Geçenlerde deniz kıyısında, sahil kenarında öylesine oturmuş, akşam güneşini izlemeye koyulurken, bambaşka duygular beni alıp ötelere götürdü. Öyle ki, denizin sahili okşayan dalgalarını sanki içimde hissediyordum. Deyim yerindeyse, gelgitler eşliğinde dalgaların cuşuhuruşuna ruhum da kapılıp gidiyordu.
Denizin kızıla çalan mavilikleri üstünde çığlık çığlığa uçuşan martılarsa ayrı bir temaşa âlemiydi benim için. Engin maviliklerden denize doğru süzülüşleri ve tekrar göklere kanat açmaları, bana hep Ahmet Hâşim’in, “Altın kulelerden yine kuşlar / Tekrarını ömrün eder ilân / Kuşlar mıdır onlar ki her akşam / Alemlerimizden sefer eyler?” mısralarını hatırlattı.
Bu düşünceler bana sonsuz bir kudretin, kuşları havada, balıkları denizde ve bunların dışındaki yaratıkları da karada dolaştırarak müthiş bir âhenk meydana getirdiğini hatırlatırken, denizin öte kıyısında yemyeşil görünümüyle gözlerime selâm yollayan huzurun timsali orman dikkatimi çekti. Bir an, sanki hemen her şey cemal olup ruhumun derinliklerinde ilâhî raksın âhengini yaşatıyordu. Ancak akşamın kızıllığı vardı bu romantik tablonun orta yerinde. Güneş bu yemyeşil ormanı kızıla çevirirken, sanki bana celâl denen “ateş” simgesini hatırlatıyordu. Hele ki son zamanlarda yaz aylarının kızıl ejderhası hükmünde olan orman yangınları zihnimin bir köşesinde dururken, hüzünlenmemenin imkânı yoktu benim için.
Evet, “Çanakkale Alev Alev, Bursa Yanıyor, Muğla’da Yine Yangın, Tatil Beldeleri Yangınla Boğuşuyor” gibisinden haber başlıkları, dev ateş kütlelerinin zaten gittikçe azalan akciğerlerimizi bir “semender” gibi yutmaya devam ettiğini kazıyor yüreğimin orta yerine. Ekranlarda yangından arta kalan çorak yerlerde vatansız gezen türlü canlılar, Şeyh Gâlib’in Hüsn-ü Aşk’ta Ben-i Muhabbet kabilesi için, “Erzâkları belâ-yı nâgâh / Âteş yağar üstlerine her gâh / Ekdikleri dâne-i şerâre / Biçdikleri kalb-i pâre pâre” gerçekliğini yaşıyordu sanki. Sahi, Şeyh Gâlib’in, “Gül âteş, gül-bün âteş, gül-şen âteş, cûy-bâr ateş” şeklinde belirttiği bir tabloyu şimdilerde yaşamıyor mu ormanlarımız? Tipik 1700’lü yıllarda meydana gelen İstanbul yangınları gibi, hemen her yaz bir karabasan misali çöküveriyor ormanlarımızın üstüne bu yangınlar.
Karşı taraftan bu duygular içinde güzelim ormanları seyre dururken, âdeta bir çıban gibi yükselen beton yığınları dikkatimi çekiyor. Sahi, “Sincaplar Edirne’den toprağa basmadan ve daldan dala atlayarak Kars’a kadar ulaşabilirler” diyen Evliya Çelebi’nin bir Anadolu tesbitini yağmalamak suretiyle yok etmemiş miydi insanoğlu? Yetişmesi için yıllarca emek sarf edilen güzelim ağaçlar bir bir yok edilirken, insanoğlunun sırıtan yüzü fütursuz beton yığınlarından denize hiç aksetmiyor mu sanıyorsununuz? O hâlde dikkatle bakmanızı tavsiye ederim, deniz kıyısında tabiatı tahrip yoluyla yükselen binalara. Ardından her yaz neredeyse kronikleşen orman yangınlarını da hesaba katın. Gözünüzden zihninize aksedecek tabloyu, tahmin edebilirsiniz artık. Zira, ancak insan parmağının olduğu yerde tabiatın tahribi azgın ve zaptedilemez bir hâl alır ki, yangın da bunlardan birisi.
Evet, ne zamandan beri bu yangın haberlerini her duyduğumda, 18. yüzyıldaki nârâlara benzer bir “Yangın var!” nârâsı atasım geliyor. Atacağım atmasına; ama bu nârâya çözüm getirecek “tulumbacı” ruhlu birileri var mı, o tartışılır işte…
02.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|