Eğer bırakırsak düşeceğiz
Mekânın, zamanın anlamını yitirdiği bir yerdeyiz. Ne gidilen yollar bir yere götürüyor, ne dursakta geri gelebiliyoruz. Yanıbaşımızdan geçip giden insanlar hayal meyal gibi. Ne geçtiklerini anlıyoruz, ne geçmediklerinde bir eksiklik duyuyoruz. Olduğumuz yerde kalakalmışız gözyaşlarımızla.
Ulaşım araçları insan taşımıyor artık. Dolu dolu kinler ve hüzünler taşıyor. Öfkeler ulaştırıyor mutluluklar yerine. Hangi taraf tartıyor, hangi tekerleğin çok ağırlığı var ne ben biliyorum ne şoför.
Bilinmez bir mekânın bilinmez bir zamanında umutlarla bir şehre bir kız geliyor. Elinde bavulu, yüreğindeki eğitim aşkıyla bir okula kaydoluyor, yüreğinin imzasıyla. Zaman su gibi akıp gidiyor sonra. Günler geçiyor, geceler sabah oluyor, gündüzler akşam. Zamandan zaman akıyor.
Bir gün oluyor gene, günlerden herhangi bir gün. Güneş gene doğuyor, insanlar cıvıl cıvıl. Bir kız oturuyor şehirlerarası otobüs yolculuklarından bıkkın vaziyette bir dolmuş koltuğuna. Eline bir kitap tutuşturuyor, bütün bilinmezlikleri çözmek istercesine.
Bütün kapıları en çok o bilirken, bütün kapılar kapansa da başka bir kapının açılacağını en iyi o bilirken bir kapı daha kapanıyor yüzüne. Kalk diyor birileri, böyle giremezsin bu kapıdan. İn aşağı diyor ötekiler. Gelmek ve gitmek fiilinin bütün çekimlerini unutuyor kız, hafızası sadece durmayı, olduğu yerde kalmayı kavrıyor. Her şey adım adım anlamını yitirirken, yüreğinin derinliklerinde yanan ışığı görememenin hüznüyle kavruluyor.
Kapının eşiğinde, bir kız sinir krizi geçiriyor. Bilirsiniz işte, ancak sinirleri aşırı derecede yıpranmış olanlar, her şeye dayanırken, dayanılmaz noktaya gelince kriz geçirirler. Bilirsiniz işte bir bardak suya ancak fazlalık son bir damla eklenince taşar.
Nefesinin ve sesinin yettiğince haykırıyor sana, bana, ötekilere, berikilere, bütün dünyaya. Arkadaşları tutuyor onu, yoksa bıraksalar düşecek. Bir daha hiç konuşamayacak, bağıramayacak kadar düşecek. Ağlıyor çırpınarak, ağlıyor annesini kaybetmiş bir bebek gibi, ormanda kaybolmuş bir çocuk gibi.
Gözyaşları gözünden değil, ruhundan, kalbinden akıyor. Vücudu ilk defa bu kadar ağır geliyor bedenine. Tren garına sürükleyerek taşıdığı bavulundan daha ağır. Memleketinden ayrılırken annesine sarılınca yüreğine çöreklenen hüzünden, babasının gözlerinin içine baktığında hissettiği gururdan daha ağır.
Gözyaşlarını başörtüsüyle siliyor. Başörtüsüyle gözlerini kapatıyor. Başörtüsüyle kalbini tutuyor. Bıraksa şayet yerinden fırlayacakmış gibi atıyor çünkü kalbi. Bıraksa eğer gözyaşları bu şehri boğacak. Caddeleri sel yapacak yaşlarını bir tek başörtüsüyle tutabiliyor.
Sonra bir haber düşüyor ajanslara. Şırnak’ta mayına basarak şehit olan bir askerin haberi. Bir annenin kalbine ateş düşüyor, bir sarılmaz yara oluyor, sonra ses ve dağları yırtarcasına bir çığlık. Yine bir acı, yine gözyaşı. Gözyaşlarını başörtüsüyle siliyor, kalbini başörtüsüyle tutuyor. Çünkü o da biliyor, bıraksa kalbi yerinden çıkacak.
Ne garip ey hayat, ne gam ey dünya. Acılar bir bezle sarılıyor. Yoksa bu yürek kan kaybından ölecek. Yoksa bu kalp bir daha atamayacak. Hayat bir beze bürünüyor. Hayat ancak şimdi hayat oluyor. Şimdi tam şurada dur ve söyle ey yolcu: “yüreğimizi de indirecek misin bu otobüsten?”
Şayet indirirsen, eğer bizi istemezsen biz gözyaşlarımızı yine başörtümüzle sileceğiz. Kalbimizi yine başörtümüzle tutacağız. Çünkü bıraksak düşeceğiz, bıraksak öleceğiz.
|