Geçtiğimiz hafta Tesettür Risâlesinin özü olan ve Lemaat’te yer alan Bediüzzaman Hazretlerinin “Sefih erkekler, hevesâtlarıyla kadınlaşırsa, o zaman açık saçık kadınlar da hayâsızlıkla erkekleşirler.” tesbitlerine yer verip, açıklamaya gayret etmiştik.
Evet, erkeklerin kadınlaşıp, kadınların erkekleşmesi hakikati, aynı zamanda hadisi şeriflerde de ahir zamanın özelliklerinden sayılıyor ki, bu hadislere Bediüzzaman Hazretlerinin getirdiği orijinal ve son derece aktüel yorumlar şüphesiz ayrı çalışmaların konusu durumunda.
Yalnız şu kadarla iktifa edelim ki, Bediüzzaman Hazretlerinin Darul Hikmetil İslâmiye’de iken yazdığı bu satırlar, sonrasında tesettüre dair yaptığı tesbitler sadece 1935 Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi’nde değil, 1952’de İstanbul’da yapılan Gençlik Rehberi Mahkemesi’nde de suç unsuru olarak gösterilecektir.
İşte yazımız bu mahkemenin ve Bediüzzaman Hazretlerinin muhteşem savunmasının safahatı üzerine. Kaynağımız ise Risâle-i Nur Külliyatının eserleri arasında yer alan Tarihçe-i Hayat isimli eser. Özellikle de eserin Isparta Hayatı ile ilgili bölümleri…
İstanbul Mahkemesi
Bazı üniversiteli gençler Bediüzzaman Hazretlerinin Gençlik Rehberi isimli eserini, gençlerin iman ve ahlâklarına hizmet maksadıyla İstanbul’da bastırırlar. Bu hadise Bediüzzaman’ın İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’nde “Devletin temel nizamlarını dinî esaslara uydurma maksadı taşıdığı” iddiasıyla yargılanmasına sebep olur.
Ehl-i vukuf raporunda “Müellifin tesettür taraftarı olduğunu, kadınların yarım çıplak ve açık bacakla dolaşmalarının kadının fıtratına, İslâmiye zıt olduğunu beyan ettiğini, kadını güzelleştiren şeyin terbiye-i İslâmiye dairesinde adab-ı Kur’âniye zineti olduğunu…” belirtmiştir.
Bediüzzaman Hazretleri Isparta’dan gelerek 22 Ocak 1952’de İstanbul Mahkemesi’nde hazır bulunmuş, savunmasını iki avukat yapmıştır.
Bediüzzaman, iddianame ve ehli vukuf raporları okunduktan sonraki savunmasında, geçmiş hayatını delil göstererek dünyevî, siyasî, menfi cereyanlarla ilgilenmediğini, sadece iman ve Kur’ân hakikatleriyle meşgul olduğunu birçok mahkemenin beraat ve iade kararlarını zikreder. Rehberin gençlerce basılmasının büyük bir memnuniyetle karşılanması gerektiğini, içinde bulunduğumuz asrın ahlâksızlık ve imansızlık salgınına karşı sadece Gençlik Rehberinin değil, bütün risâlelerin gençliğe, kadınlara umumen okutturulmasının vatan ve millet saadeti için gerekli olduğunu, eserin kendisinden habersizce gençlerce basıldığını ifade eder.
Mahkeme 19 Şubat 1952 gününe bırakılır.
İşte bu yazı dizisinin ortaya çıkmasına vesile olan Handan Koç’un Radikal gazetesindeki yarım sayfalık “Tesettür Risâlesi hakkında” başlıklı makalesinde (13 Nisan 2008) kullanılan Bediüzzaman Hazretlerinin yarım sayfalık tam boy resmi de mahkeme için İstanbul’a geldiğinde çekilen bir fotoğraftır. Bediüzzaman Hazretleri 1952 yılında İstanbul’da Fatih’in türbesinde, Cuma namazından çıktıktan sonra Fatiha okurken çekilmiştir.
İkinci Mahkeme…
Halkın yoğun katılımıyla gerçekleşir. İzdiham yaşanınca Mahkeme reisi “Hocaefendiyi seviyorsanız, biraz meydan verin ki, mahkemeye devam edebilelim” demek zorunda kalır. Ancak, dinleyenler çekilmeye başlayınca, mahkemeye devam edebilir. Şahitler dinlenir, Bediüzzaman Ehl-i vukuf raporuna itiraz eder. İkindi Namazı vakti geçmeye başladığından, namaz için izin ister. İsteği kabul edilir. Mahkeme sona erer.
Son mahkeme
5 Mart 1952’de son mahkeme yine halkın yoğun katılımıyla gerçekleşir. Bediüzzaman Hazretlerinin müdafaası yine her savunmasında olduğu gibi tarih sahnesinin muhteşem levhalarından birini oluşturacak tesbitlerle doludur.
“Her hükümette muhalifler bulunur. Emniyete, asayişe dokunmamak şartıyla hiç kimse vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği bir fikriyle mesul olmaz. Bu bilinen bir hukuk kaidesidir” der.
İngilizlerin dinde tutucu ve zorlayıcı olmalarına rağmen yüz sene hakimiyetinde bulundukları milyonlarca Müslümana, (rejimlerine muhalif oldukları halde) ilişmediklerini, İslâm tarihi boyunca Müslüman hükümetlerin Yahudi ve Hıristiyanlara (İslâma muhalif olmalarına rağmen) dokunmadıklarını ifade eder. Hz. Ömer’in adi bir Hıristiyanla mahkemede yargılandığını örnek verir:
“Adaletin tarafsızlığı din ve vicdan hürriyetinin ana kaidesidir. Komünist olmayan Şark’ta ve Garb’ta bütün dünya adalet müesseselerinde bu kaide cari ve hakimdir.
“Din ve vicdan hürriyetinin bu ana kaidesine güvenerek, Kur’ân’ın yüzlerce âyetine dayanarak, sefih medeniyetin ‘hürriyet’ perdesi altında yürüttüğü mutlak baskıya, laiklik maskesi altında dine ve dindarlara yapılan ağır istibdata muhalefet etmişsem kanunsuzluk mu yaptım? Yoksa Anayasanın hakikî ve samimî savunmasını mı yapmış bulundum? Haksızlığa, zulme, kanunsuzluğa karşı muhalefet hiçbir hükümette suç sayılmaz. Aksine, muhalefet, adaletin dengelenmesinde meşrû ve samimî bir unsurdur” der.
Nur Talebelerinin aslında emniyet ve asayişe yardım ettiklerini, anarşi ve komünizme karşı olduklarını ifade eder. Toplum hayatında nizam ve intizamı bozan hiçbir harekete katılmadıklarını ifade eder. “On cani yüzünden, doksan masumun hayatını tehlikeye atmaktan Adalet-i İlâhiye ve Hakikat-i Kur’âniye bizi men eder. Asayişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliriz” diye de ekler, siyaseti dinsizliğe alet edenleri eleştirir.
İmanlı ve kudretli, meşhur mümtaz avukatlar…
Tarihçe-i Hayat’ta Bediüzzaman Hazretlerinin fahri olarak savunmasını üstlenen avukatlar için bu tabirler kullanılır.
Abdurrahman Şeref Laç da bunlardan bir tanesidir. Tıpkı Seniyüddin Başak, Bekir Berk gibi…
İstanbul Mahkemesi’nde Laç’ın savunması “imanlı, kudretli, mümtaz” vasıflarına ne kadar da mutabıktır!
Sefih medeniyetin “Çağdaş Amazonları”
Gençlik Rehberi’nde yer alan ve suç unsuru olarak gösterilen şu satırları okur Laç:
“Bu zamanda zındıka dalâleti İslâmiyete karşı muharebesinde nefs-i emarenin planıyla şeytan kumandasına verilen fırkalardan en dehşetlisi yarım çıplak hanımlardır ki, açık bacağıyla, dehşetli bıçaklarla ehl-i imana taarruz edip saldırıyorlar. Nikâh yolunu kapamaya, fuhuş yolunu genişletmeye çalışarak çokların nefislerini birden esir edip, kalp ve ruhlarını kebair ile yaralıyorlar; belki o kalplerden bir kısmını öldürüyorlar…” * (İlk çağların kadın savaşçıları olarak tarihte yer alan amazon benzetmesini Bediüzzaman Gençlik Rehberinde özel bir kısım hanımlar için kullanmakta!)
Ve sorar: “Peki yalan mı bunlar? Fuhuşu teşvik ve nikâhı imha eden fahişeler güruhu inkâr mı ediliyor? Gizli ve aşikâr fuhuşla ve devlet eliyle mücadele yok mu? Ceza Kanunu, Fuhuşla Mücadele Nizamnamesi ve ahlâk zabıtası bunlarla geceli gündüzlü mücadele etmiyor mu? Var, ama buna biz karışırız. Allah ne karışır? Diyor savcı. Desin ama kanun, zabıta ve savcı suç işlendikten sonra işleyeni ve işleteni yakalıyor. Yani iş olup bittikten, namus payimal olup, adam öldükten sonra. Daha evvel tedbir almaya kanunen imkân yok. Fakat dinen imkân var: Allah korkusu ve din. İslâm dini tedbiri evvelden alın diyor. Nasıl? Nasihat edin, ikaz edin, Allah’ı tanıtın… İnsanın kalbinde Allah korkusu, Allah sevgisi, ateş, Cehennem, ebedî azap, ebedî saadet yer etsin, bilsin, anlasın, sevsin ve korksun. Korksun ki, fenalıklardan kaçsın, hem kendisi kurtulsun, hem cemiyet. Savcı da, devlet de, hükümet de rahat etsin. Bunun için Allah korkusunu ve sevgisini insanlara aşılayın.
“Nasıl yapalım o işi? O zaman da propaganda diyorlar. Ne olur? Bunlar Allah’ın emirleri, Kur’ân’ın hikmetleri değil mi? Suç diyorlar buna… Ne korkunç bir hal ve tezadlar içindeyiz. Savcı bunu görmez, İslâm dinine ve bütün mukaddes dinlere yapılan bu korkunç taarruz ve hakareti takip etmez de, bu taarruzdan gençliğe muhafaza tedbirleri tavsiye edeni mi yakalar? Müvekkilim nasıl takip ve tazib edilir? Nasıl bu ihtiyar yaşında zayıf ve nahif bünyesi ağır bir teklif ile mükellef tutulur?
Muhterem asil ve Müslüman Türk hakimleri!.. Bu en korkunç bir zulüm olur. Bu zulme mani olmak vazifesi de sizlere emanet edilmiştir.”
Beraat kararı
Hakimler heyeti müşavere ettikten sonra ittifakla beraat kararını tebliğ etmiş, gençler ve izleyici halk yoğun sevgi gösterileriyle kararı kutlamışlardır.
1952’den 2008’e gelelim…
Bediüzzaman’ın din ve vicdan hürriyeti, azınlık hakları, komünizme karşı Risâle-i Nur ve Talebelerinin emniyet-asayişe sigorta mahiyetinde olduğu üzerine yapılandırılan Savunması ve beraatini izleyen yıllarda neler mi oldu?
Komünizme karşı etkin bir mücadele gerçekleştirildi. Gayr-i Müslimlere karşı yakın tarihimizde bir utanç tablosu olan 6-7 Eylül olayları düzenlendi. Biri başbakan ve üç bakanının idamıyla neticelenen ihtilâller ve ihtilâl denemeleri yapıldı. Masum bir azınlık gazetecisinin öldürülmesinin ardından, karışanların kimliğini duyduğumuzda şaşırdığımız bir suç örgütünün açığa çıkarıldığı şu günlerde, toplumun çok farklı kesimlerinden ihtilâllere karşı duyarlı sivil toplum gösterileri gerçekleştirilmekte. Maskeler düşmekte, perdeler yırtılmakta, geleceğe dair güzel ümitler kuvvetlenmekte…
Yazıyı yazarken kendimi 1952 İstanbul Mahkemesi Savunmalarını dinleyici sıralarında izlemiş gibi hissediyorum. O kadar hayatın içinden, o kadar samimî, o kadar hakperest sahneler…
Günümüzde sadece avukat ve savcıların değil, hukuk camiasından adil bir hakimin ifade ettiği gibi “Vicdan ile cüzdan arasına sıkışan” hakimlerin de şüphesiz 1952 İstanbul Mahkemesi Savunmalarından alacakları çok dersler olsa gerek.
Ne dersiniz?
Adil hakimler…
Önümde bir Bilim Teknoloji dergisi, hangi pencereden baktıklarını bildiğim halde gazeteci merakıyla sayfalarını çevirmekteyim. Bilim dünyası sadece Darwin ve Freud’den ibaretmiş gibi at gözlüğüyle bilimsel verileri değerlendiren bu dergide “Türban takma istemi bir insan hakkı değildir” başlıklı bir çalışma gözüme takılıyor. “Tabi, zaten türbanlılar insan değil ki, hakkı olsun!” diyerek yazarına bakıyorum. Bir hanım. Hem de akademisyen ve hukukçu. “Yakışır!” diye düşünüyorum. “Yazan da yayınlayan da utanmıyorlar da!” diye düşünüp, hukuk adına utanıyorum. Çocukluğumdan bir fısıltı geliyor kulaklarıma “Allah’tan utanmayan kuldan da utanmaz. Edep, haya…” diyor. Rahmetle hatırlıyorum.
Ülkemin hür düşünceli, hükümleri vicdanı ile cüzdanı arasına sıkışmayan yargıçlarının var olduğunu bilmek içimi ferahlatıyor…
27.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|