Camileri, gençler ve çocuklar doldurmuş
RİSÂLE-İ NURU TANIYAN BİR HİNTLİ
Akşamdan sonra ancak arkadaşların kaldığı eve gelebildik. Nefis Türk yemekleri hazırdı. İştahla ve şükür içinde yedik. Hava çok sıcak olduğu için bizi yine terasa çıkardılar. Yemyeşil çiçekler ve sarmaşıklar arasında bir bahçe gibi günün bütün yorgunluğunu gideriyor. Akşam bir misafir vardı. Tanıttıklarına göre Türk-Hindistan dernek görevlisi bir zattı. Kültürlü bir insan. Birkaç yabancı dil biliyor. Şuurlu bir Müslüman ve Risâle-i Nuru tanıyor. Bize hayat hikâyesini anlattı. Çok ilginç ve hayret verici. Kendisi de maddî durumu iyi olan bir zat. “Ne iş yapıyor?” dedik. “Uçak ve helikopterleri var, kiraya veriyor” dediler. Bu kadar zengin popüler bir insanın bu kadar mütevazi ve sevimli olması ancak İslâmiyetin insana kazandırdığı meziyetten olsa gerek. Risâle-i Nur’u nasıl tanıdığını anlattı. İslâmiyeti ciddî olarak yaşamaya başlayınca nasıl hizmet edeyim, İslâm’a nasıl faydam olur diye uzun uzun düşünmüş ve araştırmış. Ama kendisini tatmin edici bir tarz bulamamış. Bunun üzerine Rus-Afgan savaşı başladığında Afganistan’a gitmiş. Ruslarla savaşayım ve şehit olayım diye. Yalnız onların da halleri hoşuna gitmemiş. Tekrar Hindistan’a gelmiş. Daha sonra Risâle-i Nuru, Türkler ve arkadaşları vasıtasıyla tanımış. Risâle-i Nur’u tanıdıktan sonra şu itirafta bulunuyor: “Elhamdülillah İslâm’a ve Kur’ân’a nasıl hizmet edeceğimi anladım”.
Konuşma ve anlatması bittikten sonra, “Sizin içinizde en yaşlısı kim?” dedi. Herkes birbirine baktı ve beni gösterdiler. “Buradakilerin en yaşlısı benim buyurun”, dedim. “Size bir soru soracağım”, dedi. Hepimiz bilhassa ben çok meraklandım. Bu Hindistanlı Müslümanın sorusu ne olur diye. Sorulan soru şu idi: İslâmiyeti nasıl tanıdın? Şaşkınlığımız bir anda gitti ve yerine kafam anlatmak istediğim, fikrimi beyan etmek istediğim düşüncelerle doldu. Zaten ben de bir ara Risâle-i Nurla ilgili bazı hususları anlatmayı düşünüyordum. Hani Üstad’ın “Ben de fikrimi beyan etmek için böyle bir zaman arıyordum” dediği gibi. Bende lise birinci sınıfa kadar İslâmiyetten uzak bir hayat yaşadığımı, lisede bize İslâmiyeti tanıtan zatın siyasetle karışık İslâmiyeti tanıttığını, ben de siyasetle İslâmiyete hizmet edileceğini sanıp öyle çalıştığımı ve bir siyasî partinin içinde uğraş verdiğimi, ama üç yılın sonunda böyle olmayacağını, başka bir yolun olması gerektiğini anladığımı ve bu gerçeği Risâle-i Nur’u okuyup tanıdıktan sonra anladığımı anlattım. Ayrıca Risâle-i Nur yoluyla iman ve Kur’ân hizmetinin insan hayatına istikamet, hayatına şevk ve heyecan verdiğini, insanın kısa zamanda bilgi ve kültürünü arttırdığını, Mehmet Akif’in “Kur’ân’dan alıp ilhamı, asrın idrâkine anlatmalıyız İslâm’ı” dediği gibi, belki de İslâmı bu zamanın idrâkine bu kadar uygun olarak anlattığını, Risâleleri anlama tarzının müsbet hareket olduğunu bu hizmet tarzının Kur’ân’dan alındığını, bu asırda bütün dünyadaki Müslümanların buna muhtaç olduğunu dilimin döndüğü kadar anlattım.
HİNTLİ MÜSLÜMAN OKUL VERİYOR
Hem orada bulanan 15-20 kişi, hem de soru soran Hintli Müslüman çok ama çok memnun oldu. Böyle güzel sohbet, yıldızların altında çiçeklerin arasında gece yarısına kadar devam etti. Daha sonra muhabbetle selâmlaşarak ayrıldık. Ertesi gün bir Türk okulunu gezmek sonrada çarşı alış verişi yapmak üzere otele istirahata çekildik.
Sabah kalktığımızda Yeni Delhi’nin bir köyündeki okula gitmek için yola koyulduk. Yolda okulun hikâyesini anlattılar. Hayret içinde Risâle-i Nurun bir kerametini daha görmüş olduk. Olay şöyle cereyan ediyor. 1960 yılında Hindistan gazetelerinin birinde Üstad Bediüzzamanla ilgili makale yayınlanıyor. Onu okuyan Hintli bir başkomiser çok büyük bir ilgiyle okuyor. Üstad Bediüzzamana hayranlık duyuyor. Onunla ilgili araştırmaya başlıyor. Hayranlığı gittikçe artıyor. Türkiye’den giden arkadaşlarımız Hintli Müslümanlarla tanışırken bir vesile ile bu başkomiserle karşılaşıyorlar. Biz Bediüzzamanın talebesiyiz deyince başkomiser ben Bediüzzamanın hayranıyım diye Türkleri bağrına basıyor.
Daha sonra onlara neden geldiklerini soruyor. Onlar da Hindistan’da okul kurmak istediklerini söylüyorlar. Bunun üzerine çok duygulanan bu Hintli Bediüzzaman hayranı, “Benim bir okulum var size vereyim çalıştırın” diyor. Arkasından da “Benim villam var ona da oturun” diyor. Daha sonrada “Bir arsam var, ona da okul açın” diyor. Türkler okulu teslim alıp villaya yerleştikten sonra şu arsaya da bir bakalım diyorlar. Bu fedakâr Müslümanla beraber arsayı görmek için gidiyorlar. Gittiklerinde bakıyorlar ki arsaya bir inşaat yapılıyor. Bunu görünce Türkiye’den giden arkadaşlar herhalde arsayı vermekten vazgeçmiş diye üzülüyorlar. Hani arsayı bize verecektin. Şimdi ise inşaat yapıyorsun diyorlar. Hintli Üstadın hayranı Müslüman umulmadık enteresan bir cevap veriyor. “Siz Türkler çok yavaş hareket ediyorsunuz. Bu arsaya uzun zaman okul yaptıramazsınız. Onun için ben okul inşaatını da yapalım da öyle verelim dedim” diyor. Bu Risâle-i Nurun kerameti değil de nedir?
Bu hatıraları dinleyerek okula vardık. Hindistan’da okullar 1 Nisan itibariyle tatil oluyormuş. İki ay sonra tatil bitip eğitime başlanıyor. Vardığımız tarih Nisan ayının başıydı. Havalar çok ısındığı için okullar tatil edilmiş. Özelleşme oranı Türkiye’ye göre çok yüksek. Okul açmak da Hindistan’da çok kolay. Hatta okulu açmak için izine gerek yokmuş. Uzun bir yolculuktan sonra okula vardık. Okul yeni sezon için restore ediliyordu. Orada hayret verici duruma rastladık. Kadın işçiler arı gibi çalışıyorlar. Hatta acınacak bir durumda bir kadının başına beş altı tuğlayı alıp üçüncü kata çıkartıyordu. Hindistan’da çok yerde halen teknoloji yerine insan gücü kullanılıyor. İnsanlar çok ucuza çalıştırılıyor. Ancak aldığı parayla karnını zor doyuruyor. En ilginci ise işçi aylık maaşının 50 dolar olduğu ve herkesin de iş bulamadığı ülkede müthiş bir işsizlik yaşanması. Çok sayıda, sefalet içinde insan bulunuyor.
METEOROLOJİK BİR OLAY
Daha sonra alış veriş için çarşıya çıktık. Orada da meteorolojik bir olaya rastladık. Çok şaşırdık, biraz da korktuk. Olay şuydu: Öğleden sonra hava karardı. Baktık ki bir toz bulutu, ben ömrümde Türkiye’de daha böyle bir bulut ve karartı görmedim. Simsiyah ve korkutucu bir bulut daha yağmur yağmadan, gündüzken şehir karanlığa gömüldü ve sokak lambaları yandı. Biraz korktuk, biraz da ürktük. Ne oluyor diye. Arkasından çamurla karışık bardaktan boşanırcasına bir yağmur yağdı. Yerler çamur karışımı su oldu. Bir müddet alış veriş yaptığımız dükkândan çıkamadık. Sonra hava biraz açıldı ve bir oh çektik.
Alış veriş yaptığımız yerlerde çeşit çeşit kumaş, ipek, hint giyecekleri, oyuncaklar. Ne ararsan var. Biz de döndüğümüzde elimiz boş olmasın diye bir şeyler alalım dedik. Bu arada Hindistan’a gitmeden önce bazı bilgiler edinmiştik. Bunlardan bir tanesi de alış verişteki pazarlık idi. Mutlaka pazarlık yapılması gerektiğini öğrenmiştik. Bu pazarlığa girişelim dedik. Biliyorsunuz Türkiye’de şöyle bir söz vardır. “Hiç pazarlık bilmiyorsan istenen fiyatın yarısını ver” diye. Hindistan’da dörtte birini beşte birini vermek gerektiğini biliyor ve alış verişte uygulamak istiyorduk. Ama başarılı olamadık. Çünkü bir alış verişte arkadaşım 400 rupilik bir oyuncağı pazarlıkla 250 rupiye almış. Ben vardım aynı adamdan arkadaşımın yanında 150 rupiye aldım. Daha sonra başka bir arkadaşımız bizim yanımızda aynı adamdan aynı malı 50 rupiye aldı. Birbirimize bakıp kandırıldığımıza ancak gülerek karşılık verdik. Burası Hindistan biz de Türküz...
PUTA TAPAN HİNTLİ
Akşam namazını kılmak için yakında bir mescide vardık. Mescidin hemen giriş kapısının yanında bir dükkân, içinde bir vitrin, vitrine yerleştirilmiş bir heykel, çok iyi ışıklandırılmış, ayrıca mumlar yakarak süslenmiş ve parlak bir görüntü verilmiş. Biz mescide ibadete girerken oraya gelen bazı Hintliler de aynen bizim rükûya vardığımız gibi eğile kalka puta tapıyorlar. Gözlerimize inanamadık. Puta tapmanın asrı saadette cahiliye döneminde kaldığını zannediyorduk. Fakat bin beş yüz seneyi aşmış gelmiş, çağları geride bırakmış, Hindistan’da bir mescidin hemen bitişiğine yerleşmiş. Ne garip değil mi? Gözlerimle görmesem, anlatsalar inanmazdım.
Burada bir dipnot olarak şunları söyleyebilirim. Hindistan’da bu kadar din, inanç, mezhep ve sapık görüşler varken, müthiş de bir hoşgörü var. Hem puta tapan, hem Allah’a ibadet eden yan yana; ama kimse kimseye karışmıyor ve kimse kimseye öte git demiyor. Bu da hoşgörünün zirveye çıktığı noktayı gösteriyor.
HERKES İNANCINI RAHATÇA YAŞIYOR
Bu arada herkes, sapık olsun, yanlış olsun, doğru olsun, herkes dinini ve inancını yaşamakta mücadele ediyor. Müslümanlar da öyle. En önemlisi de Hindistan’da cami ve mescitleri gençler ve çocuklar dolduruyor.
—DEVAMI YARIN—
|