AKP’nin kapatılması talebiyle Anayasa Mahkemesi’ne açılan dâvâda “Suçlu ilân etme, ama kapatmama” kararı çıktı. Kararla, AKP laikliğe aykırı hareketlerin odağı haline getirilirken, ona oy vermiş, hatta devletin laiklik tanımı dışına çıkan herkes rejim düşmanı ilân edildi. Biz de bu hafta Yazar Leyla İpekçi’yle kapatılmama kararını değil, tehlike ilân edilen halkla devlet arasındaki ilişkiyi konuştuk. Anlaşılan o ki, değişik kesimlerden oluşan tarafların sivil inisiyatifi geliştirip devleti değişime zorlaması gerekir. İpekçi, “367 kararından, 411 milletvekilinin iradesiyle yasalaşan kanunun reddedilmesinden sonra, herkes için adalet istiyorsak, yargının ve bazı kurumların kendini var etmek üzere kurguladığı ilkelerden ödün vermesi gerekiyor” dedi.
* Türkiye’nin şu anda yaşadığı kriz nedir?
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana yaşadığımız haksızlık ve hukuksuzlukların gün yüzüne çıkmasıdır. İlk defa krizin arka planını görecek duruma geldiğimize inanıyorum. Sistem artık bu yükü taşıyamıyor. Ya kendini değiştirecek, ya da içine kapanacak.
* Sizce değişecek mi?
Değişeceğine inanıyorum. Sıradan vatandaş olarak, ben ilk defa kendimi yalnız hissetmiyorum. Hiçbir şekilde siyasete taraf olmadan, gündelik siyasetin terminolojisini çoğaltmadan, hiçbir siyasî partiye hizmet etmeden insanların bir araya gelip şeffaflık ve adalet istediğine tanık oluyoruz. Rejimin bekçiliğini kendi tekellerinde tutanların bunu görmesi gerekir.
* Krizin arka planını görmekten kastınız nedir?
Aslında hepimizin bildiği şeyler. Artık haksızlık ve hukuksuzlukların eskisi kadar kolay yapılamayacağını düşünüyorum. 367 kararından, 411 milletvekilinin iradesiyle yasalaşan kanunun reddedilmesinden sonra, herkes için adalet istiyorsak yargının ve bazı kurumların kendini var etmek üzere kurguladığı ilkelerden ödün vermesi gerekiyor. Eğer adalet sizden savunduğunuz bir ilkeyi çürütmenizi istiyorsa, çürüteceksiniz. Sırf siz bir dünya görüşünü savunuyoruz diye yapılan hukuksuzluğa göz yumacaksanız, bunun adı zulümdür.
* Bugüne kadar adaleti, demokrasiyi ve hukuku savunuyoruz diyen kurumların insanları bir nev'î kandırdıklarını mı söylüyorsunuz?
Denebilir. Bu değerlendirmeler çok genel, bunu yapanlar da var, yapmayanlar da. Biz bunları yapanların zulmüne maruz kalıyoruz. Türkiye’de bizden gerçekleri unutmamız, yalanlarla yaşamamız isteniyor. Meselâ Susurluk olayı aydınlatılsın diye “bir dakika karanlık” eylemi yapan insanların, o dönemin Refahyol hükümetine karşı eylem yaptığına inanmamız isteniyor. Bu eylemin hükümetin istifası için kullanılacağını, o vakit kimse tahmin edememişti herhalde. Hükümet de maalesef buna inandı. Daha sonra kurulan azınlık hükümeti döneminde ayyuka çıkan çeşitli usûlsüzlükler o dönemin medyasında konuşuluyordu, ama gazeteciler üzerine gidemiyordu. Bugün, bu tarz olayların üzerine gidilmeye başlandı. Şunu unutmayalım ki, haksızlık yapan taraf bazı şeyleri unutur, ancak haksızlığa uğrayanlar zulümleri unutmaz. Hukukta zaman aşımı olabilir, ancak vicdanlarda zaman aşımı olmaz. Bu haksızlıklar zamanı geldiğinde yargılanacaktır.
* Sistem sizden neyi unutmanızı istedi?
Birçok faili meçhulü ve katliâmı… İftirayı ve dezenformasyonu… Benim ailem de büyük acılar yaşadı. Ailemizden olan Abdi İpekçi katledildi. O dönem sağ-sol çatışması vardı. Seksen darbesi için düğmeye basılmıştı. Çorum olayları olsun, Maraş, Bahçelievler Katliâmı olsun, kanlı 1 Mayıs cinayetleri olsun üzerlerinin nasıl kapatılmaya çalışıldığını gördük. Hrant Dink cinayetinde olduğu gibi birçok olay üzerinde soru işaretleri var.
* Abdi İpekçi’nin toplumsal kutuplaşmayı körüklemek için Hrant Dink'i, devlet içindeki çetelerin öldürmüş olabileceğini mi söylüyorsunuz?
Bunu ben değil, bugün artık birçok kişi sorguluyor. O dönem adı bu cinayete de karışan kişilerin çete bağlantıları ve kimlerle çalıştığı Susurluk döneminde ortaya çıkmıştı zaten.
* Halbuki bu tür cinayetler Danıştay saldırısında olduğu gibi, dindarların üzerine yıkılmak isteniyor?
Sonuna kadar aynı oyunu oynayamazsınız. Nitekim Danıştay saldırısında durumun, böyle gösterildiği gibi olmadığı iddiası çok güçlü. Şu anda bu saldırı, Ergenekon kapsamında sorgulanmayı bekliyor. Daha önce de birçok şey biliniyordu, ama üzerine gidilmiyordu. Susurluk olayının üzerine giden arkadaşlar vardı, ancak bir müddet sonra üzerine gidemez oldular. Bütün bu konuştuklarımızın doğru olup olmadığı yakında ortaya çıkacak inşallah.
* Hükümetin Ergenekon soruşturmasıyla bütün faili meçhul cinayetleri Kemalistler üzerine yıkarak kendi derin devletini oluşturacağı iddia ediliyor. Siz bu söylemlere katılıyor musunuz?
Biz partici değiliz, devlet gibi bir aygıt değiliz, bizim sorumlu olduğumuz bir vicdanımız var. Onların böyle düşünmesi, benim hak ve adalet talebimi geri çekmemi gerektirmez. Ben böyle olacağını varsayıp zulme sessiz kalamam. Bu tür söylemler beni ilgilendirmiyor. Eğer bu söylemlere esir olacaksam “Güçlü olan haklıdır” anlayışını benimsemem lâzım. Ancak güçlü olan haklıdır dersek, Hüseyin Hatemi’nin dediği gibi, ‘hak yok’ demiş oluruz. Derin devlet yapılanması üzerine biz hiçbir şey bilemeyiz. Ama birileri, ya da diğerleri kendi derin devletini kuracak diye adalet talebimizden vaz mı geçeceğiz?
* Deniz Baykal liberallerin AKP’yi destekleyerek Türkiye’ye diktatörlük yolunun açıldığını söylüyor. Bazı köşe yazarlarının da söylediği gibi, liberaller kendi cellâtlarını mı besliyor?
Buna cevap vermek bile istemiyorum. Böyle bir yaklaşımı muhatap almak bana züll geliyor. Bu tür tezlere cevap vererek güç çatışmasından nemalananların söylemini çoğaltmak istemiyorum. Kendimi liberal olarak da tanımlamıyorum. Ama adalet ve hakkaniyet için mücadele eden insanlar arasında liberaller de varsa, “Ben burda olamam” diyemem. Hakeza Irak savaşında Ulusalcılarla aynı şeyi söyledik. Irak işgaline birlikte karşı çıktık. Kendimizi nasıl tanımladığımızın bir anlamı kalmıyor, bu tür mücadeleler içindeyken…
* Bu kimlikler üzerine bölünmüşlük durumunda kendinizi nasıl konumluyorsunuz?
Ben postmodern kimlik tanımlarının bizi tutsak ettiği kanaatindeyim. İnsanların haklı olup olmadığını kimlikler üzerinden değerlendirmek adalete sığmaz. Hakkı da insan kendi tekeline alamaz. Ben kendi kimliğimi Müslüman olmak üzerinden tanımlıyorum. Bu benim bugüne dek seçtiğim ve henüz seçmediğim tüm tanımları kucaklıyor.
* Hakkı kendi tekeline alamazsa, “Bırakın yapsınlar, bırakınız geçsinler” mi demek lâzım? Herhalde burada bir özgürlük sınırı sorunu var öyle değil mi?
Çok güzel bir soru teşekkür ederim. Aslında bırakınız yapsınlar demek de “Ben izin veriyorum yapabilirsiniz” demeyi de içine alır. Özgürlük tanımının bir sınırı olması lâzım, o da kabaca sizin özgürlüğünüzün başkalarının özgürlüğünün bittiği yerde başlamasıdır. Varoluş hakikatimizin bir sınıra ihtiyacı vardır. Biz kendimizi sürekli haklı ve özgürlükçü görürsek bazı vicdansızlıklarımızı fark edemeyebiliriz. Meselâ, bir halk belli bir savaşın haklı ve onurlu olduğuna inandırılırsa, sivil halkın öldürülmesini bile meşrû görebilir. Bu dehşet bir durum. Benim için niyetler önemlidir ve insanların sınırlarını niyetleri belirler. Sırf biz doğru bildiğimiz şeyleri savunuyoruz diye AKP’li bile değil, AKP’ci oluyorsak, ortada çok vahim bir bakış açısı sorunu var demektir.
* Kendinden farklı düşünen insanları öyle olmadığı halde başka bir kimlik içinde tanımlamayı nasıl yorumluyorsunuz?
Böyle düşünen insanların savundukları fikrin gerçek ve doğru olmadığını görmeleri kolay bir süreç değil. Resmî tarih ezberimizle alâkalı bir zihniyet yapılanması var. Mustafa Akyol, Abant toplantısında yaptığı konuşmada, “Ben liseyi bitirene kadar Kürt diye bir insan olduğunu bilmeden yaşamışım” dedi. İşte, biz böyle bir tarihten geliyoruz. Kendi kelimelerimizle bile başkalarını tanıyamıyor, bizden farklı kimliklerde olanları öğrenemiyoruz. Bizim ezberlerimiz var. Bu ezberler bizim bilinçaltımızı oluşturmuş.
* Bu bilinçaltı nasıl bir insan tipolojisi ortaya çıkarıyor?
Etrafımız bize ezberletildiği gibi, on yıllardır aynı düşmanlarla çevriliyse ve bunun ilelebet aynı şekilde süreceği önceden bu kadar belliyse, bu korku insanı bazı şeyleri görmezden gelmeye ve unutkanlığa itiyor. Bu belli bir ideolojiye inanmasak da bizi resmî ideolojinin istediği kıvamda tutuyor. Sizin düşmanlarınız varsa, haksızlıkları unutmayı başarıyorsanız ideolojiniz de hazırdır: Öfke ve nefret. Daha donanımlı ve derinlikli bir kimlik inşa etmeye ihtiyacınız kalmadı demektir. Bu insanı sığlaştırır.
* Resmî ideolojiyi savunan insanlar, bu ideolojinin gerçek hayatta gerçekliği olamayacağını neden görmek istemiyorlar?
İçselleştirdiğiniz şeylerin gerçek olmadığını görmek çok kolay değil. Önce kandırılmış olmakla yüzleşeceksiniz, sen kimleri kandırmış olabilirsin, onlarla hesaplaşacaksın. İnsanın çete kurup kanlı eylemler yapması gerekmiyor, bu bir zihniyet sorunu. Bu zihniyetin içinde doğup büyüyoruz. Bu zihniyetle hesaplaşmak gerekiyor.
* Bu hesaplaşma nasıl olacak?
Vazgeçmeyerek. Bize bugüne kadar neler neler söylenmedi ki… Konjonktüre göre isimlendirildik. Başörtüsüyle eğitim hakkını savunduğumuz için, Danıştay saldırısında neredeyse hain ilân edildik. 367’yi eleştirdiğimizde ılımlı İslâmcı, Sorosçu olduk. Vazgeçmemeliyiz. Nerede bir haksızlık görürsek haykırmayı sürdürmeliyiz. Ama mazlûm dilini kullanırken de kibre kaçmamamız gerekiyor. Hak kimsenin tekelinde değildir. Bu konuda liberal demokratların savrulduklarını düşünüyorum.
* Savrulmuşluk derken?
Ortak ve yeni bir dil kullanma konusunda çok mesafe katedemedik. Bizi hâlâ yönlendiren bilinçaltımızdaki Kemalizmin dilidir ve sesidir. ‘Yine de doğrusunu ben bilirim’ dilidir. Bundan kurtulmamız lâzım. Biz şu anda o dille hakkımızı savunmaya çalışıyoruz ve aramızda keskin tartışmalar oluşuyor. Hak talep etmenin dilini ideolojilerden uzak kurmamız gerekiyor. Yoksa ego şişmesi oluyor. Ve bu da bizi çatıştırmak isteyen hep aynı iktidar odaklarına yarıyor.
* Nedir o ses?
Devletin resmî ve ezberci sesinden emanet alınmış seçkinci ve elitist bir ses... Herkes için geçerli olmamakla birlikte Sol Liberal demokratlarda (Böyle kimlik tanımlamaları kullanmak istemediğini söylüyor) “Muhafazakârlara demokratlığın ne olduğunu ben öğreteyim” diye bir kibir var. Ben içinde yaşadığım çevreyi anlatıyorum, yoksa muhafazakârlarında öz eleştiri yapması gereken birçok nokta var. Ancak muhafazakâr kesimle liberal kesim demokrasi söylemi etrafında bir araya gelmelerini çok önemsiyorum. Bu mücadele bizi kimliklerimizin ötesinde özgürleştirecektir.
* Muhafazakârlarla liberaller ve diğer kesimler arasındaki en büyük tartışma konusu din galiba. Özellikle de başörtüsü...
Başörtüsüne ısrarla sembol denilerek koskoca İslâm hakikati sadece başörtüsüyle sembolize edilmeye başlanıyor. Yalan söylememek, dürüstlük, ötekini düşünmek, vicdanî duruşun İlâhî boyutunu göstermeye çalışmak öncelikli semboller olmalı, ancak “Hayır efendim biz buna simge diyoruz” denilince, İslâmın kalbi başörtüsüne indirgeniyor. Şu da var: Başörtüsüne bir simge olarak bakarsanız, bunun haç taşımak gibi bir şey olduğunu düşünürsünüz. Oysa başörtüsü sizin üzerinizde taşıdığınız ve sizden ayrı bir şey değildir. Bizzat sizin varoluş hakikatinizdir. Metafizik olarak da simge olmaktan çok daha fazlasıdır. Biz hep aynı kelimeleri yıpratıyor, aynı tanımların tuzağına düşüyoruz. Elbette liberal arkadaşlarımızın inanmaları gerekmiyor, ama İslâmın nasıl bir insan tasavvuru önerdiğini bilmeleri gerekiyor. Bu henüz çok fazla yapılmıyor.
* Sizce bu yeni dili kurabilecek miyiz?
Liberallerin eksik yönünden bahsettik, bunun yanında mütedeyyin insanlar içinde Ulusalcılık ve sert bir milliyetçilikle beslenen önyargılar var. Bu önyargılarla hareket ederseniz karşınızdakinin niyetini anlayamayabilirsiniz. Bu süreçte iki kesimin de çok eğilip bükülmesi gerekiyor. Müslümanların su gibi olması ve içlerindeki pırıltıları göstermeleri lâzım.
* Biraz güven sorunu var galiba?
Bizim karşımızdakine duyduğumuz güven, kendimize sadakatimizle de ilgilidir. Bence güvenmek bir yoldur, bir adımdır. Bir sufî lâfı var, belki de bir hadis, tam ayrımını yapamıyorum şu anda. “Başkasını eleştireceğine önce kendindeki bir kusuru iyileştir” mealinde. Eğer biz karşımızdakine sırf eleştirilecek yanlarını görerek bakarsak, ondan uzaklaşırız. Hâlbuki önce kendi kusurumuzu görsek, yani nefsimizi bilsek, ötekinde kendimizi ve kendimizde ötekini görebiliriz.
|