yayın yasağına rağmen tek tek kamuoyuna duyurma misyonu üstlendiği gözlenen Taraf gazetesinin yayınladığı belgelerden biri de “Lobi” adını taşıyordu.

Örgütün “Lobi“ adı verilen planındaki değerlendirmelere göre, toplum gerçek anlamda özümseyemediği Kemalizmden uzaklaşmıştı.

Dahası, uzaklaşmanın da ötesinde, bu ideolojiyi yargılamaya yönelmiş; toplumdaki geri kalmışlık, mutsuzluk ve umutsuzluğun kaynağı olarak bu ideolojiyi sorumlu tutar hale gelmişti.

Bu bağlamdaki bir başka tesbit gençliğin Kemalizmden yüz çevirdiği idi ve Ergenekoncular gençleri resmî ideoloji doğrultusunda yeniden örgütlemeyi hedeflemişlerdi (Taraf, 16.7.08).

Savcılığın Ergenekon iddianamesinde yer aldığı belirtilen şu suçlama bu tesbitlerle birlikte düşünüldüğünde iş daha da ilginç hale geliyor:

“Örgüt üyeleri Kemalizmi benimsediklerini söylüyorlar, ancak eylemleri ve amaçları, anayasada tanımlanan Atatürk milliyetçiliği ile ters düşüyor. Kemalizmi dinsizlik olarak algılıyorlar.”

Demek ki, bu olayda suçlanıp yargılananlar da Kemalist, onları hesaba çekenler de Atatürk milliyetçiliği ve Kemalizm adına hareket ediyor.

İşin gözden kaçırılmaması ve özellikle dikkat edilmesi gereken en kritik püf noktası burada.

Ergenekon operasyonu kapsamında hesabı sorulmak üzere gündeme gelen bilumum kirli ve karanlık işler, içeri tıkılan ve çoğu deşifre olmuş, miadı dolmuş, son kullanım tarihi geçmiş kişilerin üzerine yıkılarak dosya kapatılırsa ne olur? Kemalist sistem temize çıkmış olur mu?

Bu iş bu kadar kolay mı? Sistem çok önemli ve kilit konumlarda kendi görev verdiği insanlara her türlü haltı işletecek, darbe girişimleri dahil bütün marifetlerine göz yumacak, ama sonra âni bir manevrayla, yakın zamana kadar kullandığı maşaları harcayıp işin içinden sıyrılacak!

Kaldı ki, operasyonla içeri alınanlar hakkında ne karar verileceği de henüz belli değil. Dahası, en çok gürültü koparan son gözaltı ve tutuklamalar da, darbe günlükleri de, 399 gün sonra açıklanan iddianamenin kapsamı dışında. Emekli generallerin neyle suçlanacağı hâlâ belli değil.

Başsavcının iddianameye ilişkin açıklamalarında, operasyonun önceki aşamalarında tutuklananların ve tutuksuz yargılananların silâhlı terör örgütü kurmak başta olmak üzere birçok iddia ile suçlandıkları belirtilirken, bu ithamlar arasında darbe suçlamasının yer almaması, dikkat edilmesi gereken noktalardan biri değil mi?

Peki, iki emekli orgeneralin evlerinin yasa gereği polis değil, asker tarafından arandığını açıklayan Genelkurmay’ın, bunun ötesinde operasyona mesafeli bir duruş sergilemesi, iddianame ile ilgili açıklamanın yapıldığı gün çıkan “Askerî savcılık belge istedi” haberini de, “Hava Kuvvetlerinde Ergenekon soruşturması” iddiasını da derhal yalanlaması ne anlama geliyor?

Hissedilen o ki, özellikle Eruygur ve Tolon’a yönelik gözaltı ve tutuklama işlemi, YAŞ öncesinde, TSK içi bir hesaplaşmanın parçası. Operasyona adı karışan diğer üst düzey askerlerin durumuna getirilecek izah ise, olsa olsa, konumlarını kötüye kullanıp kontrol dışına çıkan kimi unsurların tecziyesi gibi bir amaç olabilir.

Tıpkı vaktiyle “devlet adına” kirli işler yaptırılan ve daha sonra şirazeden çıkan bazı mafya babalarının bilâhare hesaba çekilip cezalandırılmaları gibi. Ergenekoncu paşalarla mafya babalarının aynı kodese konulmaları tesadüf olabilir mi?

Tekrar başa dönecek olursak: İddianameden anlaşılan o ki, Ergenekon operasyonunun asıl amacı, Kemalist sistemi safralarından temizleyip “arındırmak” ve M. Kemal’i dindar gösterip Atatürk milliyetçiliğinden de vazgeçmeyen bir anlayışla tahkim ederek yola öyle devam etmek.

Tarihî gerçeklerin tahrifine ve çağdışı dayatmalara dayalı sistemlerle nereye varılabilir ki?

22.07.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

En büyük yalanı kim söyler?



En büyük yalanı kimin söyleyebileceğini tesbit için belki bir ‘yarışma’ yapmak gerekir, ama akla gelen ‘aday’lar arasında medya herhalde en önde yer alır. Bilhassa ‘büyük medya’nın yalanı da büyük oluyor... Medyanın ‘yalanları’ndan medya mensupları da şikâyetçi. Daha doğrusu, medyanın ‘büyük yalancı’ olduğunun en büyük şahitleri de medya mensupları. Çünkü hadiselerin içinde yaşıyorlar ve kimin nasıl ‘yalan’ söylediğini daha kolay anlıyorlar.

Aynı gün, iki farklı gazetede yer alan ‘medya’ değerlendirmeleri bu yönüyle de dikkatimizi çekti. Taraf gazetesinin sahibi Başar Arslan, gazetesinin ‘malî kaynakları’ ile ilgili iddialar konusundaki bir soruyu cevaplandırırken şöyle demiş: “Bunların (iddiaların) kaynağı yok. Cumhuriyet (gazetesi), çocuğumu parasızlıktan kolejden aldığımı yazdı. Benim çocuğum yok. Bu gazetede ortağım olan ağabeyimin de çocuğu yok. Diğer ağabeyimin de henüz iki yaşında bir çocuğu var. Aynı şekilde Oray Eğin, yazarımız Leyla İpekçi’nin Gülen bursuyla Amerika’ya gittiğini yazdı. Oysa İpekçi hayatında hiç Amerika’ya ayak basmamış. Bu açıklık ve netlikte yalan nasıl yazılabilir? Serdar Akinan, Zaman gazetesinin tesislerinde basıldığımızı yazdı. Fakat gazetenin künyesine baksaydı; orada basılmadığımızı görürdü. Taraf’ı çıkarttıktan sonra Türkiye’deki gazetecilerin ne kadar kolay yalan yazabildiğini gördüm.” (Sabah, 21 Temmuz 2008)

Taraf’ın sahibi Arslan’ın “Bu açıklık ve netlikte yalan nasıl yazılabilir?” sorusu, İletişim Fakültelerinde ders konusu olmaya aday! İfade edildiği gibi, ilgili gazete ve gazeteciler bu derece ‘cesaretle’ ve bu netlikte ‘yalan’ yazabiliyorlarsa, medyanın sürüklendiği yeri siz hesaplayın...

Gerçekten bu derece yalan yazmak cesaret ister. Çünkü nihayetinde hakkında ‘yalan’ yazılan kişi de bir medya mensubu. Yani, ‘yalan’ın yatsıya kadar bile devam etmesi mümkün değil. Hakkında ‘yalan’ bilgi verilen kişi, gerekli açıklamayı yapar ve yalancılar da açık düşer. Nitekim öyle olmuş...

Fakat, yalancılığı meslek edinenler için yalanın ortaya çıkması önemli değil. Onlar hemen yeni yalanlar uydurmaya, havayı ya da suyu bulandırmaya çalışırlar.

Peki, bu arada gazetecilerin doğru dürüst iş yapmasını temin için kurulan ve bir anlamda ‘özeleştiri’ yapması gereken meslekî dernekler, cemiyetler ve vakıflar ne iş yapar? Medyayı kasıp kavuran ‘yalan haber/bilgi’ hastalığı karşısında hangi ‘yalan haber yazan’ eleştirildi ya da kınandı?

Medya konusundaki değerlendirmeleriyle dikkat çeken Ragıp Duran da kendisiyle yapılan bir röportajda başka bir konuya dikkat çekmiş: “(...) Her darbenin medyaya ihtiyacı var. (...) (Bu tesbit/FÇ) Doğru ama eksik. Sadece darbe yapmak isteyenlerin değil, iktidarda kalmak isteyenlerin de medyaya ihtiyacı vardır. Çünkü herhangi bir siyasî hareketin, iktidarda olsun muhalefette olsun, darbeye hazırlıkta olsun, darbeye karşı koymakta olsun yapacağı büyük eylemlerde bugün gönülleri ve bilinçleri kazanması lâzım.” (Taraf, 21 Temmuz 2008)

Duran, sözlerinin devamında; medyanın mevcut iktidar odaklarına eşit uzaklıkta kalmasının zor, ama gerekli olduğuna da dikkat çekiyor.

Medya mensupları bile ‘medya’dan şikâyetçiyse, vatandaş ne yapsın?

22.07.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Hazır Meclis açıkken…



meclis açık, “kapatma davası”na karşı “ihtiyatî” çalışıyor. Belli ki iktidar partisi yönetimi, partinin kapatılması halinde muhtemel bir siyasî dağılmayı ve partinin bölünmesini önlemek için bu tedbire başvurdu.

Ağustos’un ilk haftasındaki Yüksek Askerî Şura toplantısının ardından ay içinde “karar”ın verileceği tahmin ediliyor. Amerika’nın Ankara eski Büyükelçisi, tâ Washington’dan “karar tarihi”ni ayın ikinci veya üçüncü haftası olarak açıkladı bile.

İstanbul’daki Amerikan Başkonsolosluğu önünde üç polisin şehid edilmesiyle sonuçlanan saldırı soruşturması, “El Kaide bağlantısı” tartışmaları ortasında âdeta kayboldu. Birkaç gözaltı ve tutuklamadan sonra bir nevi sessizliğe büründü. Lâkin “Ergenekon soruşturması” devam ediyor; ucu uluslararası provokatörlere dayanan, yabancı istihbarat servislerine uzanan, en son yurtdışında “hahamlık görevi”nde karar kılan “kara kutu”lardan bahsediliyor.

Bu arada Millî Görüş çekirdeğinden gelen ve beş yıl boyunca AKP hükûmetlerinde “Başbakan Yardımcılığı” görevini üstelenen Abdüllatif Şener başta olmak üzere, “kapatma kararı”nın açıklanmasıyla AKP’nin yerine ikame edilecek “yeni oluşum” arayışları da sürüyor.

En son iki maddelik değişiklikle başörtüsü yasağın daha da yayınlaştıran ve en vâhimi yasakçıların eline âdeta yasadışı yasağı “yasallaştırma” bahanesi veren gereksizliğin ötesinde, demokratikleşmenin temelini oluşturan “yeni anayasa” çalışmaları olduğu gibi rafa kaldırıldı. Kısacası siyaset bir belirsizliğin içinde, âdeta gün sayıyor…

Meclis’in yargıdaki bir “dava”ya müdahâlesi elbette ki doğru değil. Bu durum şüphesiz beraberinde daha büyük tartışmaları gerektirir. Ancak, sözkonusu “davalar”dan azâde olarak demokrasiyi katleden, temel hak ve hürriyetleri engelleyen, millet irâdesini devre dışı bıraktıran hususların ayıklaması da bir vazifesi…

Gerçek şu ki Türkiye 27 Mayıs ihtilâlini, 12 Mart muhtırasını, 12 Eylül darbesini, 28 Şubat “postmodern darbesi”ni doğru dürüst tartışmadı. Bu darbelerin mimarları anayasa ve yasalarca korundu ve kollandı.

“12 Eylül anayasası” olarak tanımlanan “82 Anayasası”nın “Geçici 15. maddesi”ndeki, 12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimlerle teşkil edilecek Meclis’e kadar, ihtilâl konseyinin ve bu konseyin emrindeki hükûmetlerin ve hatta Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemeyeceği ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamayacağı” hükmü, AKP iktidarı öncesinde kısmen de olsa düzeltildi. Uzun yıllar sonra, artık zaman aşımına da uğramış olsa bu kayıt kaldırıldı.

Ne var ki üzerinden 28 yıl geçtiği halde, “ihtilâl dönemindeki karar ve tasarrufların idarece veya yetkili kılınmış organ, merci ve görevlilerce uygulanmasından dolayı, karar alanlar, tasarrufta bulunanlar ve uygulayanlar hakkında hiçbir cezaî, malî veya hukukî dava açılamayacağı” yasağı duruyor.

Kısacası 12 Eylül darbesini yapan ihtilâlcilerle, her türlü antidemokratik karar ve tasarruflarda bulunan konsey ve hükümet üyeleriyle yöneticileri hakkında dava açılamıyor. Tasarrufları hakkında dava açılsa da, o tasarrufları uygulayan şahıslar hakkında soruşturma açılamıyor…

Neticede milletin Meclisini kapatan, anayasayı silâh zoruyla ilga eden, meşru hükûmetleri devirenler çeyrek asrı aşkındır, “evet” propagandasının serbest, “hayır” demenin yasak olduğu kendi eserleri Anayasa tarafından kollanıyorlar. Ellerini kollarını sallaya sallaya geziyor; dahası bir matahmışçasına televizyonlara çıkıp ahkâm kesiyorlar.

Keza mevhum “irtica tehdidi” uydurmasıyla Türkiye’de adeta bir baskı ve terör estirip 28 Şubat darbesini dayatanlar; evinde radyoda ilâhî dinlediği ya da eşinin başı örtülü olduğu için bürokratları, yargıçları mesleklerinden ihrâç edip haklarında soruşturmalar açanlar da tıpkı 12 Eylül darbesi sorumluları gibi hiçbir hesap vermiş değiller.

Bu bakımdan Meclis’te büyük bir çoğunluğu elinde tutan siyasî iktidarın, devam eden davaların sonucu ne olursa olsun, bu süreyi fırsat bilerek, hâlâ darbeleri ve darbecileri koruyan, demokrasiyi tahrip eden ve millet irâdesini tepen “koruma ve kollamaları” bertaraf etmesi gerekiyor.

Gelinen noktada bizzat hükûmetçe askıya alınan “yeni anayasa”ya dönmek, bu tatil sürecinde zor. Fakat şu birkaç haftalık sürede en azından darbeleri ve darbecileri koruyup kollayan hükümler anayasa ve yasalardan ayıklanabilir…

22 Temmuz seçimlerinin üzeriden bir yıl geçti. Meclis’in bu çalışması, içte ve dışta Türkiye’nin demokratikleşmeden vazgeçemeyeceğinin mesajı olur. Türkiye’nin önündeki süreci de aydınlatır…

Hazır Meclis açıkken hiçolmazsa bu çaba gösterilmeli…

***

Not: Yıllık iznimin bir bölümü için, izninizle… C.İ.

22.07.2008

E-Posta: [email protected]




Ahmet DURSUN

İki Türkiye



Türkiye derin gündemiyle boğuşmaya, bu derin gündem Türkiye’yi boğmaya devam ediyor. Her geçen gün bu derinlik biraz daha artıyor, çatışma şiddetleniyor; ama ipin ucunun nerelerde olduğunu, suların ne zaman ve nasıl durulacağını kimse tam olarak tahmin edemiyor.

Kronolojiyi çok fazla geriye götürmeden 367 krizinden itibaren yaşananları göz önüne getirdiğimizde, son bir yılda zihinlerimizin nelerle meşgul edildiğini, algı dünyamızın nelerle doldurulduğunu görebiliriz. Son olarak, kapatma dâvâsı ve Ergenekon soruşturmasının doğurduğu gerilimlerin, kutuplaşmaların bizi nasıl bir Türkiye’ye doğru götürdüğünü görebiliyor muyuz? Türkiye bu derin gündemiyle boğuşurken, bu gündem sağımızı - solumuzu; her yanımızı kuşatırken neleri yitirdiğimizi, nelerden uzaklaştığımızı, temizlenme çabaları içinde aslında gitgide kirlendiğimizi anlayabiliyor muyuz? Türkiye’nin gitgide tehlikeli şekilde ayrıştığını fark edebiliyor muyuz? Bu ayrışma iki farklı Türkiye profilini açıkça gözler önüne seriyor.

İki Türkiye…

Birinci Türkiye; elit, tepeden bakmaya alışmış, kendini beğenmiş, efendidir; ezmeye alışmış, ezmeyi alışkanlık haline getirmiş, hakim, yöneten ve yöneticidir. İkinci Türkiye; kendisine hep tepeden bakılmış, kendisine pek fazla bir şey sorulmamış, ezilmiş, hükmedilmiş, yönetilendir.

Birinci Türkiye; ihtirasları uğruna her şeyi mubah görecek kadar yoldan çıkmış, Makyavelist; siyasetin cazip girdabına kapılmış muhteris bir pragmatist, içinden çıktığı topluma yabancılaşmış. İkinci Türkiye; mütevekkil, mübahlık onun için helâl dairesiyle sınırlı; sabırlı, isyankâr değil; sadece sitemkâr…

Birinci Türkiye; makam ve mevkiyi kutsamış, bir köşe kapmak, kaptığı köşeyi kaptırmamak uğruna değerlerini - inançlarını ayaklar altına alacak kadar soysuzlaşmış. İkinci Türkiye; sahip olduklarıyla yetinmesini bilen, mutluluğunu küçücük dünyasında bulabilen, ne olursa olsun, ne denirse densin bırakmamacasına değerlerine yapışan bir yücelik içinde. Akşam evine bir parça helâl ekmeği götürebilmenin en büyük değer olduğunun farkına varmış bir asaletin mümessili.

Birinci Türkiye’nin mümessilleri; nefret kılıçlarını kuşanmış, köşesini kaptırmamak uğrunda kâh bir avukat, kâh bir savcı… Birinci Türkiye tepiniyor; onlar tepindikçe ikinciler eziliyor. Dönüp kimse bakmıyor, kimse sormuyor: “Bir yeriniz acıdı mı, incindiniz mi?” diye.

Birinciler müteharrik-i bizzat olduklarını sanıyorlar; piyondan başka bir şey olmadıklarının farkında değiller. Başkaları üflüyor, onlar oynuyorlar; oynadıklarının bir ülkenin kaderi, nesillerin geleceği olduğunu göremeyecek kadar basiretsizler. İkinci Türkiye, yavaş yavaş her şeyin farkına varıyor.

Birinci Türkiye asıl görevini unutmuş; yine de pişkin. Sıkıntılı bir sağlık sistemi, iflâs bayrağını çekmiş bir eğitim sistemi, güvenilirliğini yitirmiş bir adalet sistemi, kalem oynatmalarla iyi gösterilmeye çalışılan hasta bir ekonomi, korunamayan sınırlar… Birinciler bindikleri dalı kestiklerinin farkında bile değiller, siyaseti kirletiyorlar, güzeli içlerinde barındırmıyorlar; saltanatlarının ilanihaye süreceğine inanıyorlar. İkinci Türkiye bu duruma tiksinerek bakıyor, artık güvenmiyor, müsebbiplerden nefret etmeye başlıyor; aldatılmışlığın çaresizliği içinde, sadece bir parça huzur istiyor.

Meselenin can alıcı noktası: İkinci Türkiye ihmal ediliyor. Birinciler; ikincilerin ihmal edildiği sürece Ergenekonların bitmeyeceğinin, ‘ah!’ ateşinin dönerek bir gün kendilerini de yakacağının bir türlü farkına varamıyor.

22.07.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır