Bediüzzaman'ın Van'daki dostları
ŞEYH NİZAMETTİN ARVASİ
Bediüzzaman Hazretlerine gençliğinde Doğubayazıd’da üç ay ders veren Şeyh Muhammed Celâlî’nin oğludur. 1914'te Siirt’te vefat etmiştir.
Şeyh Muhammed Celâlî, aslen Arvaslıdır. Uzun müddet Celâlî Kabilesi arasında kaldığı için kendisine “Celâlî” denilmekteydi. 1851 yılında dünyaya gelmiştir. On biri erkek, dokuzu kız olmak üzere yirmi çocuğu olmuştur. Birinci Cihan Harbinin başlarında, yani 1914`te Siirt`in Şirvan kazasındayken vefat etmiştir.
Oğlu Şeyh Nizameddin Arvasî, babası Şeyh Muhammed Celâlî ve Üstad Bediüzzaman’ın üç aylık tahsiliyle alâkalı olarak şu bilgileri verir:
“Ben 1912 yılında dünyaya gelmişim. Arvasî Sülâlesi’ndenim. Arvasîler dayım olurlar. Ben kendim Üstad Bediüzzaman’ı görmedim. Annem Sekine (Şeker kadın), ağabeyim Molla Muhammed Sıddık, Halife Yusuf ve Molla Şerif’ten Üstad hakkında birçok malûmatlar almıştım.
“Bediüzzaman, doğuda birçok medrese ve ulemanın yanına gidip, kendi ilim ve zekâ seviyesine uygun ders verecek âlim bulamayınca, on dört yaşındayken babamın medresesine gelmiş. Babama meşhur ve maruf Hacı Seyyid Muhammed Celâlî derler. Üstad babamın medresesinde üç ay tahsil görmüş. Sonraki üç ayda ise ders almayıp, babamla ilmî münâzaralarda bulunmuş.
“Babamın doksan civarında talebesi varmış. En küçüğü Bediüzzaman’mış. Ama o zaman kendisine Molla Said denmekteymiş. Talebelerin en küçüğü olmasına rağmen, bütün talebeler tarafından çok hürmet görürmüş. Diğer talebelerin hepsine müderris ve müftü Sadullah Efendi tarafından dersler verilirken, tek başına yalnız Bediüzzaman babamdan ders alırmış. Ders esnasında kimseyi de yanlarına almazlarmış. Bediüzzaman babama, ‘Bu kitaplarla okuyup öğrenmekle baş edilmez, bu ilmin hazinesinin anahtarı sizdedir’ diyerek her ilimden sadece birer ders almış. İlimde ve zekâda bütün talebelerin fevkinde imiş. Gündüzleri babamdan ders alırken, Perşembe geceleri de Şeyh Ahmed Hanî’nin türbesine gidermiş. Şüphelenen babam, küçük Said’in arkasına Halife Yusuf ve Molla Şerif’i takipçi koymuş. Türbeye varan takipçiler, küçük Said`i görememiş, fakat içeriden ‘Belî Seydâ, belî Seydâ (evet hocam, tamam hocam)’ diye sesler duymuşlar. Durumu gelip babama bildirmişler. Babam talebelerine ‘Bundan sonra Said’e kesinlikle kimse karışmayacak’ diye emir vererek, yaşça büyük olan Molla Şerif’i de Bediüzzaman’ın hizmetine vermiş. Molla Şerif’in anlattığına göre, ders esnasında bazen babam, bazen de Bediüzzaman sinirlenirmiş. Bediüzzaman sinirlendiği zaman dışarı çıkarak medreseden uzaklaşırmış. Talebeler Bediüzzaman’ın medreseyi terk ettiğini söyleyince, babam, ‘Bırakın Said’i, bırakın Said’i, ona sizler karışmayın, o biraz sonra yine gelir’ diyerek cevap verirmiş. Gerçekten de Üstad sinirleri yatışınca tekrar medreseye dönermiş.
“Üç aylık bu tahsilden sonra babam, Küçük Said`e ‘Artık sen ilmi tekemmül eyledin. Bizim sana verecek bir şeyimiz kalmadı’ diyerek icazetini vermiş. Üstad, babamın elini öperek medreseden ayrılmış. Daha sonraları, Birinci Cihan Harbine kadar, her yıl evimize gelerek, babamı ziyaret edermiş. Bazı yıllar, Van’da açtığı medresedeki talebelerini de yanına alır, öyle gelirmiş. Babam, Bediüzzaman’a, `Yetiştirdiğim talebelerin hepsinin de üstadı sensin’ dermiş. Üstad bir defasında babama hediye olarak bir çift yün çorap getirmiş. Babam sadece talebelerden Halife Yusuf’la Üstad Bediüzzaman’ın bize gelmelerine müsaade edermiş.
“Daha sonraları Üstada annem de hediye olarak çorap vermişti. 1953 yılında babamın doksan dokuzluk yüsr tesbihini Üstada gönderdim. Üstad da bana kehribar doksan dokuzlu bir tesbih, bir mektup, ayrıca Nur Risâlelerinden Tılsımlar, Mektubat ve Zülfikar eserlerini göndermişti.
“Ağabeyim Molla Muhammed Sıddık da medresede Üstadla birlikte okuduğundan, Üstadın büyüklüğünü çok iyi biliyordu. ‘Bediüzzaman`ın ilmi Allah vergisidir, onun ilmi vehbîdir’ derdi. Üstad, Emirdağ`ındayken ağabeyimle birlikte ziyaretine gidecektik. Üstad ‘Onlar gelmesinler, ben oraya geleceğim’ diye haber göndermişti.”
Onlar birbirlerini görmeseler de çok iyi bir dosttular. Allah rahmet eylesin.
TAHİR PAŞA (1847-1913)
Tahir Paşa, Bediüzzaman Hazretlerinin Van’a ilk geliş tarihi olan 1894 yılında Van’ın o zamanki valisidir. On dokuzuncu asrın sonu ile, İkinci Meşrûtiyet yıllarında Musul, Van ve Bitlis’te valilik yapmış olan Tahir Paşa aslen Arnavuttur. İşkodra’nın Pogoritza hâkimi Hacı Ali Efendinin oğlu olarak l847’de doğmuştur. Yugoslavya’nın eski ismiyle Potgoriça, yeni ismiyle Titograt şehrinde doğan Tahir Paşa ulûfeli valiydi, daha sonra vezir olmuştu.
Hacı Ali Efendinin altı oğlundan biri olan Tahir Paşa, yirmi dokuz yaşında iken devlet hizmetine girmişti.
Uzun yıllar Van’da valilik yapan Tahir Paşa, birçok defa hastalığını ve ihtiyarlığını ileri sürerek vazifesinden ayrılmak istemişse de, Sultan Abdülhamid’in ısrarıyla vazifeye devam etmiştir. Sultan Abdülhamid kendisini çok takdir eder ve severdi.
Van’da geçirdiği son yıllarında, guatr hastalığından muztaripti. Ancak bir türlü Van’ı terk edip de tedavi için İstanbul’a gelmiyordu. Hattâ hasta haliyle çektirmiş olduğu bir resmini İstanbul’a göndermiş ve çare aramıştı. Ancak daha sonra hastalığının iyice ziyadeleşmesi üzerine, emekli olarak İstanbul’a dönmüş ve bir yıl sonra da 1913 yılı Kasım ayı içerisinde vefat etmişti. Kabri, Sahra-yı Cedid semtindedir.
Oğlu Cevdet Bey (Belbez) de, bilâhare Van’da valilik yapmıştır. Tahir Paşa'nın, iki hanımından on bir evlâdı olmuştur. Bunlardan Cevdet, Fikriye ve Naima ilk hanımından; Mün’ime, Münibe, Mükrime, Necdet, Fikret, Hikmet, Fahrünnisa ve Mihrinnisa ise ikinci hanımı Bedia’dan olmuştur. Kızlarından birisi, yakın tarihimizin adalet bakanlarından Şinasi Devrim’in hanımıdır. Diğer kızı Mün’ime ise, İstiklâl Harbi kumandanlarından Fahreddin Altay Paşanın hanımıdır.
Tahir Paşa, Van ve Bitlis’te bulunduğu yıllarda altmış yaşlarında bulunuyordu. Aynı yıllarda Bediüzzaman da yirmi beş otuz yaşlarında idi. Bediüzzaman’ın ilmini, fazlını ve dehasını ilk önce tesbit ve teşhis eden devlet ricâlinden birisi Tahir Paşa olmuştur.
Bediüzzaman’ın Tahir Paşa ile ilgili hatıraları, büyük kardeşi Molla Abdullah’ın oğlu Abdurrahman Nursî’nin yazdığı “Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı” isimli kitapta tafsilâtlı olarak yer almaktadır.
Tahir Paşa için Bitlis yıllığında “Ûlâ” tabiri geçmektedir. Ûlâ ise, “şan ve şeref sahibi kimse” mânâlarına gelmektedir.
İstanbul Başvekâlet Arşivinde Sultan İkinci Abdülhamid’e ait Yıldız evrakında Tahir Paşa’nın bir mektubu bulunmaktadır.
Mektup, Bediüzzaman’la ilgili olup, Sultan Abdülhamid Hân’a hitaben yazılmıştır:
“Mârûz-u çâkerânemdir.*
“Kürdistan** ulemâsı beyninde harika-i zekâ ile müştehir Molla Said Efendi muhtâc-ı tedâvi olduğundan, şefkat ve merhamet-i Hazret-i Hilâfetpenâhîye iltica ederek bu kerre ol cânib-i âliye azimet eylemiştir.
“Mümâileyh,*** bu havalide ilimce umumun merci-i hall-i müşkilâtı olduğu halde, yine kendisini talebeden sayarak kıyafetini değiştirmeye şimdiye kadar muvafakat etmemiştir.
“Kendisi Velînimet-i Âzam Hazretlerine hakikaten sadık ve hâlis duâcı olmakla beraber, fıtraten edîb ve kanaatkâr ve fikr-i çâkerânemce şimdiye kadar Dersaadet’e gitmek bahtiyarlığına nail olan Kürd ulemâsı içinde gerek ahlâk-ı hasenece, gerek Zât-ı Hazret-i Hilâfetpenâhiye sadakat ve ubûdiyetçe en ziyade şâyân-ı âtıfet bir zât-ı diyanetşiâr olmasına nazaran, mümâileyhin emr-i tedavi hususunda mazhar-ı teshilât ve nail-i iltifât-ı mahsusa olması umum Kürdistan talebesi hakkında ilelebed unutulmaz bir insâniyet-i âli’l Hazret-i Pâdişâhî telâkkî olunacağının arzına cür’et kılındı.
“Bu babda ve herhalde emr ü ferman, Hazreti Men Lehü’l-Emrindir.****
“3 Teşrinisânî l323 “Bitlis Valisi Tahir”
Bediüzzaman, Tahir Paşa’nın dâvetlisi olarak Van’a gelmiş, uzun zaman Tahir Paşa’nın konağında kalmıştı. Tahir Paşa kendisini çok sever ve sayardı.
Yüksek ilim meclisleri kurarlar, sohbet tertip ederlerdi. Tahir Paşa’nın konağı bir ilim ve irfan yuvası olarak, her zaman misafir âlimlerle dolup taşardı.
Bediüzzaman’ın Tahir Paşa ile münakaşası
Bediüzzaman, bir gün Tahir Paşa ile ilmî bir münazaraya tutuşmuş, münazara büyümüş ve araları açılmıştı. Orada bulunan alimler, aralarını yatıştırmaya çalışmışlar ise de muvaffak olamamışlardı.
Bilâhare Bediüzzaman da konağı terk edip medresesine gitmişti. Bir müddet sonra jandarmalar gelerek, genç Said’i tutup Van’dan sürgün etmek istemişlerdi.
Bediüzzaman jandarmalara teslim olmak için iki şart ileri sürdü:
l. Beni medresemde yakalamayınız. Çünkü bu vaziyet medresenin şeref ve haysiyetini ihlâl eder. Ben dışarı, çarşıya çıkayım, orada yakalayınız.
2. Beni Van’dan çıkartırken silâhımla çıkartınız.
Bu şartlar Tahir Paşa’ya bildirilmiş, Paşa da kabul etmişti.
Kendisini Bitlis’e gönderdiler. Bitlis’ten sonra Hizan’a, oradan da Bulanık taraflarına gidip, her gün bir köyde olmak üzere otuz köyde hocalarla münazara ederek dolaşmıştı.
Sonradan Tahir Paşa kendisini davet ederek gönlünü aldı. Böylece barışmış oldular. Vali konağında tekrar ilmî sohbetler, bütün hararetiyle devam ediyordu. Sohbetler, dinî mevzular yanında, müsbet ilimlerle de alâkalı oluyordu. Bediüzzaman müsbet ilimler sahasında da üstünlüğünü koruyordu. Bilhassa matematikteki üstünlüğü tartışılmaz idi. Bütün problemleri zihnen çözüyor çevresindekileri şaşkınlıktan şaşkınlığa uğratıyordu.
Bir gün Vali Paşa bu münazara ve münakaşalardan birinde kendisine şöyle bir sual sormuştu: “Âdem’den (as) şimdiye kadar kaç âşire [saniyenin onda biri] geçmiştir?”
Bediüzzaman bu sorunun da cevabını çok kısa bir süre içerisinde vermişti. Buna benzer münazaralardan zihni çok yorgun düşmüş ve üç sene kadar, hemen hemen hiçbir münazaraya katılmamıştı. Başkalarıyla da ancak zaruret miktarınca konuşuyordu.
Bediüzzaman ayrıca ilk Türkçe mektubunu da, Van’ın Bâşit Dağında Vali Tahir Paşa'ya yazmıştı.
—DEVAM EDECEK—
Dipnotlar:
* “Mâruz-u çâkerânemdir” ifadesi için, lûgatlar kul ve köleye mensup, kul ve köleye lâyık mânâlarını kaydetmektedir. Osmanlılarda, zerafet ve nezaket tabiri olarak, konuşan şahıs kendisi için kullanırdı.
** Kürdistan ise, o zamanlar Pâkistan, Afganistan ve Türkistan gibi Kürtlerin yaşadığı yerlere atfen coğrâfî mânâda kullanılırdı.
*** Mümâileyh: Adı geçen, yukarıda zikredilen.
**** “Bu babda ve herhalde emr ü ferman, Hazret-i Men Lehü’l Emrindir”: “Bu mevzuda ve herhalde emir, ferman ve karar, emir ve karar sahibi olan kimsenindir.” Eskiden istida ve mektupların sonuna yazılan bir cümleydi.
|