Nefis ve hevâya tâbi olmakla ahiret yurdunu kazanmak... Dünyevî zevk ve lezzetlerin peşinden koşmakla Cenneti elde etmek, uhrevî zevk ve lezzetlere nâil olmak... Bu dünya yurdundaki elem ve meşakkatlara katlanmadan, ebedî rahat ve istirahatlara kavuşmak... Buradaki sıkıntı ve üzüntüleri kabullenmeden, gam ve kederleri göğüslemeden, ebedî huzur ve süruru beklemek...
Böyle bir durum olur mu dersiniz? Daha doğrusu böyle bir beklenti içine girmenin mantığı olur mu? Dünyanın lezzetlerini, keyiflerini terk etmeden, buradaki sıkıntılara, zahmetlere katlanmadan, ahiret yurdunun ebedî saadetine, emsâlsiz lezzetlerine nâil olmanın imkânı var mıdır acaba?
Efendimiz (asm), "Benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız" buyuruyor. Onun bildiklerini bildiğimizi iddiâ edemeyiz herhalde. Bu dünya hayatında onu gülmekten alıkoyan ve çok ağlamaya sevk eden gerçekleri bilemediğimizden olacak ki, bizler bu fani dünyada çok ağlamanın yerine habire gülüyoruz.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen, yeryüzünün en değerli, en şerefli varlığı (asm), ahiret yurdunun huzur ve saadeti uğruna, bu dünyanın bütün zevklerini, lezzetlerini terk etti. Yüce Allah'ın (cc) yanında en kıymettar, en namdâr, Benî Âdemin en şerefli insanı olan Hz. Muhammed (asm), kendisine sunulan dünya nimetlerinin, imkânlarının hiçbirine iltifat etmedi. O'nun yolunda hepsini terk etti. O, hayatı boyunca buğday ekmeği hiç yemedi. Bazen tuzu, bazen de sirkeyi arpa ekmeğine katık yaptı. Fakîrü'l-hâl bir hayatı tercih etti hep; fani dünyanın meşrû zevk ve lezzetlerine iltifat etmedi.
"Ben, cemiyetin îmânını kurtarmak yolunda dünyamı da fedâ ettim, âhiretimi de. Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki nâmına birşey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esâret zindanlarında, yâhut memleket hapishânelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefâ, görmediğim ezâ kalmadı." Bu sözler de Bediüzzaman'a ait.
Bu asrın bir peygamber varisi ve takipçisi olan Bediüzzaman'ın yaşantısını beyan eden şu ifadelerden de anlıyoruz ki, ahiret hayatına tâlip olanların, dünyanın zevk ve lezzetlerinden feragat etmenin ötesinde, başa gelebilecek zahmetlere, meşakkatlere, belâ ve mûsibetlere de katlanmayı göze almaları gerekiyor.
Bu zamanda din-i mübîne hizmeti gaye edinen, kudsî bir dâvânın mensupları için bu durum daha bir ehemmiyet kesb ediyor. Cihad-ı mânevîye talip, hizmet-i Kur'âniyeyi esas maksat ittihaz eden hizmet erleri için, Efendimizi (asm) rehber; onun bu asırdaki vârisi Bediüzzaman'ı örnek almaktan başka yol ve çare yok gibi...
Dünyevî zevk ve lezzetlerle birlikte mânevî hizmetleri îfânın zorluğu, lüks ve şatafatlı bir yaşantı biçimiyle beraber cihad-ı mâneviyenin imkânsızlığı hepimizin malûmu.
Öyle görünüyor ki; hem dünyaya talip olmak, hem de ebedî hayatı kazanmayı dâvâ etmek; hem dünyalık zevk ve lezzetlerinin peşinden koşmak, hem de Cennet hayatının zevk-ü sefasını arzulamak; ezaları, cefaları, belâları, felâketleri göze almadan ahiretin ebedî huzur ve saadetine talip olmak mümkün değil.
O halde bizim için dünyalık zevk ve lezzetleri terk ve yine dünyaya ait başımıza gelebilecek olan sıkıntı ve üzüntülere, belâ ve mûsibetlere sabretmekten başka çare yok.
Ne diyordu Bediüzzaman: "Dünyanın âkıbeti ne olursa olsun, lezâizi terk etmek evlâdır. Çünkü, âkıbetin ya saadettir; saadet ise şu fâni lezâizin terkiyle olur. Veya şekavettir. Ölüm ve idam intizarında bulunan bir adam, sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi?" (Mesnevî-i Nuriye, s. 102)
30.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|