Amerika başkanlarından Roosevelt’in yüksek mahkeme ile arasında çıkan bir çatışma sonrasında söylediği “anayasayı mahkemenin elinden kurtarmalı” sözü, bizim gibi antidemokratik ilkeler içeren bir anayasaya sahip ülkeler için çok daha geçerli bir söz olmalı. 22 Temmuz seçimlerinin üzerinden bir yıl geçti; ancak Türkiye’nin gündemini son iki yıldır temel meseleler yerine yüksek yargı meşgul ediyor. 367 krizi, başörtüsüyle ilgili düzenlemenin iptali ve son olarak da kapatma dâvâsının sonucunu belirleyecek olanın yine AYM olması Türkiye’de bir yargı iktidarından (juristokrasi) söz edilmesine yetti. Nihayetinde AYM kapatma dâvâsını geçen hafta sonuçlandırdı.
AKP kapatılamadı. Umur Talu, AKP’nin neden kapatılamadığının fotoğrafını çok iyi çekmişti geçen haftaki yazısında. Buna göre “AKP’nin ABD gölgesinde rasyonel bir politikacı olması”, ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarları için “Türkiye’de askerî müdahaleci, darbeci maceralara mesafe koyma” isteği derin bir mutabakatla bu sonucu ortaya çıkarmıştır. CNN’in kararın açıklanmasından üç saat önce dâvânın sonucunu bildirmesi de bunun göstergesiydi. Netice olarak siyasî olan bir dâvânın sonucunu iç ve dış siyasetin dinamikleri etkiledi ve AKP direkten döndü. Sadece bir üyenin oyu; bir ülkenin, belki de bu derin mutabakatın, kaderini belirledi.
Bundan sonra neler olacak? Bugüne nasıl gelindiği sorusu geçmişi kurcalamak adına değil, geçmişten ders çıkarmak ve bundan sonra ne olacağını kestirebilmek adına önem kazanmaktadır. Bu noktaya gelinmesinde AKP iktidarının faydacı siyaset anlayışının önemli rolü olduğunu düşünüyorum. 2002-2004 yılları arasındaki AKP, hürriyetçi-liberal politikalar izleyerek AB yolunda önemli adımlar atan, demokratikleşme taleplerine cevap vermeye çalışan bir görüntüdeydi. AKP’nin birçok kesimde sempati uyandıran bu adımları siyasette ve ekonomide yüz güldüren gelişmeleri netice vermişti. Sonraki dönemde ise AKP’nin, hangi saiklerle olduğu bilinmez, devletçi geleneğe yaslandığını, milliyetçi politikalara ağırlık verdiğini, kabadayılaşarak AB karşıtlarının elini güçlendirdiğini, demokratikleşme taleplerine karşı faydacı bir siyaset ürettiğini görürüz. Bu faydacı siyaset anlayışının 367 krizini doğurmasından sonra uzlaşma mesajları veren AKP, bu krizden 22 Temmuz’da güçlenerek çıkınca kendisini bu sürece götüren antidemokratik yapılarla mücadele etmek yerine faydacı siyasetine geri dönüverdi. Bu da çok önemli bir hata idi. 22 Temmuz gecesi toplumun bütün kesimlerini kucaklayıcı mesajlarla sivil anayasa sözü veren Başbakan’ın konjonktür müsaitken bu sözünde durmaması, başörtüsü meselesine de “siyasî fayda” anlayışıyla yaklaşması yeniden bir yargı krizine yol açmıştı. Başörtüsü meselesi üzerinden hürriyetlere bakmayı tercih eden AKP, hak ve hürriyetlerin tamamı üzerinden hareket ederek bu meseleye eğilebilseydi, sivil anayasa sözünü tutsaydı bugün çok farklı şeyler tartışıyor olacaktık. AKP’nin yüzde kırk yedilik oyuna çok fazlaca güvenmesi, devletçi yaklaşımlarını sürdürerek—Başbakanın futbolcu kişiliğine uygun olarak—türbinlere oynaması, Süleyman Soylu’nun ifadesiyle AKP’nin demokrasiyi de istismar ettiği sonucunu ortaya çıkardı. Bu istismar demokratikleşmenin ötelenmesine yol açmış, siyasetin alanını daraltmış, kadim sorunların çözümünü belirsiz tarihlere ertelemiş, böylelikle Türkiye’nin kaderi bir üst iktidarın (yüksek yargı) inisiyatifine bırakılmıştır.
Haşim Kılıç kapatma dâvâsının sonucunu açıklarken yaptığı açıklamada bunun ipuçlarını sunarak yargı üyelerinin de bu durumdan rahatsız olduğuna dikkat çekti ve anayasa değişiklikleriyle işlerin bu noktaya gelmeden çözülmesinin önemine değindi. Kılıç, adeta “Anayasayı yüksek mahkemenin elinden kurtarın” der gibiydi.
Bundan sonrası için şunları önerebiliriz: AKP bir iç muhasebeyle 22 Temmuz akşamına geri dönmeli, faydacı siyaset gütmekten vazgeçip kaybedilen yılların telâfisini sağlamaya çalışmalıdır. Bu noktada ‘AKP bu gücü kendinde bulabilecek midir?’ sorusu da önemlidir. Çünkü, son bir yılda iktidar partisi—en güçlü olduğu bir dönemde— çok güçsüz bırakılmış ve yıpratılmıştır. Şöyle ki: AKP hak ve hürriyetleri işmam eden temel meselelerde—meselâ sivil anayasa sözünde—artık, derin mutabakat izin vermediği sürece, elini dahi kıpırdatamaz. Zira toplumsal ve siyasi mutabakatın en yüksek olduğu 22 Temmuz ertesinde işi savsaklayan AKP, bu kapatma dâvâsından sonra—üstelik çetrefilli bir karardan sonra—o gücü artık kendinde bulamaz.
Yargı kararları ve mağduriyetlerin yerine; zamların, ekonomik sıkıntıların, siyasetin konuşulduğu normal bir erken seçim en makul çözümlerden birisi gibi gözükmektedir. Ancak AKP, bahsi geçen mutabakatın gereğini yerine getirme(me)k uğruna seçime gider mi? Bunu da zaman gösterecek.
05.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|