|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Kadın, çiçek ve Esmâ-i Hüsnâ |
|
Tarih boyunca “cins-i lâtif” olarak vasıflandırılan kadınlar zarif yaradılışlarıyla şarkılara, romanlara, şiirlere konu
olmuştur. Duyguları, zengin his dünyası ve letâfetiyle nakış nakış işlenmiş bir san’at eseridir kadın. Ya bu san’at eserini yapan San’atkâr? Bu lâtif mahlûku cinsî bir meta olarak
değerlendirmek için hemen her gün güzellik yarışması
düzenlenen bir ülkenin fertleri olarak gelin bir başka
açıdan kadını inceleyelim.
Her şeyden Cenâb-ı Hakk’a açılan pencereler hükmünde çok vecihler var kadın konusunda da…
Zaman içinde yolculuk ve yaşanmış hikâyeler…
Bu yazı, gözle bile görülemeyecek kadar küçük olan bir zerreciğin, insan haline gelmesinin hikâyesidir.
Her şey, binlerce yumurta ve milyonlarca sperm zerresinden seçilmiş iki farklı hücrenin buluşmasıyla başladı. Birleşip tek bir hücre oldular. Bu çok önemli buluşmada sperm hücresinin taşıdığı şifreye göre doğacak bebeğin cinsiyeti de belli oldu. Bebek, dünyalar tatlısı bir kız çocuk olacaktı. Buluşmanın ardından, hücre önce ikiye bölündü, sonra bölünme sayısı hızla artmaya başladı. O tek hücreden doğan yeni yeni hücrelerin kimi sinir hücresi, kimi göz, kimi karaciğer, kimi kemik, kimi kan hücresi oldu. Ve her biri arkadaşları ile omuz omuza verip, farklı dokular kurdular. Kalp atmaya, kan hücreleri damar içinde dolaşıp besin taşımaya, sinir hücreleri vücudun her yanına haberler ulaştırmaya başladı. Kemikler tek tek kurulup, eklemler birbirlerine bağlandı. Üzerleri kaslarla kaplanıp, en mükemmel şekilde hareket edebilme kabiliyeti verildi. Parmak uçlarına, kokusuna, göz bebeklerine onu diğer insanlardan ayırt edecek çok özel bir mühür vuruldu. Bebeğin yüzü, en mükemmel estetik hatlar halinde güzel bir simaya erişti. Velhâsıl; bir insan binası tamamlandı.
O varlık âlemine özenle, benzersiz özelliklerle donatılarak gönderilecekti.
“İnsan kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmez mi ki hemen apaçık bir düşman kesilir.” (Kur’ân, 36: 77)
San’attan San’atkâra
Yaşadığımız âlemde zerreden güneşe her bir varlığın, her bir olayın hakikati Esmâ-i Hüsna olarak adlandırılan Rabbimizin güzel isimlerine dayanır. Onlarda görebildiğimiz her bir san’at, bir esmâya işarettir. “Hiçbir şey yoktur ki O’nu övüp tesbih etmesin.” (İsra Sûresi, 44.) âyeti bu hakikate işaret eder. Hak dostu olan büyük zatlar “Bir tek zîhayat şeyde yalnız zahir olarak yirmi kadar esma-i İlâhiyenin cilve-i nakşı görünebilir” demişlerdir.
Bediüzzaman Hazretleri bu geniş hakikati bir temsil ile izah eder. Ona kulak verelim isterseniz:
Büyük bir ressam, mahir bir heykeltıraş gayet güzel bir çiçekle, izzet ve iffetine düşkün, gayet güzel bir kadının heykelini, resmini yapmak istedi, evvelâ onların anahatlarını bazı çizgilerle belirginleştirdi. Bu belirginleştirme bir tanzim, bir takdir iledir. Tanzim ve takdir ise ilim ve hikmeti gösterir. Sonra, o sınırlar içinde göz, kulak, burun, yaprak ve incecik püskülcükler gibi uzuvların resmine başladı. San’atını gösterdi. Demek ki o san’atkâr, eserini güzelleştirmek ve zinetlendirmek istiyor. San’atkâr, çizime devam ediyor. İşte o resimdeki kadını tebessüm ettirdi. Lütfunu, keremini gösterdi. Adeta o çiçek, cisimlenmiş bir lütuf, o heykel kadın şekline girmiş bir ikram oldu. Demek ki o çiçeği ve heykeli yapan san’atkâr, kendini tanıttırmak ve sevdirmek istiyor. O halde san’atkâr merhametli ve san’atlarını nimetlendirmek arzu ediyor. İşte, o heykelin ellerini ve kucağını kıymetli nimetlerle doldurdu. Bu rahmet ve nimetlendirme isteğinin temelinde ise acımak ve şefkat etmek asıldır. Demek ki o ressam, o heykeltıraş nihayetsiz bir güzellik ve merhamete sahip. Kendi güzelliğini ve merhametini, kemalini, san’atında da bizzat kendisi görmek ve başkalarına göstermek istiyor. Aynen öyle de; bütün kâinatı san’atlarıyla dolduran, o hikmetli san’atkâr pek çok esma-i İlâhiyeyi (yirmiye yakın) çiçek ve kadın üzerinde de göstermiştir.
Kadın ve çiçek
Kadın ve çiçek: Umumî şekilleri, anahatlarıyla Yaratıcısını “Ya Musavvir, Ya Mukaddir, Ya Munazzım” diyerek tesbih eder.
Kadın ve çiçek: Göz, kulak, yaprak, püskül gibi organlarının ayrı ayrı yapılmasıyla Yaratıcılarını “Âlim ve Hakim” diyerek zikrederler.
Kadın ve çiçek: O San’atkâr kadın ve çiçekteki ayrı ayrı organlara farklı güzellikler, zinetler vermekle “Sani, Bari” isimlerini gösteriyor.
Kadın ve çiçek: Letâfetleriyle o zinet ve güzelliğe öylesine bir ayna oluyorlar ki o halleriyle “Ya Lâtif, Ya Kerîm” diyorlar.
Kadın; sevimli evlâtları, güzel ahlâk ve seciyeleriyle, çiçek de leziz meyveleriyle “Ya Vedud, Ya Rahim, Ya Mün’im” diyorlar.
Kadın ve çiçekteki bu nimetlendirme ve ihsan hadisesi “Ya Rahman, Ya Mennan” isimlerini gösteriyor.
O meyve, çocuk ve ahlâk nimetlerinde öyle bir güzellik görünüyor ki onların karşılığı ancak hakikî bir şevk ve şefkatle yoğrulmuş halis bir şükür ve safi bir muhabbet olur.
O haliyle kadın ve çiçek, “Ya Cemîl-i Zülkemal, Ya Kâmil-i Zülcemal” der.
İşte sadece güzel bir çiçekle, iffetli, izzetli bir kadın maddî ve zahir olarak bu kadar çok esmâyı gösterirse, acaba umum çiçekler, umum kadınlar, umum insanlar ne kadar ulvî ve küllî esmayı okutur. Düşünebiliyor musunuz?
Bediüzzaman Hazretleri misâlini şöyle bitirir: “Eğer bir çiçekte esmâyı okuyamıyorsan Cennete bak, bahara dikkat et, zeminin yüzünü temâşâ et. Rahmetin şu büyük çiçekleri olan Cennet ve bahar ve zeminde yazılan esmâyı açıkça okuyabilirsin, isimlerin cilvelerini ve nakışlarını anlar görürsün.”
Sırları çözebilmek
Evet, Esmâ-i Hüsna varlık âleminde çözmemiz gereken bir sır. Keşfettiğimizde hem kendimizi, hem yaratılış âleminin gizemlerini fark ediyoruz.
“Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp tesbih etmesin” âyetinin bir sırrını Bediüzzaman Hazretleri 32. Söz’ün Üçüncü Mevkıfında böyle çözer.
Aynada aksimizi seyrederken, çocuklarımızı okşarken, gündemden düşmeyen kadınlar âlemi ile ilgili konuları takip ederken bu sırrı hep hatırımızda tutsak dünyamız her daim cennet misâl olurdu.
Ne dersiniz?
Esmâ-i Hüsnâ’dan bir demet
Musavvir: Her şeye kendine lâyık güzel şekil ve sûretler veren Allah.
Mukaddir: Her şeyin kıymetini biçip takdir eden Allah.
Munazzım: Her şeyi en güzel bir şekilde tanzim eden Allah.
Sani: San’atla yaratan Allah.
Bari: Aza ve cihâzâtları birbirine münasip, kâinattaki umumî nizam ve gayelere yardımcı ve münasebettar olarak halk eden Cenâb-ı Hak.
Lâtif: Çok lütuf ve ihsanda bulunan Allah.
Kerim: Kimseye muhtaç olmayan, sonsuz ikram ve gerçek zenginlik sahibi olan Allah.
Vedud: Kullarını çok seven ve şefkat eden, kendine çok sevgi beslenen mânâsında Allah’ın bir ismi.
Rahim: Sonsuz merhamet sahibi ve mahlûkata çok şefkat eden Allah.
Mün’im: Herkese lâyık bol rızık ve nimet veren Allah.
Rahman: Çok merhamet sahibi ve şefkatle bütün yaratıkların rızkını veren Allah.
Mennan: En çok nimet veren Allah.
10.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kısa kısa hükümler |
|
İsmet Aktaş: “Anne karnında iki aylık bir çocuk zayi olup, alınırsa nifas hükümleri uygulanır mı?”
Çocuğun el, ayak, parmak, saç, tırnak gibi uzuvları “teşekkül etmiş olarak” düşük olması, ya da alınması hâlinde “nifas” meydana gelir. Bu durumda nifas hükümleri uygulanır. Eğer uzuvlar teşekkül etmeden düşük olmuş, ya da cenin alınmışsa nifas hâli meydana gelmez. Nifas hâli meydana gelmeyince nifas hükümleri uygulanmaz. Böyle kadın ibadetlerine devam eder. Lohusalık veya nifas hâli tesbit olunsa bile, kanın kesilmesiyle bu haller de biter. Yani doğum yapan bir kadın, kan kesildikten sonra—kırk günü beklemeksizin—temizliğini yapar ve ibadetlerine devam eder. Çünkü kanın kesilmesiyle nifastan çıkmış olur.
***
Kamil Doğan: “1. Bir ilmihal kitabında diyanetin yayınladığı takvimlerdeki güneşin doğuşunun ihtiyatlı yazıldığı ve normalde bu yazılandan güneşin doğuşunun 5–6 dakika sonra olduğu yazıyordu. Peki, bu durumda bazen sabah namazlarına geç kalktığımızda takvimlerde yazan güneşin doğuşu girdiği halde ihtiyatlı yazıldığı için bu 5–6 dakika içerisinde sabah namazını kılsak olur mu? 2. Ben önceleri Ramazanda akşam oruca niyetlenip sabah kalktığımda ihtilam olduğumu anladığımda bu şekilde oruç tutulmaz diye oruca devam etmiyordum. Fakat öğrendim ki gusül abdesti alındıktan sonra oruç tutulabiliyormuş. Bu şekilde tutmadığım oruçlar için kefaret gerekir mi?”
1. Güneşin doğuşu, sabah namazının kılınma vaktinin sona erişi demektir. Güneşin doğuş saatinin takvimde 5–6 dakika öncelenerek yazılmış olması, dünya ile güneş arasındaki dengeye bağlı teknik bir meseledir ve namazı riske etmemek için gereklidir. Bu durum, namaz mükellefine o 5–6 dakikayı kullanma ruhsatı vermez. Öyleyse, güneşin doğuşu açısından takvimi esas almalı ve namazı güneşin doğuş saatinden önce kılmalıyız. Eğer bu saatten önce kılamaz isek, sabah namazını kuşluk vaktinde sünnetiyle birlikte kaza etmeliyiz.
2. Bu bir hatadır ve sehivdir. Bu durumda kefaret gerekmez. Bu şekilde kaç gün oruç yemişseniz gününe gün kaza etmeniz yeterli olacaktır.
***
Basri Bahar: “Ter kokusunu önlemek için parfüm sürmenin bayanlarda zina işlemek kadar günahı olduğu ve gusül abdesti almadan bu olaydan kurtulamayacağı belirtiliyor. Erkeklerde durum nasıldır? Sabahları duş almak bir nebze ter kokusunu önlese de, ilerleyen saatlerde yine ter kokusu yayılıyor. Ayrıca, parfümün içinde alkol maddesi de bulunuyor. Bu konularda beni aydınlatırsanız sevinirim?”
İslâmiyet’te böyle abartılı hükümler olmaz. Zina işlemek kendine özgü kötülüğü bulunan bir fiildir ve büyük günahlardandır. Kadının, sadeliği ve temizliği aşacak ölçüde çok bayıcı ve cezbedici parfüm kullanması caiz olmamakla beraber; bu fiili zina fiili yerine saymak son derece yanlış, isabetsiz ve tehlikelidir. Üzerine bir de gusül abdesti eklenince, söylem, Müslümanca bir söylem olmaktan tamamen çıkmış oluyor.
Peygamber Efendimizin (asm) yasaklaması şöyledir: “Ailesinden başkaları arasında süslenip salınarak yürüyen kadın, kıyamet günündeki karanlık gibidir. Ona aydınlık yoktur.”1
Bu hadiste, kadının cezbedici biçimde süslenip sokakta salınarak yürümesi, başka hiçbir fiil ile kıyaslanmadan yasaklanmıştır. “Aydınlık yoktur” ifadesinden kasıt, süslenen ve salınarak yürüyen kadının edepsizlerin göz hapsine mahkûm olması, bu durumdan içi kararması, bedbaht olması, psikolojik travma yaşaması ve kendini kötü hissetmesidir. Bu ona iç karartıcı bir durum olarak yeter. Tövbe etmez ise ahirette de karanlıklı haller yaşar. Ama tövbe eder ve durumunu düzeltirse, affedilmez değildir. Allah affedicidir.
Öyleyse bu hadisin hükmünü doğru okuyalım: Öncelikle, kadının ve erkeğin ter kokulu olmak yerine temiz kokulu olması dine aykırı değildir. Fakat aşırı kokular rahatsızlık vericidir ve edeple de bağdaşmaz. Bu durumda sadeliği ve temizliği esas almalı, parfüm veya muhtelif kokuları, etrafa rahatsızlık vermemek kaydıyla kullanmalıdır. Tercih imkânımız varsa alkolsüzünü kullanmalı; fakat alkollü koku ve parfümlerin namaza mani olmadığı, nihayet Şafii mezhebine göre elbisenin o yeri yıkanmak sûretiyle namaz kılmaya engel olmadığı bilinmelidir.
***
Almanya’dan Hatice Kayaokay: “Yedi yaşına giren kardeşimi bu günlerde sünnet ettirmeyi düşünüyoruz. Bizim kaldığımız yerde Müslüman doktor yok. Biz başka bir yerde ettirmeyi düşünüyoruz. Ama burada çocuklarını Alman doktorlara sünnet ettiren var. Böyle bir şey yapılabilir mi? Sünneti Alman, gayri Müslim yapabilir mi? Doktorun da Müslüman olması gerekmez mi?”
Varsa Müslüman doktor tercih edilir. Fakat yoksa şart değildir. Gayri müslim doktor da sünnet yapabilir. Sünnet eden doktorun işinde ehil ve uzman olması, sünnet etmeyi bilmesi, dürüst ve güvenilir olması yeterlidir. Allah kabul etsin. Âmin.
Dipnotlar: 1- Tirmizî, 2/323
10.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Okuyucuya muhatap olmak |
|
Tahkik ehli insanlara muhatap olmanın, onlara karşı serd-i kelâmda bulunmanın zorluğunu ancak bizim gibi yaşayanlar bilir. Şuurlu, yeterli kültüre sahip, basiretli okuyucuların karşısına çıkıp, fikir beyanında bulunmanın zorluğunu anlatmaya gerek var mı bilemiyorum.
Okuyucunuz sıradan insanların ötesinde belli bir bilgi birikimine sahip, çok okuyan, araştıran ve bir de uyanık ve duyarlı insanlar ise, işiniz iyice zorlaşıyor... Ve işte bunun için diyorum ki, Yeni Asya’da kalem oynatmak, hiç de kolay değil. Bu gazetenin okuyucusu, en küçük bir hatayı, en basit bir yanlışı hemen fark ediyor ve bunu çekinmeden yazarına karşı beyan ederek ikaz edebiliyor.
Yaklaşık yirmi beş yıldan beri arada sırada bu gazetede bildiklerimi değerli okuyucularımla paylaşmaya çalışıyorum. İtiraf etmeliyim ki hâlen bu işin zorluğunu yaşıyorum. Her bir yazıya oturduğumda kendimi çok ağır bir yük altında hissediyor ve bazen sebebini bilemediğim stres ve sıkıntılara giriyorum. Sonradan bu gerginliklerin ve streslerin, en etkili sebebinin meselelere vakıf, duyarlı bir okuyucuya muhatap olmanın zorluğundan kaynaklandığını anlıyorum.
Böyle bir gazetede, böylesine nadide ve seçkin bir okuyucu kitlesine muhatap olmanın önemini ve ciddiyetini belirttikten sonra, Yeni Asya’da yazma işine talip olanlar gibi, benim de her zaman için göz önünde bulundurmaya çalıştığım bazı hususlar var elbette:
* Nurlardaki hak ve hakikatler, prensip ve düsturlar ışığında olayları görüp, değerlendirip, o paralelde ifade etmeye çalışıyorum.
* “Mürşidâne” söz ve ifadelerin soğukluğunu ve iticiliğini göz önünde bulundurarak, ahkâm kesmekten öteye bir çok yönüyle okuyucudan hiçbir farkımızın bulunmadığını kabul ediyorum.
* Hissî düşüncelerimi; bana ait zaaflarımı; mizacımdan kaynaklanan, yüklendiğimiz kudsî dâvâmızla uyuşmayan fikir ve düşüncelerimi bir tarafa koyduktan sonra yazmaya başlıyorum.
* Günü birlik, gelip geçici olayları yazmaktan kaçınıyorum. Kurum veya şahısları haksız yere rencide edecek ifade ve beyanlardan kaçınmayı prensip ediniyorum.
Beğenmesem dahi kişi veya cemaatlerin görüş ve düşüncelerine saygılı olmaya çalışıyorum. İnançlarımıza, kudsî dâvâmıza bir saldırı olduğunda ölçülü cevaplar vermeye çalışıyorum. Cevabında en çok zorlandığım husus da, ehli dinin bize olan haksız tenkitleri oluyor. Çünkü mesleğimizin önemli bir gereği olan ihlâs ve kardeşlik düsturlarını muhafaza etme gereğinden dolayı gazete diliyle cevap vermek hiç de kolay olmuyor.
Bilindiği gibi bize ihtiyaç olmadığından, siyasî konulara da hemen hemen hiç girmiyoruz. Yalnız bu noktada siyasîlerin dinî yaşantımızla alâkalı bazı yanlış tutum ve davranışlarını gördüğümüzde, dolaylı da olsa, bir şeyler ifade etmeye çalışıyoruz.
Malûmu ilâm etmek kabilinden olan konuları yazmamaya itina gösteriyorum. Çok fazla iktibaslara yer vermemeye çalışıyorum.
Ayrıca bazı yakın dostların; “Yazdıklarınızı yaşıyor musunuz?” gibi suâllerine de, söylediklerimizi, yazdıklarımızı harfiyyen yaşamanın zorluğunu ifadeden sonra, hayata geçirmenin gayretinde olduğumu söyleyebilirim. Bu konudaki hata ve kusurlarımı da itiraf etmeliyim.
Husûsî mânâdaki bu ifadelerden sonra yine ifade etmeliyim ki, samimî dost ve okuyucuların tenkit ve değerlendirmelerine ihtiyaç var. O sayede nerede olduğumuzu, neler söyleyip, neler yazdığımızı daha doğru, daha objektif görebiliyoruz. Taltif ve tebriklerini duâ ve teşvik; tenkit ve ikazlarını da yol gösterici ifadeler olarak görüp, isabetli ve istikametli yolu birlikte bulmaya çalışıyoruz.
10.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Ali KAYA |
Âyet ve hadislerde şefaat |
|
Şefaat, bir başkası adına yardım talebinde bulunmak, ricada bulunmak anlamına gelir. Yine şefaat, bir mü’minin günahının bağışlanması için Allah’a yalvarmaktır. Rütbe ve makam itibariyle yüksek bir mevkide bulunanın daha yüksek bir makamdan kendisinden daha aşağıda bulunan birine aracı olması anlamına da gelmektedir. Şefaat edene şefî’ ve şefaat edilene meşfû’ denir. Şefaatin çoğulu şüfeâ’ kelimesidir. (Rağıb el-Isfahani, Müfredat el-Garibu’l-Kur’ân, s.263)
Şefaat, mü’minlerin, iman ile kabre girenlerin kurtuluşu içindir. İslâm bilginleri şefaatin, azabı hak edenlerden azabı kaldırmak ve günahlarını bağışlamak için olduğunu söylerler. Bu da iki şekilde olur. Birincisi henüz cehenneme girmeyen mü’minlerin cehenneme girmelerine engel olmak ve cehenneme girmiş olanların da cehennemden kurtulmalarını sağlamak şeklinde tecellî edeceğini belirtmişlerdir. Ahirette Peygamberimizin (asm) Allah’a duâ ederek yalvaracağını, yüce Allah’ın da bu duâsını kabul ederek ümmetini kurtaracağını ve Peygamberimize (asm) bağışlayacağını ifade ederler.
Şefaat etme yetki ve iznini verecek olan Allah’tır. Nitekim Allah’ın izin ve müsaadesi olmadan ve yetki vermeden hiç kimsenin şefaatte bulunamayacağı Kur’ân-ı Kerîm’de Âyete’l-Kürsî’de sabittir. (Bakara, 2:255) Peygamberimiz (asm) “Her peygamberin Allah katında makbul bir duâsı vardır. Diğer peygamberler bu duâyı yapmada acele ettiler. Ben ise duâmı kıyamet günü ümmetime şefaat için sakladım. Ümmetimden şirk koşmadan ölen büyük günah işleyenler için şefaat edeceğim” (Müslim, Cenâiz 102-103; Buhârî, Deavât 1; Müslim, İman 334-342; İbn Mâce, Sünnet 37; Tirmizî, Deaavât 141; Ebû Dâvud, Sünnet, 4739; İbn Mâce, Zühd, 37; Tirmizî, Kıyame, 11, Hadis no: 2435) buyurmuşlardır.
Kâfirler ve inkârcılar için şefaat yoktur. Kur’ân-ı Kerim’de şefaatin olmayacağını ifade eden âyetlerin tümü kâfirler için şefaatin söz konusu olmayacağını belirtir. İnkâr edenlere şefaat kapısı kapalıdır. Nitekim yüce Allah kâfirlere hitaben “Allah’tan başka şefaat ediciler mi edindiler? De ki: ‘Ya onlar, hiçbir şeye malik değillerse ve akıl da erdiremiyorlarsa?’ De ki: ‘Şefaatin tümü Allah’ındır. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Sonra O’nun huzuruna döneceksiniz.’” (Zümer, 39:43-44) “Dinlerini oyun ve eğlence edinen ve dünya hayatının kendilerini mağrur edenlere bakınız. Allah’tan başka ne bir velisi ve ne de bir şefaatçileri vardır. Her türlü fidyeyi verseler de bu artık onlardan kabul edilmez.” (En’am, 6:70) “Allah gökleri ve yeri, ikisinin arasındakileri altı günde yarattı, sonra arşa istivâ etti. Sizin O’nun dışında bir yardımcınız ve şefaatçiniz yoktur. Yine de öğüt alıp düşünmeyecek misiniz?” (Secde, 32:4)
Peygamberler bile kâfirlere şefaat edemeyeceklerdir. Onlar lâyık oldukları cezalarını çekeceklerdir. Yüce Allah “Kâfirlere ben Cennetimi haram kıldım” (Buhari, Tefsir, 6, 26; Enbiya, 8; Rikak, 45, 53; Müslim, Fedail, 9) buyurmuştur. Ancak Ebû Talib’in Peygamberimizi (asm) himaye etmesinin mükâfatı olarak, onun o gayet ciddi, o şahsî şefkati ve muhabbeti elbette zayi olmayacaktır. Evet, ciddî bir sûrette Cenâb-ı Hakkın Habib-i Ekremini sevmiş ve himaye etmiş ve taraftarlık göstermiş olan Ebû Talib’in, inkâra ve inada değil, belki hicab ve asabiyet-i kavmiye gibi hissiyâta binaen makbul bir iman getirmemesi üzerine, Cehenneme gitse de, yine Cehennem içinde bir nevî hususî Cenneti, onun hasenâtına mükâfaten halk edebilir. Kışta bazı yerde baharı halk ettiği ve zindanda uyku vasıtasıyla bazı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi, hususî cehennemi, hususî bir nevi cennete çevirebilir. (Mektubat, 2004, s.657-658)
Kâfirler için nazil olan bu âyetleri halis mü’minlere hitap ediyormuş gibi yorumlamak kasıt eseri değilse, elbette çok büyük bir çarpıtmadır. Peygamberimizin (asm) hadislerine baktığımız zaman şefaatin ahirette mü’minlere ne derece rahmet eseri olduğu görülecektir.
İlk şefaat edecek ve şefaati kabul edilecek olan Peygamberimizdir. (Müslim, Fedail, 2) Bu şefaat, mahşer halkının hesaba çekilmeye başlaması ve mahşerin sıkıntısından bütün insanlığın kurtulması şeklinde olacaktır. Bu durum, Cenâb-ı Hakk’ın, Peygamberimizin (asm) Kendi katındaki değerini bütün insanlığa göstermesidir. Bütün peygamberler mahşerin sıkıntısı ve Cehennemin mahşer halkına hücumu karşısında “Allah'ım selâmet ver” diye korku ile diz üstü düşerek Allah’a yalvaracaklardır. İnsanlığı bu dehşetli durumdan kurtaracak olan Peygamberimizin (asm) Arşın altında Allah’a şefaat talebi olacaktır. Peygamberimizin (asm) büyük şefaati budur. (Buhari, Rikak, 52; Müslim, İman, 81) Ahirette insanlar hesaba çekildikten ve ameller mizandan geçirildikten sonra peygamberlere şefaat yetkisi verilecektir. (Buhari, Rikak, 45; Tevhit, 33; Müslim, İman, 81; Ebu Davud, Cihad, 26) Her peygamber kendi ümmetine şefaat edecektir. (Buhari, Tefsir, 18) Bu şefaat yetkisi “Şüphesiz Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Bunun dışında dilediğinin günahını affeder” (Nisa, 4:116) âyeti gereğidir. Elbette bu, Peygamberimizin (asm) buyurduğu gibi imanlı olanlardan büyük günah işleyenlere olacaktır. (Buhari, Rikak, 51; Ebu Davud, Sünne, 20)
Hz. Peygamber’in (asm) şefaati ile sorgu ve suâle tabi tutulmadan Cennete girecekler olacağı gibi (Buhari, Tefsir, 18; Müslim, İman, 84); büyük günahları sebebi ile Cehenneme giren ve kalbinde zerre kadar imanı bulunan mü’minler için de olacaktır. Peygamberimizin (asm) duâsı, ricası ve şefaati ile yüce Allah, Cehennemden mü’minleri tamamen çıkaracak ve Cehennemi ateş ile doldurarak müşriklere ve kâfirlere kurtuluş ümidi bırakmayacaktır. Peygamberimizin (asm) bu şefaat yetkisine “Makam-ı Mahmud” adı verilir. (İsra, 17:79; Buhari, Tevhit, 24; Müslim, İman, 84) Peygamberimiz (asm), bu yetkisinin bir kısmını ümmetinden âlimler, hâfızlar ve şehitlere devrederek onların da yakınlarına şefaat etmelerine imkân vererek, onları da şefaat ile şereflendireceği hadisler ile sabittir. (Câmiu’s-Sağir, 2:505)
Cennette mü’minlerin derecelerinin yükselmesi için de Peygamberimizin (asm) şefaati olacaktır. Nitekim Peygamberimiz (asm) “Cennette insanların ilk önce şefaatte bulunanı benim” (Müslim, İman, 85) buyurmuşlardır.
10.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
İslam YAŞAR |
Bediüzzaman’ın gençlik yılları ( 1 ) |
|
Bediüzzaman, hayatının gençlik safhasına Van’da geçti.
1897 yılında Hasan Paşanın dâvetine icabet ederek Van’a geldiğinde yirmi yaşındaydı. Hayatında her hâli ile tezahür etmeye başlayan gençliğin de tesiriyle hızla inkişaf edebileceği bir zemin aradığından, ilmî yönden fazla gelişmeyen Van ona mümbit bir zemin oldu.
O, daha önce gittiği yerlerde yaptığı gibi Van’da da medresede kalmak istiyordu ama Hasan Paşanın ısrarlı dâveti üzerine ilk zamanlar onun misafiri oldu. Onun konağında yapılan sohbetlere, münâzarâlara iştirak ederek hem şehrin eşrafını, erkânını tanıdı, hem de ahâlinin kültür seviyesi hakkında bilgi sahibi oldu.
Bu arada fırsat buldukça dağlara, kırlara çıkıp çevreyi tanıdı; köyleri, mezraları gezerek mahallin hayat şartlarına âşina oldu. Camilerde vaaz edip medreselerde dersler vererek sordukları her soruyu cevaplandırdığı için kısa zamanda insanlar arasında temayüz etti.
Bu yüzden Van valiliğine tayin edilen İşkodralı Tahir Paşa şehre geldiğinde ilk tanıdığı insanlardan biri Bediüzzaman oldu. İlme meraklı ve âlimlere hürmetkâr bir devlet adamı olan Paşa, onun ilme olan istidadını fark edip çalışkanlığına şahit olunca vali konağında bir oda tahsis ederek çalışmalarını orada yapmasını sağladı.
1898 yılı boyunca valiliğin zengin kütüphânesinin yanı sıra, Batıdaki ilmî gelişmeleri yakından takip eden Paşanın hususî kitaplarından, gazetelerinden, dergilerinden de istifade eden Bediüzzaman; bu arada daha önce ezberlediği kitapları tekrarlayarak bilgilerini tazelerken, yeni kitaplar okuyup mühim olanları ezberlemeyi de ihmal etmedi.
Bu vesile ile hem din ilimlerinde, hem de fen ilimlerinde kendisini iyice yetiştirdi. Paşanın, haftanın muayyen günlerinde muntazaman yaptığı ilim sohbetlerine ve tertip ettiği münâzarâlara katılarak öğrendiği bilgileri günlük hayatta kullanma fırsatı buldu.
Âlimlerle yaptığı dinî münâzarâları kazanması, muallimlerle giriştiği ilmî tartışmalarda galip gelmesi ve kimseye soru sormaması üzerine, Van ulemâsı da ona Bediüzzaman diye hitap ederek Siirt ulemâsı tarafından verilen, Bitlis âlimlerince de kabul gören o unvanı fiilen tescil etti.
Bazı mektep muallimleri ile fen ilimleri üzerine sık sık tartışması ve Tahir Paşanın sohbetlerde çeşitli sorular sorması, onun fizik, kimya, matematik, biyoloji, astronomi, tarih, coğrafya, felsefe gibi ilim dallarında kendisini yetiştirmesine vesile oldu.
Bu ilim dallarının içinde matematiğe hususî bir ilgi duyduğu için parlak zekâsının ve meselelere hızlı intikal etme kabiliyetinin de tesiri ile çok zor olan cebir denklemlerini kısa zaman içinde kolayca çözmeyi formülleştirerek küçük bir kitap hâline getirdi.
Bediüzzaman, günlük hayatında pek kullanmamasına rağmen, Türkçe’ye eskiden de biraz âşina idi. Van’a geldikten sonra, şehir merkezinde insanların ekserisinin Türkçe konuştuğunu, Paşanın konağındaki sohbetlerin de Türkçe yapıldığını görünce lisânını geliştirdi ve ihtiyaç hasıl oldukça Türkçe konuşup yazmaya çalıştı.
Bütün zamanını bu gibi ilmî çalışmalara, tartışmalara ve sohbetlere hasretmedi. Bazen şehirde esnafla sohbet ederken bazen köylere, mezralara; Başid, Feraşin, Beytüşşebab yaylalarına irşad gezilerine çıktı ve ağasından ırgatına kadar herkesle muhatap oldu.
Bu sayede ahâli ile öylesine anlaşıp kaynaştı ve onlara öyle bir itimat telkin etti ki, basit anlaşmazlıkları olan fertler de, şiddetli kavga eden aileler de, birbirleri ile asırlık husûmet içinde bulunan aşiretler de ona gelerek meselelerini hâlletmesini istediler.
O da hiçbir meseleyi küçümsemedi, kimsenin isteğini geri çevirmedi. Sıfatına, unvanına, imkânına bakmadan herkesin her meselesi ile ilgilendi, insanları kaynaştırdı, aşiretleri barıştırdı. Ertoşi aşireti ile Miran aşireti arasındaki hadise gibi devletin bile çözemediği bazı meseleleri hâllederek ictimâî huzurun teminine vesile oldu.
Daha önce çıktığı uzun seyahatteki müşahedelerinin ve Van havalisinde yaptığı görüşmeler sırasında edindiği intibaların neticesinde, Osmanlı Devleti’nin, inkırazın eşiğine gelmesinin sebeplerini teşhis etti.
“Bizim düşmanımız cehâlet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san'at, marifet ve ittifak silâhıyla cihad edeceğiz” sözlerinde düşman olarak vasıflandırdığı illetlerden kurtulmanın çarelerini ortaya koydu.
Düşmanların başında cehalet olunca, ona karşı yapılabilecek en tesirli mukavemet, ihtiyaç olan yerde bir tekke, medrese, mektep açarak halkı tenvir ve irşad etmeye başlamaktı.
Haddızatında memlekette ahâlinin desteği ve âlimlerin gayretleriyle faaliyet gösteren binlerce tekke ve medrese vardı. Fakat bu eğitim yuvaları zamanın gelişmelerine ve cemiyetin ihtiyaçlarına göre kendilerini yenileyemediklerinden tesirlerini kaybetmişlerdi.
Devletin açtığı mekteplerde ise Avrupaî bir eğitim tarzı takip edildiği ve fen ilimleri ile insanların akılları aydınlatılırken, kalplerini tatmin edecek din ilimlerine pek yer verilmediği için oralarda da mütekâmil bir eğitim verilemiyordu.
Bu gerçeği yıllarca yaşayarak müşahede eden ve tek başına tekkelerin, medreselerin, mekteplerin çare olmadığını gören Bediüzzaman, beden ve ruh eğitiminin temeli olan bu unsurları birleştirerek yeni bir eğitim tarzı teşekkül ettirmenin çarelerini aradı.
Maksadı, elli-yüz kadar kabiliyetli talebe seçip, onları Akdamar Adası gibi sakin, güzel ve tenha bir yerde açacağı medresede on senede itina ile yetiştirerek değişik yerlere gönderip İslâm’ı dünyaya hâkim kılmaktı.
Lâkin bunun şartları henüz hazır olmadığından zihnen devletin, milletin, cemiyetin ihtiyaçlarına cevap verecek yeni bir eğitim sistemi geliştirmekle meşgul olurken, 1899 yılında, kuracağı medresenin mukaddimesi mahiyetindeki Horhor Medresesi’ni açtı.
Medresede talebelerine din ilimlerini öğretirken, fen ilimleri ile meşgul olmaya ve o hususlarda yazılan kitapları okumaya devam etti. Abdurrahman Abdarî’nin Süllemü’l-Münevrak isimli eserini okuyunca ona haşiye yazmaya başladı.
‘Mantık semâsının merdiveni’ mânâsına eser üzerine yaptığı Arapça değerlendirmeler, haşiyenin hudutlarını aşıp mantık ilminin inceliklerini anlatan bir kitap hüviyeti kazanınca, onu kitap şeklinde tanzim etti ve Kızıl İcaz adını verdi.
Bediüzzaman bir yandan Horhor’da dersler anlatırken diğer yandan Tahir Paşaya gelen gazeteleri, dergileri okuyarak Osmanlının ictimâî hayatını ve dünya siyasetinin gidişatını takip etti.
Bir gün gazetelerden birinde İngiliz Sömürgeler Bakanı’nın, Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada “Bu Kur’ân Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe biz onlara hâkim olamayız. Ya Kur’ân’ı sukut ettirip ortadan kaldırmalıyız, yahut da Müslümanları ondan soğutmalıyız” şeklindeki açıklamalarını okuyunca hiddetlendi.
“Ben de Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez mânevî bir güneş hükmünde olduğunu bütün dünyaya ilân edeceğim ve göstereceğim” diye haykırarak harekete geçti.
İnsanın, hislerinin galeyana geldiği zamanlarda makul hareket edemeyeceğini bildiği için biraz sakinleşmek maksadıyla Van Kalesi’ndeki inziva menziline giderken iki ayağı birden kaydı ve ‘iki minare yüksekliğindeki’ uçuruma yuvarlandı.
Dünyası dâvâsıyla o kadar doluydu ki, hayatından ziyâde dâvâsını düşündüğünden o anda gayri ihtiyarî “Dâvâm!..” diye haykırınca ‘büyük bir istinada basmış gibi üç metrelik bir kavisle biraz aşağıdaki küçük mağaraya atılarak harika bir şekilde’ kurtuldu.
Takriben 1900 yılında meydana gelen ve bir ‘hıfz-ı İlâhî ve imdad-ı gaybî telâkki ettiği’ bu hadise üzerine hayatını dâvâsına adayarak o zamana kadar öğrendiği bütün ilimleri, Kur’ân’ın hakikatinin anlaşılması ve icazının isbat edilmesi için kullanmaya karar verdi.
Bu kararın da tesiriyle zamanının ekseriyetini çalışarak geçirdiği, bir yandan daha önce hıfzettiği kitapları tekrarlarken diğer yandan yeni kitaplar ezberlediği, bununla da kalmayıp çözümü müşkül matematik hesapları ile meşgul olduğu için zihnî bir zafiyet geçirdi.
Bunun üzerine zihnini dinlendirmek için bir süre ezber çalışmalarına ve matematik problemleri çözmeye ara verdi, ilmî müzakerelere katılmadı, zaruret olmadan kimseyle konuşmadı.
O günlerde bu hâlinin de tesiriyle Tahir Paşa ile aralarında tatsız bir tartışma yaşanınca Van’dan ayrıldı. Hizan’da, Bulanık’ta, Erciş’te ve İran taraflarında iki üç sene kadar gezerek ahâlinin ahvâlini müşahede etti.
Bu zaman içinde her hususta onun yokluğunu hissederek gönlünü almaya çalışan Tahir Paşanın ısrarlı dâvetleri üzerine, takriben 1904 yılında tekrar Van’a döndü. Bir yandan Horhor Medresesi’ndeki derslerine devam ederken, diğer yandan uzun süredir zihninde şekillendirdiği yeni medrese tasavvurunu teşebbüs safhasına getirmenin yollarını aradı.
Bu maksatla ilk olarak “Vicdanın ziyası ulûm-u diniyedir. Aklın nûru fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. Ayrıldıkları vakit birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe ortaya çıkar” diyerek öyle bir medresenin lüzumunu anlattı.
Ardından, din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı bu medresenin, Mısır’daki Ezher Medresesi’nin kardeşi mahiyetinde olmasını istediğinden, onu tedâi ettirmesi için Medresetü’z-Zehra adını verdi.
Van’da başlayıp Bitlis’i ve Diyarbakır’ı da içine alacak şekilde genişletmeyi düşündüğü bu büyük eğitim hamlesini, beklenen neticeyi vermesi için ferdî bir teşebbüs olmaktan çıkarıp devlete, millete, cemiyete mal etmesi gerekiyordu.
Onun için, bu husustaki çalışmalarını destekleyen Tahir Paşa o sırada vali olarak Bitlis’te bulunduğundan oraya giderek onunla görüştü. Paşa bunun yolunun meseleyi bizzat padişaha arz etmekten geçtiğini söyleyince, ondan padişaha hitaben yazılmış bir takdim mektubu alarak önce kara yolu ile Trabzon’a geldi, oradan da gemi ile İstanbul’a hareket etti.
1907 yılının sonuna doğru İstanbul’a gelen Bediüzzaman, misafir olarak Ferik Ahmed Paşanın konağına yerleştikten sonra saraya gidip bizzat padişahla görüşmek istedi. İlk teşebbüsünde sultanın huzuruna çıkamayınca birkaç sefer daha denedi ise de muvaffak olamadı.
Bunun üzerine çevresindeki bazı devlet adamlarının da tavsiyesi ile Mabeyn-i Hümayuna, Van’da din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı medrese kurmak istediğini bildiren bir dilekçe verdi.
Ardından da ismine ‘Kürdî’ sıfatını ekleyip şehirde mahallî kıyafeti ile dolaşarak sözlerinin yanı sıra hâlleri, hareketleri ile de Şark vilayetlerinin içinde bulunduğu cehâlet ve zarûret hâllerine dikkat çekmeye çalıştı.
İki ay kadar süren fiilî ve hâlî çabasına rağmen resmî müracaatından bir netice alamadı. Bu şekilde hareket ettiği takdirde padişahla görüşemeyeceğini, İstanbul uleması ile de hemhâl olamayacağını anlayınca tavrını ve tarzını değiştirmeye karar verdi.
Fatih semti İstanbul’daki dinî, ilmî faaliyetlerin merkezi durumunda olduğu için orada kaldığı takdirde ulema ile daha sık görüşebileceğini düşünerek Şekerci Han’a yerleşti. Sadece orada kalmakla ulemanın dikkatini çekemeyeceğini bildiği için farklı bir çıkış yapma ihtiyacı hissetti.
Tahir Paşa, Van’da iken kendisine “Şark ulemasını ilzam ediyorsun, fakat İstanbul’a gidip o denizdeki büyük balıklara da meydan okuyabilecek misin?” sözünü hatırlayınca, işe oradan başlamaya karar verdi.
Bunu da, odasının kapısına astığı levha ile ilân etti.
— Devami Haftaya —
10.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Siyaset alanı geniş olmalı |
|
Anayasa Mahkemesinin AKP’nin kapatılması davasında verdiği karar, çok çeşitli şekillerde yorumlara sebep oluyor. Bir kısım yorumlar AKP’nin açılan dâvâdan kârlı çıktığı şeklinde olurken, bir kısım yorumlar da bu karar ile siyasete yeni ‘kırmızı çizgi’ler çizildiği yönünde şekilleniyor.
Mahkemenin kararı ile Ergenekon dâvâsının aynı zaman diliminde cereyan etmesi de yine farklı yorumlara sebep oldu. Bazıları Ergenekon dâvâsına belki de gereğinden fazla önem atfederken, bazıları da bu dâvâyı hafife almayı tercih etti.
Elbette her işte olduğu gibi, böyle konularda da tedbirli ve ihtiyatlı olmakta fayda var. Akibetin ne olacağını bugünden bilme imkânı olmadığına göre, hayırlı neticeler ortaya çıkması için duâ etmek gerekiyor.
Gerek AKP dâvâsı ve gerekse Ergenekon dâvâsı için farklı yorumlar yapan isimlerden biri de kapatılan Fazilet Partisi milletvekillerinden Prof. Dr. Mehmet Bekaroğlu. Bekaroğlu, AKP dâvâsıyla siyasete yeni çizgiler çizildiğini ve siyaset alanının daraltıldığına işaret ediyor. AKP kapatılsaydı “Mağduriyetin oylanmasına devam edilecekti” diyen Bekaroğlu, “27 Nisan muhtırasıyla başlayan süreçte 367 kararı, türbanla ilgili değişikliğin iptali ve kapatılmama kararıyla kırmızı çizgiler iyice kalınlaştırıldı. Siyasete giydirilen gömlek yıkandı, kurutuldu ve şimdi de iyice daraltıldı. Böylece Türk siyaseti daha dar kalıpların içine hapsedildi” demiş. (Sabah, 4 Ağustos 2008)
Siyaset alanının daralmasına en başta itiraz etmesi gereken siyasetçiler olmalıdır. Siyasî partiler, kendi aralarında ‘kavga’yı bir yana bırakıp, siyaset alanını daraltmaya çalışanlara itiraz etmelidirler. Çünkü siyaset alanının daraltılması, Türkiye’nin en ciddî siyasî problemlerinden biridir. Daraltılan siyaset sokağında, millet menfaatine siyaset yapmak mümkün olur mu? Olmayacağına göre, en başta bu alanı genişletmek, çizilmek istenen yeni çizgilere itiraz etmek gerekir.
Bekaroğlu’nun dikkat çektiği başka bir nokta da Ergenekon dâvâsıyla ilgili olan tartışmalar. Bir yandan “Küçümsemiyorum, çok önemsiyorum” diyen Bekaroğlu, Ergenekon dâvâsını şöyle yorumlamış: “Korkarım ki Ergenekon burada kalacak. Biraz karikatürize ve deşifre olmuş, rasyonel olmayan, kontrolden çıkmış ekip tasfiye ediliyor. Bizim bilmediğimiz Ergenekon’un, deşifre olmuş Ergenekon’u tasfiye etmesidir.”
“Başından beri AKP’yi bir proje olarak görüyorum” diyen Bekaroğlu, Fazilet Partisi’nin kapatılmasının da bu projenin bir parçası olduğunu ihsas ettiriyor: “FP’nin kapatılması için hiçbir sebep yoktu. (…) AKP’nin kurulabilmesi için Fazilet Partisinin kapatılması gerekiyordu, çünkü başka türlü (AKP) kurulamıyordu.” (agg.)
Bu problemler karşısında çare, pek çok uzmanın da ifade ettiği üzere “Yeni Anayasa” hazırlanması: “Türkiye’nin ciddî ve radikal bir demokrasi projesine ihtiyacı var; siyasî partiler ve seçim yasası değiştirilebilir. Bir demokrasi atılımı yapılabilir. (…) siyasetin derin nefes alıp giydirilen gömleği yırtması gerekiyor. Bunun yolu, yeni bir anayasa.”
Bu tesbitlerin tamamına ya da bir kısmına itiraz edenler olabilir. Ama ‘açık kapı’ bırakmakta fayda var. Unutmayalım, ‘deprem hariç her şeyin bir senaryosu olabilir…’
Demokrasi ve hürriyetlerin yolunu açabilirsek, Türkiye zaman kaybetmez…
10.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Sınırımızdaki yeni devletler oyunu |
|
Kuzey sınırımızda tehlikeli bir devletler oyunu yaşanıyor. Bu oyunun misilleme gibi haklı nedenleri de var. Soğuk Savaş sonrasında SSCB’nin oyundan mağlup olarak çıkmasından sonra, Amerikan tarafı NATO üzerinden oyunun kurallarını bozmuştu. NATO’nun genişletilmeyeceği yönünde Gorbaçov’a söz verilmesine rağmen, eski Sovyet topraklarının bulunduğu doğuya doğru ilerlemesini sürdürdü. Rusya’nın adeta altı oyuldu ve Varşova Paktı üyesi olan birçok ülke, bu süreçte NATO üyesi haline geldi. Sıra en kritik iki ülke Ukrayna ve Gürcistan’a gelmişti. Bu ülkeler, Turuncu ve benzeri devrimlerle Soros ve Amerikalılar tarafından siyaseten ele geçirilmişti. Ama jeopolitik ve jeostratejik olarak NATO bünyesine katılamamıştı. Rusya vetosunu sürdürüyordu. Esasen Ruslar da bu ülkelerle ilişkilerini asla kesmek ve bu ülkeler üzerindeki tarihî hegemonyalarını kaybetmek istemiyorlardı. Bu bağlamda, Gamsahurdia başkaldırısının bedelini ve cezasını hayatı ile ödedi. Akibeti Noriega’dan beter oldu. Onu deviren Şevardnadze ise daha sonra köhne rejiminin kurbanı oldu ve yerine Batı’nın yetiştirmesi ve yeniçerisi Saakaşvili geldi. Saakaşvili kendisini garantiye almak istiyordu. Bunun için de kolektif savunma sistemi vaad eden NATO şemsiyesi altına girmek arzusundaydı. Ancak bu şekilde kurumsal olarak Rusya’nın vesayetinden kurtulabilir ve Batı jeopolitik havzasına dahil olabilirdi. Son NATO toplantısının gündeminde Ukrayna ve Gürcistan’ın da ittifaka dahil olmaları gündemdeydi. Bununla birlikte başka alanlarda ilerleme sağlansa da Ukrayna ve Gürcistan meselesi sürüncemede kaldı. Bu gelişmeler yaşanırken Balkanlar’da da Ruslar ve müttefikleri mevzii kaybetmeye başladılar. En son olarak Kosova Sırplardan bağımsızlığını kazandı. Ruslar ve Sırplar buna şiddetle itiraz ettiler, zira onlara göre Kosova bağımsızlık kazanacak durumda federal bir cumhuriyet olmayıp özerk bölge idi. Özerk bölgeye tek yanlı bağımsızlık vermekte emsallerine kapıyı açacaktı. Bu pandoranın kutusunun açılmasıydı.
***
İşte Osetya hadisesi bunun bir rövanşıdır. Zaten Rusya, Kosova’nın bağımsızlığı aşamasında KKTC’ye atıfta bulunmuş ve Kosova misalinin KKTC gibi muallaktaki ve tartışmalı bölgeler için meşruiyet kaynağı olacağını söylemişti. Karaciç’in yakalanmasından sonra da süreç hızlandı. Rusya, Osetya ve Abhazya üzerinden Gürcistan’a ve Batı’ya mesaj gönderiyor: “Tiflis benim vesayetimden kurtulabilir, ama bunun bedeli Sırbistan’ın Kosova’da ödediği bedel gibi ağır olur. Sonuçta Osetya ve Abhazya Gürcistan’dan kopar...” Dolayısıyla bir bilvekale savaş var. Rusların tahrikleri ve Osetlerin de arzuları istikametinde Osetya tek yanlı olarak Gürcistan’dan bağımsızlığını ilan etti ve Gürcistan’ın bölgelerinden çekilmesini istediler. Zaten, burada Gürcülere rağmen, Rus Barış Gücü askerleri barınıyordu. Gürcüler Rus askerlerinin, Osetler de Gürcü askerlerinin çekilmesini istiyordu. Bu tek yanlı irade beyanı üzerine Saakaşvili Osetya’ya asker sevk etti ve Osetlerin bağımsızlık iradelerini ve askerî şevketlerini kırmak istedi. Rus Barış Gücü askerlerinin de Gürcü yığınağına cevap vermeleri üzerine, Osetler üzerinden resmen Gürcistan ile Rusya savaşa tutuşmuş oldu. Ruslar Sovyet dilini kullanarak aslında bu meselede taraf olmadıklarını ve barış gücü olarak sivil halkı Gürcü saldırısından koruduklarını ileri sürüyorlar. Bu mesele derinleşerek devam eder gider. Rusya, Putin ve Bush döneminde petrol gelirlerinin artması sonucu 20 kat büyüdü ve yeniden imparatorluk hayalleri kurmaya başladı.
***
İmparatorluk hayallerinin sınandığı ilk bölge ise, Ukrayna ile Gürcistan. Ukrayna’nın Batı yanlısı lideri Yuşçenko zehirlendi ve ölümden döndü. Rusya’dan kurtulmak için özerk kilisesini inşa etmek istiyor. Bunun için de Patrikhane’den ve Batı’dan destek almaya çalışıyor. Şimdi Ortodoksluk üzerinden yeni bir soğuk savaş ortamı Ukrayna topraklarında yaşanıyor. Gürcistan’da da yine benzeri bir cepheleşme var.
Peki, iki ateş arasında kalan Türkiye’nin durması gereken nokta neresidir? Açıktır ki, Türkiye burada çok dikkatli bir politika izlemek durumundadır. Patrikhane meselesinin alet edilmesine izin vermeden (ki izin vermesi halinde oyun kendi toprakları üzerinde cereyan eder) sınırlarındaki devletler arası oyunda kısa vadede Amerikan taraftarlarına destek olmalıdır. Nedenine gelince, ABD’nin günleri sayılıdır ve sınırda asıl tehlike daim Rusya varlığıdır. Zararı yok, Irak gibi uzak coğrafyalarda Rusya’nın dengeleyici pozisyonundan yararlanılabilir, ama hassas kuzey sınırlarımıza Rusya’nın dönmesine asla izin verilmemelidir. Güney sınırımızdaki asıl tehlike ABD, kuzey sınırımızdaki asıl tehlike ise Rusya’dır.
10.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|