"Gerçekten" haber verir 05 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

Hadis-i Şerif Meâli

Ramazan'dan sonra en faziletli oruç, Ramazan'a hürmeten Şaban ayında tutulan oruçtur.

Câmiü's-Sağîr, No: 747

05.08.2008


Musibetler İlâhî ihtar ve ikazdır

Birinci Mesele: Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip feryad etmek gerektir.

Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmânîdir. Nasıl ki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki, zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunâne dönerler. Öyle de, çok zâhirî musibetler var ki, İlâhî birer ihtar, birer ikazdır. Ve bir kısmı keffâretü’z-zünubdur. Ve bir kısmı, gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevi huzur vermektir. Musibetin hastalık olan nevi, sabıkan geçtiği gibi, o kısım, musibet değil, belki bir iltifat-ı Rabbânîdir, bir tathirdir.

Rivayette vardır ki, “Ermiş bir ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşüyor; sıtmanın titremesinden günahlar öyle dökülüyor.”

Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm, münâcâtında, istirahat-i nefis için dua etmemiş. Belki zikr-i lisanî ve tefekkür-ü kalbîye mâni olduğu zaman, ubudiyet için şifa talep eylemiş. Biz, o münâcatla birinci maksadımız, günahlardan gelen mânevî, ruhî yaralarımızın şifasını niyet etmeliyiz. Maddî hastalıklar için, ubudiyete mâni olduğu zaman iltica edebiliriz. Fakat muterizâne, müştekiyâne bir surette değil, belki mütezellilâne ve istimdatkârâne iltica edilmeli. Madem Onun rububiyetine razıyız; o rububiyeti noktasında verdiği şeye rıza lâzım. Kazâ ve kaderine itirazı işmam eder bir tarzda ah, of edip şekvâ etmek, bir nevi kaderi tenkittir, rahîmiyetini ithamdır. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmeti itham eden, rahmetten mahrum kalır. Kırılmış elle intikam almak için o eli istimal etmek nasıl kırılmasını tezyid ediyor; öyle de, musibete giriftar olan adam, itirazkârâne şekvâ ve merakla onu karşılamak, musibeti ikileştiriyor.

İkinci Mesele: Maddî musibetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür. Meselâ, gecelerde insanın gözüne bir hayal ilişir. Ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet verilmezse kaybolur. Hücum eden arılara iliştikçe fazla tehâcüm göstermeleri, lâkayt kaldıkça dağılmaları gibi, maddî musibetlere de büyük nazarıyla, ehemmiyetle baktıkça büyür. Merak vasıtasıyla o musibet cesetten geçerek kalbde de kökleşir, bir mânevî musibeti dahi netice verir, ona istinad eder, devam eder. Ne vakit o merakı, kazâya rıza ve tevekkül vasıtasıyla izale etse, bir ağacın kökü kesilmesi gibi, maddî musibet hafifleşe hafifleşe, kökü kesilmiş ağaç gibi kurur, gider. Bu hakikati ifade için bir vakit böyle demiştim:

Bırak ey biçare feryadı belâdan kıl tevekkül,

Zira feryat belâ ender hatâ ender belâdır bil.

Eğer belâ vereni buldunsa, safâ ender atâ ender belâdır bil.

Eğer bulmazsan, bütün dünya cefâ ender fenâ ender belâdır bil.

Cihan dolu belâ başında varken, ne bağırırsın küçük bir belâdan? Gel, tevekkül kıl.

Tevekkülle belâ yüzünde gül, tâ o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül.

Nasıl ki mübarezede müthiş bir hasma karşı gülmekle, adâvet musalâhaya, husumet şakaya döner, adâvet küçülür, mahvolur, tevekkül ile musibete karşı çıkmak dahi öyledir.

Lem’alar, 2. Lem’a, 5. Nükte, s. 18-19

keffâretü’z-zünub: Günahların keffareti.

tathir: Temizleme.

ender: -de, içinde, dahilinde.

tebeddül: Yenilenme, değişme.

mübareze: Çekişme.

adâvet: Düşmanlık.

05.08.2008


Ali İhsan Tola Ağabeyle nurlu saatler…

“Bediüzzaman’ın en büyük hatırası Risâle-i Nur’dur”

Geçen günlerde Barla turuna çıkmıştık. Yeni Asya Sosyal Tesislerinde Mehmet Kutlular Ağabeyin sohbetiyle “Esmâü’l-Hüsnâ”nın sırlarını 24. Söz’de aramış, geriye nurlu anekdotlar bırakmıştık.

Barla’nın mânevî havasından kabiliyetimiz nisbetinde istifade edip, Senirkent’te ikamet eden Bediüzzaman Hazretlerinin talebelerinden olan Ali İhsan Tola Ağabeyle görüşmeye karar verdik. Senirkent’e vardığımızda Tola Eczanesine uğrayarak Ali İhsan Ağabeyi ziyaret edip edemeyeceğimizi sorduk. Ali İhsan Ağabey sadece rahatsız olduğu zamanlar kapıyı açmıyormuş. “Eğer 1-2 dk. içerisinde kapıyı açmazsa fazla da ısrar etmeyin” cevabını aldık.

Ali İhsan Ağabeyin evi sesten rahatsız olmayacağı bir yerde mütevazı bir görünüşe sahip… Eve vardığımızda kapı sonuna kadar açıktı. Ali İhsan Ağabey evin sokağa bakan penceresinin kenarında oturuyordu. Bir şeyler yazıyordu (sonradan anladık ki Risâle-i Nur yazıyormuş). Bizi görünce yazdığı kâğıdı bir yere koymuş olacak ki hattını göremedik. Selâmımızı verip içeri girdik. Kimsenin soru sormadığını görünce bir soruyla konuşturmak istedim:

“Bediüzzaman Hazretleriyle bire bir görüştünüz. Görüşmelerinizden bize tavsiye olarak aktarabileceğiniz hatıralarınız var. Bunlardan biraz bahseder misiniz?”

Ali Ağabeyin sesini duyabilmek için yanına kadar gelmeniz ve pür dikkat dinlemeniz gerekiyor. Sorduğum soruyla çok muhatap olmuş ki, hafif celâlli bir ifadeyle “Ne keyfiyetsiz bir soru… Hatıra! Hatıra! Hatıra!” dedikten sonra “Bediüzzaman’dan hatıra isteyen Risâle-i Nur okusun. Bediüzzaman’ın en büyük hatırası Risâle-i Nur’dur” şeklinde cevap verdi. Bir anda neye uğradığımı şaşırmış. Neler soracağımı düşünmeye başlamıştım. Sanki beynim bir anda durmuştu…

Kimseden ses çıkmayınca Ali Ağabey devam etti: “Risâle-i Nur’da her meseleyi hallettiniz, aklınıza takılan bir yer kalmadı da, hatıra mı istiyorsunuz?” dedi. Biz de bunun mümkün olmadığını belirttik. Bize “Bir mesele de takıldıysanız ona yardımcı olayım” şeklinde mukabele etti. Hepimiz zihnimizde Risâle-i Nur konularını taramaya koyulduk.

İlk soru babamdan geldi: “İmam-ı Mübin - Kitab-ı Mübîn - Kur’ân kitabı - Kâinat kitabı tariflerini” açıklamasını istedi. Cevap birçok konuyu beraberinde getirmişti. Konudan konuya atlıyor, temâşâ âlemimizde yeni ufuklar açılıyordu. “Bir dut ağacı (evinin önünde duruyor)… Sana altmış fakülteyi bitirmiş desem, bana ne dersin?” şeklinde sordu. (Sohbetimiz boyunca bütün soruları bana yöneltiyordu. Gerek en yakınında olmamdan, gerek de içlerinde en küçük yaşta bulunduğumdan dolayı olsa gerek). Sorulara pek cevap vermiyor, kendisinin cevaplamasını istediğimi belirtmek mahiyetinde kafamı öne eğiyordum. “Benim bulduğum altmış fakülte bunlar…” diyerek ilâve etti. Mânâ itibariyle şöyle cevap verdi:

“Bakın, bir dut ağacı çamur yiyiyor, güneşten gelen ışığı emiyor, ayırıyor, sudan gelen mineralleri alıyor. Şeker gibi bir meyve veriyor. Şimdi, bunları ayrı ayrı alırken protonlarını, nötronlarını, elektronlarını birbirinden ayırıyor, kendisinin işine yarayacak atomlar haline getirmiyor mu? Şimdi desem ki, bu dut ağacı çok iyi bir Atom Mühendisidir. Ne dersin?”

Sohbet koyulaşmıştı. Ali İhsan Ağabey, ilmî bilgileri de vermeyi ihmal etmiyordu.

“Tanımadığı insanların vücuduna göre yiyecek veriyor. O zaman Gıda Mühendisliği Fakültesini de bitirmiş…”

Daha yazamadığım birçok bölümü de beraberinde açıklamıştı. Kimya, biyoloji, fizik, jeoloji vs…

Tabiat Risâlesini adeta bir dut ağacına sıkıştırmıştı.

“İşte, bu saydığım bütün olayları yapması için bunların programlanması gerekiyor. Yani çok iyi bir programcı gerekiyor… Bunların programlanması, yazılması, önceden belirlenmesi yani kader programı İmam-ı Mübîn’dir.

Dünyada en iyi programın, en iyi tohumun insan tohumu olan sperm olduğunu belirterek, “Kat kat büyülterek ancak görülen bir tohumda neler yazıldığına bakın…” şeklindeki cevabıyla kâinat kitabını okumaya ve okutturmaya başladı.

Diğer tarifleri de dut ağacı üzerinden verdikten sonra bana dönerek, hangi Risâleleri bitirdiğimi sordu. Ben de külliyatta belli bir sayıya ulaştığımı söylediğimde “Tamam… En çok okuduğun yeri aç ve oku” diyerek karşılık verdi. Bir anda heyecanlanmıştım. Çünkü ne kadar basit görünen bir yeri de açsam, derin bir soruyla karşı karşıya kalabilirdim. Nitekim elime bir kitap aldımsa da okumaya vakit kalmadı. Çünkü bu esnada bir soru yöneltmiştim: “Bediüzzaman’dan sonra bir zat gelmeyecek. Fakat ‘sonra gelecek o mübarek zat’ tarzında ifadeler kullanmasının hikmeti nedir?” Cevap olarak uzun bir açıklama veya en azından bir hatıra bekliyordum. Yalnız “Teşvik makamındadır kardeşim onlar. O büyük makama mazhar olmak için” demesi soruma cevap olmuştu.

Bu sefer Risâle-i Nur eserlerinde hatt-ı Kur’ân’dan Latin harflerine geçişte hataların olup olmadığını sorduk. Çünkü bazı neşriyatlarda bazı kelimeler değişiklik arz ediyordu. Soruyu üstüne alınmış olacak ki, kafasını bir müddet sağa sola salladıktan sonra “Hayır kardeşim. Ben on sene hatt-ı Kur’ân hizmetinde çalıştım. Bize temize çekilmesi için Risâleler gelir. Biz temize çeker, Üstada gönderir ve Üstad da eğer doğruysa tashih edildi işaretini koyardı. Tashih edildi işareti olmayanın bir keyfiyeti yoktur” şeklinde açıklamalar getirmişti.

Hatta bir keresinde Üstad, Hüsrev Ağabeyin Risâle-i Nur’da bir sayfanın yerini değiştirdiğini öğrenir… Bunu haber alınca Hüsrev Ağabeyin evine giderler. Üstad, Hüsrev Ağabeye misvağının yanında olmadığını söyleyerek, Hüsrev Ağabeyin misvağını ister. Hüsrev Ağabey misvağını getirip Üstad’a verdiğinde Bediüzzaman Hazretleri “Benim misvağım olsaydı daha iyi olurdu kardeşim” der. Bunun üzerine Hüsrev Ağabey hatasını anlayarak “Eyvah” der. Neticede risâlenin Ali İhsan Tola Ağabeylere gönderilmesiyle tekrar tashih edilmesi sağlanır.

Sohbet, artık neşir hizmetinin serencamıyla süslenmişti. Risâle-i Nur Külliyâtını elli sefer yazdığını belirten Ali Ağabey, risâlenin bir yerinde bir harf değişse, bunu fark edebileceğini ifade etmişti. Bir yandan dinliyor, bir yandan da kütüphanesini incelemeye koyuluyordum. Her neşriyat vardı hemen hemen… Kütüb-u Sitte, ansiklopediler ve diğer birçok kitap… Tam bir araştırma merkeziydi. İslâmiyetle ilgili her türlü bilginin alınabileceği kaynakları koymuş Ali Ağabey.

Yakın tarihimizden bahis açılmıştı. İlk emrin “Oku!” olduğunu söylerken, bizde ilkokula başlayanlara “Oku-ma kitabı” verildiğinden, muallimlerin adının “öğret-me-n” olarak değiştirildiğinden bahsetti. “Profesör” kelimesinin aslında “papaz” mânâsına geldiği, “dekan” kelimesinin “roman-katolik papaz”, “rektör” kelimesinin de “mıntıka papazı” anlamına geldiğine değindi. Bunların hepsine “üniversite” denilmesinin yanlış olduğu, İslâmiyette bu yerlere “Darü’l-Fünun” (fenlerin birleştiği yer) denilmesinin ne kadar uygun olduğunu belirtti.

Osmanlıca Risâle-i Nur’u hâlâ yazdığını söylemişti. Zaten dikkatimizi çeken en önemli faktör de sürekli bir şeylerle meşgul olmasıydı. Dinlenme ihtiyacını başka bir faaliyetle yerine getiriyordu. Yanımızda bulunan vakıf ağabeyin “Yazdığınız Risâlelerden yanınızda varsa görebilir miyiz?” şeklindeki sorusuna “Yayınlanınca görürsün!” cevabı, simalarda tebessüme yol açtı. Hatta sohbetin bir yerinde “Kâinatta kaç element var?” şeklinde yönelttiği soruya “Bilinen en az 114” diyerek cevap verdiğim sırada, “Kur’ân’da…” şeklinde başlayıp, “neyse 114 olsun” diyerek devam etmişti. Kur’ân’da kaç element geçtiğini sormak aklımızdan geçti ama her şeyi keyfiyetle ölçtüğünden dolayı “Ne yapacaksınız?” sorusuyla muhatap olmaktan çekinmiştik. Zira her sorduğumuz soruya keyfiyet değerini vermeyi ihmâl etmiyordu.

Sohbetimizin sonuna gelmiştik. Anlatamadığım birçok soruya cevaplar almış, Senirkent’ten ayrılmıştık. Mola verdiğimizde bir durum değerlenmesi yapıp, yorumlarda bulunduk.

Bir gün yolunuz Senirkent’ten geçerse, Ali İhsan Tola Ağabeyin hoş sohbetine katılmayı, tatlı simasını görmeyi ihmal etmeyin. Üstad’ın talebelerine uğrayacağınız zaman soracağınız soruları hazır tutmayı, hatta mümkünse imanî bahislerden olmasına dikkat etmeyi ihmal etmeyin.


FURKAN DEMİR
05.08.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır