|
|
Gabrie’nin hatırlattıkları
Sosyal paylaşım sitelerinin birinde Gabrie rumuzlu bir kullanıcıyla yazışmam ve sonrasında bu yazışmanın hatırlattıklarını sizlerle paylaşmak istedim. Yeni insanlar tanımak,özellikle doğup büyüdüğünüz dünyadan farklı dünyayı tanımak açısından önemlidir.
İyi bir eğitim almış, başarılı bir kariyeri olan Gabrie ile yazışmamızda konu, tanışma faslından sonra din-bilim ekseninde ilerliyordu. Bir yaratıcının varlığı, onun açısından, sadece bir inanç meselesi olduğunu söylüyordu,`dindar` bir çevrede yetiştiğini, Hristiyanlığı inkâr etmediğini söylüyor ve “Çünkü” diyordu. “Hristiyanlık bizim kültürümüzün önemli bir parçası. Dindar arkadaşlarım var çok iyi insanlar ve muhtaçlara yardımı çok önemsiyorlar. Ben ateizmin bilimselliğe dayanmasını beğeniyorum fakat ateizmi `dinsizliğin dini` yapanlardan hiç hoşlanmıyorum.”
`Wall to wall` yazışmamız iki gün sürdü son yazdığım mesajıma cevap alabilmiş değilim. Yazışmalarımızın tamamını burada aktarmayacağım. Bu yazının satır aralarında onları bulabileceksiniz.
GÜNEŞE ÇIPLAK GÖZLE BAKAN İNSAN!
Gabrie`ye hayatı sormuştum bir mesajımda. Hayat; mevcudatı nurlandıran; olmadığı takdirde vücudun ademe tekabül edeceği hayat…
Bu noktaya kadar esbap perdesine takılmıştı yazışma arkadaşım. Hayatın var oluşu noktasında ise `Güneşe çıplak gözle bakıp etrafı karanlık gören` insanı oynuyordu. Hayatın varoluşu nasıl gerçekleşiyordu; kesif yapısı olan ve ruha münasebeti nerdeyse olmayan bir topraktan tohumlara hayat veriliyordu. Hayat doğrudan doğruya Dest-i Kudret`in (Rabbimizin bütün kâinatı kuşatan kudret eli) mübasereti (temas etme) ile oluyor, esbab perdesini vaz`etmiyordu.
“There wasn`t anything and then there was.” demişti. Evet aynen öyle dedim “Varlık yoktu ve sonradan var edildi”. Bir sonraki mesajda “no reason” cevabını alınca çok şaşırdım. Bilimselliğe çok önem veren birisinden `sebep yok` cümlesini işitmek, mantığımın alacağı bir durum değildi.
Hücrelerimizin, dokularımızın, organlarımızın harika yapısını gözlemleyip “bunları yapan yok” veya “kendi kendine oldu, herhangi bir sebep yok” demek kesinlikle akıllıca değildir.
İMAN GÖZLÜĞÜYLE HAYATI
OKUMAK, ÖSS VE ÜNİVERSİTE
Gabrie veya onun gibi düşünen belki binlercesi var… Bu durumu iyi irdelemem gerektiğini düşündüm ve bundan 6 yıl öncesi bugünlerin izdüşümüne gittim, bugünlerde üniversite tercihleri ile uğraşan arkadaşları da düşünerek…
Evet 6 yıl önce bugünlerde ben de ÖSS`den sonuçları almış ve tercih meselesine kafa yoruyordum.
Belki de yazımın sonuna koymam gereken bir cümle, fakat ben şimdi yazmayı tercih ediyorum. ÖSS hazırlık kursuna da `bizlere bulaşan` öğrenim tarzı, öğrendiklerimizden mânâ çıkarma gayretini ve kabiliyetini bizlerden söküp alıyor.
Biyoloji dersinde, harika bir mekanizmanın işleyişini öğrenip lezzet almak yerine, sınavda çıkması muhtemel konuları hiçbir mânâ ifade etmeyecek şekilde algılayıp ezberlemek; kimya ve fizik dersinde ‘cereyan eden kuvvetler’ diye öğrenip, meselenin arka planında melaikeyi ıskalamak, benim bugünlerde hayıflandığım durumlar… Diğer kıyasları sizlere bırakıp, önemini şimdilerde daha iyi anladığım bir konuyu da sizlerle paylaşmak istiyorum.
Okuldaki derslerimizle sinirli bir öğrenim süreci yaşamaktan ziyade, yenilikleri takip etme eğilimimiz olsun. Tercih yapıp yerleşen arkadaşlar; özellikle alanımızla ilgili yenilikleri / gelişmeleri, dergi-internet vb. yayınlardan takip etmek ve bunu sürekli kılmak önemli… Takip ettiğiniz yenilikler illa ki alanınızla ilgili olacak diye birşey yok, ilgi duyduğunuz konular nelerse onları takip etmeniz ilginizi bir süre sonra bilgiye dönüştürecektir. Sonuç olarak, tercih yapıp programlara yerleşecek olan arkadaşlar veya bir yıl daha ÖSS’ ye hazırlanacak arkadaşlar, öğrenme sürecinde bilgileri kupkuru bir teori durumundan kurtarmak sizin elinizde. Sadece sınava endeksli bilgileri bilirsiniz; sınavdan sonra uçup giden bilgiler… Bunu kırmanın yolu, öğrendiklerimizin varlık âleminde izdüşümlerini bulmaktır. Bu, hem bilgiden ilme geçiş hem de manevî kıymeti büyük olan bir tefekkür sürecidir.
Gabrie’yle yazışmamdan bahsedişimin sebebi de buydu. İşçiliğini beğendiğimiz bir parçanın bir Ustasının var olduğunu ve bu Ustanın imzasının izini sürmemiz gerektiğini anlamak, O`nu tanımaya çalışmak.
Bir duâyla vedalaşalım,
“Rabbimizin mülkünde, O`nun bize sunduğu ilmi daha çok isteyebilmek ve O`nun mülkünde öğretilenleri O`nun rızası doğrultusunda kullanabilmek duâsıyla…
Hepinize hayırlı haftalar.
|
Said HAFIZOĞLU
28.07.2008
|
|
Mir'ac Kandili
Mübarek üç ayların birincisi olan Recep ayının ikinci kandili olan Mi’rac Kandilini 29 Temmuz 2008 Salı akşamı İnşallah kutlayacağız. Bu vesileyle bütün Müslüman kardeşlerimin Kandillerini tebrik eder, hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Allah’tan niyaz ederim.
Hicretten bir buçuk yıl önce Recep aynın 27. gecesi Hz. Peygamber’in (a.s.m.) en büyük mûcizesinden biri olan İsra ve Mi'rac mûcizesi gerçekleşmiştir.
İsra; gece yürüyüşü ve yolculuğu demektir. Mi'rac; Yükseğe çıkmak mânâsına olan “uruç” kelimesinden alınmıştır. İsimdir ve merdiven demektir.
Bu itibarla; Mi'rac, Hz. Peygamber’in (a.s.m.) yeryüzünden ulvî makamlara yükselişi ve dönüşü demektir. Bir başka ifade ile Mi'rac uruç ile hubut arasındaki zaman zarfıdır.
Uruç; Hz. Peygamber’in (a.s.m.) dünyanın ötesindeki âlemleri seyretmesidir.
Hubut; o âlemleri seyrettikten sonra geri dönüşü demektir. Ayrıca Mi’rac, Cenâb-ı Allah insanların ve cinlerin temsilcisi olarak Habibini huzuruna almakla, insanın kâinatın çok kıymetli bir meyvesi ve Cenâb-ı Hakkın nazlı bir mahbubu olduğunu âleme ilân edilmesidir.
Hz. Peygamber (a.s.m.), erkân-ı imaniyenin hakaikini göz ile görüp; Melikeyi, Cenneti, Ahireti, hatta Zat-ı Zü’l-Celâli göz ile müşahede etmek, kâinata ve beşere öyle bir hazine ve bir Nur-u Ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir.1
Mi'rac olayı Kur’ân-ı Kerim’in şu âyeti ile sabittir. ”Münezzehtir o (Hâlık-ı Kudret) ki, kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescidi Aksa’ya yürüttü. Tâ ki, ona âyetlerimizden gösterelim. Şüphe yok ki, ancak O (Hâlık-ı Kadîm)dir ve her şeyi işiten, gören.”2
Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya kadar ki, olan kısmı bu âyetle sabittir. Mescid-i Aksa’dan sonraki hadise ise hadisle sabittir.
Peygamberimizin Mescid-i Aksa’da peygamberlere imam olarak namaz kıldırması onların şeriatlarının asıllarına varis-i mutlak olduğunu göstermesi demektir.
Peygamberimize burada (Mescid-i Aksa’da) içinde süt, şerbet ve su bulunan üç bardak takdim dildi. Takdim esnasında: “Eğer suyu alırsa; kendisi de ümmeti de ihtiyaçsız ve kanaatkâr olur. Şerbeti alırsa; kendisi de ümmeti de mahrumiyete düçar olur. Şayet sütü alırsa; kendisi de ümmeti de doğruyu bulur” diye bir ses işitti. Bunu üzerine süt bardağını alıp içti. Bu arada Cebrail (a.s.): “Ya Muhammed! Sen fıtratı ve tabiî olanı seçtin. Sen de ümmetin de doğru yola iletildiniz” buyurdu.
Peygamberimiz; bundan sonra Cebrail (a.s.) ile birlikte göklere yükseldiler.
Birinci kat semada Âdem (a.s.), ikinci kat semada Yahya ve İsa (a.s.), üçüncü kat semada Yusuf (a.s.), dördüncü kat semada İdris (a.s.), altıncı kat semada Musa (a.s.) ve yedinci kat semada İbrahim (a.s.) ile görüştü. Onların hepsi de kendisine: “Hoş geldin, merhaba Salih Peygamber” dediler ve mi'racını tebrik ettiler.
Bundan sonra Hz. Peygamber’e (a.s.m.) cennet gösterilmiştir. Oradan Sidretü’l- Münteha’ya vardı. Burada Cebrail’i (a.s.) asıl şekli ile gördü. Daha sonra Kab-ı Kavseyn denilen makama vardı. İşte! Ezel Sultan’ı, esrar perdesini kaldırdı. Cenâb-ı Hakk’ın sohbeti ve cemaliyle müşerref oldu.
Peygamberimiz; Mi'rac gecesinde bir çok ilâhî tecellilere ve iltifatlara mahzar olmuştur.
Erkân-ı İmaniye’nin hakikatını, Melaikeyi, cenneti ve Âhireti müşahede etmiştir.
Huzur-u İlâhi’de; Hz. Peygamber (a.s.m.): “Mal, beden ve dil ile yapılan bütün ibadetler Allah içindir” dediğinde, Cenâb-ı Hak: “Salat ve selâm Allah’ın rahmetiyle bereketleri de Ey Peygamber’i Âlişân! sana mahsustur” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.m.): “Selâm bizlere ve Allah’ın Salih kullarına olsun” buyurdu. Cenâb-ı Hak bu mülâkatı bütün meleklerine işittirdi ve onlarda: “Şehadet ederim ki, Allahtan başka Hakikî Mabut yoktur. Yine şehadet ederim ki, Hz.Muhammed (a.s.), Allah’ın kulu ve resülüdür” dediler.
Mi'rac; Hz. Peygamber (a.s.m.)’in fizikötesi âlemi seyretmesinin sebebi göklerin fethinin mü’minlerce keşfedilmesinin, teknolojik imkânların seferber edilmesiyle göklerin ufkunu mü’minlere açmak içindir. Bu vesile ile Arif Nihat Asya’nın Mi’rac adlı şiirinden Mi’rac hadisesinin özünü anlatan bazı bölümlerli naklederek tamamlamak istiyorum.
Rûhun kadar hafif yüreğin, kolların, başın..
Çıkmaktasın büyük yola.. Cibrîl yoldaşın;
“Geldim, dedin, uğurlayanın Mescid-i Harâm..”
Bindin Burâk’a, Mescidi Aksâ binek taşın.
Görmek dilerseniz o ilâhî misafiri
Saygıyla, ey ezel ve ebed, siz de yaklaşın!
Ey kubbeler ey yedi iklîmi, âlemini
Rahmetle, mağfiretle –bu akşam- dolup taşın!
DİPNOTLAR:
1. Nursî, Said; Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-1994, s.533., 2. İsra Sûresi; 7/1.
|
Halil ELİTOK
28.07.2008
|
|
Bir kongre, bir miting
Sivil Toplum sayfasında, haftalık “yorum”lar yazan birisi olarak örnek bir Cumartesi günü geçirdiğimi sizinle paylaşmak istiyorum.
Bir arkadaşımın dâveti üzerine Bayındır Memur-Sen 3. olağan kongresini izlemek için Ankara’nın Pursaklar’ına gittik. Kongrenin dışardan gelecek delegelerin konaklaması da düşünülerek birkaç yıl önce hizmete giren Çalışma Bakanlığına bağlı Çalışma ve Sosyal Güvenlik Eğitim ve Araştırma Merkezi (ÇAŞGEM) tesislerinde yapılması kararlaştırılmış. Tesiste büyük bir konferans salonu yanında, 10 tane içerisinde 25 kişinin eğitim görebileceği (tepegöz, bilgisayar ve diğer sunum cihaz ve ekipmanlar dahil) dershanelerin bulunduğunu görmekten mutlu oldum. 9 katlı bir misafirhanenin bulunması, odaların ve diğer mekânların temizliği, benzer organizasyonlar için düşünülmesi gereken bir yer olarak tesisi not ettim.
Kuşkusuz esas gayemiz kongreyi takip için orada bulunuyorduk. Genel Başkan Abdülhadi Karasaban, kendi sendikaları açısından yaptıkları ve önümüzdeki yıllar için hedeflerini ortaya koydu. Sendikacılığı yalnız ücretle sınırlı görmedikleri, üyelere hizmet ve sorunlara çözüm üretme yeri ve gayesi gördüklerini belirterek konuşmasına başladı. 4688 sayılı Kamu Görevlilerine sendika hakkı tanıyan kanunun, aynı zamanda örgütlenme hakkı konusunda sıkıntılara sebep olduğunu belirtti. Eşit işe, eşit ücret diye bilinen kanunun Meclisten geçmiş olmasından duyulan memnuniyet ayrıca ifade edildi. Parti kapatmalara karşı olduklarını, Anayasanın 10 ve 42. maddelerinde yapılan değişikliğin yine Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesinden dolayı üzüntülü olduklarını, yüzde 10 ücret zammını yetersiz bulduklarını söyledi.
Protokol konuşmaları sırasında AKP Batman Milletvekili Ahmet İnan da, bazı istatistikler verdi. 2007 rakamlarına göre 850.000 sendikalı memur var. Diğer konuşmacıların ifadelerine göre Memur-Sen Konfederasyonunun halen 315.000 üyesi bulunmakta. 2009 yılına kadar üye sayısı anlamında en büyük konfederasyon olmaya azmetmiş ruh halini gözlemledim. Bunu başarmalarını da diliyorum. 6-7 yıl öncesinde 20.000 civarında kayıtlı üyesi olan olan bir konfederasyon için büyük bir atılımın gerçekleştirildiğinin altını çizmek gerekiyor. Sendika yasası çıktığında ideolojik iki merkezin yansıması diyebileceğimiz sağ ve solun yansımaları şeklinde iki sendika konfederasyonu belirdi. Özellikle Anasol-M döneminde her ortak kendi bakanlığında yakın bulduğu sendikanın örgütlenmesine kolaylık sağlarken, diğerini el altından öcü ilân ediyordu. Sonuçta iş memur psikolojisi ile güvenlik, kadro beklentisi, tayin istekleri ile birleşince memurların bir çoğu açısından sendikaların “marka farklılaştırması” olmadığı görüldü.
Ülke yönetimi ile paralel olmak, yeni kurulan gelişmek isteyen sendikalar için avantaj ise de, bu sendikayı yönetimin gözünde “bizim oğlan” durumuna düşürecek noktaya getirilmemelidir. Aksi halde 400.000 kişiden ve homojen olmayan bir yapıda sendika, majestelerinin muhalefetini yapar durumuna da düşebilir. Bunlar sivil toplum kuruluşlarının dikkat etmeleri gereken ince ayarlardır.
Bunlardan sonra Memursen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu, yaptığı konuşmada sıra yüzde 6 büyümenin memura yansımadığını, TUİK enflasyon verilerinde soba borusu, köpek maması dikkate alınırken mutfaktaki durumun gözden kaçtığı uyarısını yaptı. Yine ülkemizin siyah-beyazı yaşadığını, 367 dayatmasını, 411 Milletvekilinin iradesinin geçersiz kaldığını belirti.
Bunlardan sonra sivil olmanın ve irademize sahip çıkmanın gereğini yerine getirmek üzere başka bir programa katılmak için kongreden ayrıldık. Sonraki programımız “Darbeye karşı ses çıkar” mitingiydi. Benim gibi 40 küsur yaşına galip de hiç mitinge katılmamış birisi için oldukça ilginç, özel, güzel, dostlarla dolu, “oradaydım” diyeceğim bir program oldu.
Yürüyüş hemen başlayacaktı ki, Sıhhıye köprüsüne gelmeden sol kolda bulunan İşçi Partisi Genel Merkezine bazı göstericilerin ıslıklı tepkisi oldu. Yürüyüş devam ederken etrafıma baktığımda kendini genç hisseden herkesin geldiğini gördüm. Genç, yaşlı, tesettürlü-mini etekli kızlar, çocuklu aileler, keçi sakallı gençler, takkeli, sakallı amcalar vardı. Ama en fazla dikkat çekici olan insanların eşleri ile gelmeyi tercih etmeleri olmuştu. Bu mitingin aile olarak gidilmesi gereken bir yer olarak değerlendirilmesi çok anlamlı. Birbirimizden habersiz olarak Ankara’nın çeşitli yerlerinden gelen dostlarımızla buluşmak da ayrı bir güzellik oldu.
“Darbelere hayır, darbeciler yargılansın” benim en beğendiğim slogan oldu. Beyaz eldiven, düdük, kırmızı pankartlar, beyaz bayraklar Sıhhiye’den Koleje gelene kadar her yeri şenlendirdi.
Yapılan konuşmalar, söylenen şarkılar, atılan sloganlar önemli değildi bence, orada olmak önemliydi. Biraz kendimi tarihi bir vak'anın parçası gibi hissettim desem yalan olmaz.
Bu yazıyı okuyanlar “kaç kişi katıldı” diye soracaklar. Burada işin kemiyet ve keyfiyetine ayrı ayrı bakmak gerekiyor. Ankara gibi büyük bir kısmı memur olan, sendikaya kaydolmayı bile “acaba başıma bir şey gelir mi?” süzgecinden geçirmeden karar vermeyen insanların çoğunlukta olduğu şehirde ve aşırı sıcak bir günde bu kadar samimî insanı bir ideal adına toplamamın başarı olduğunu düşünüyorum. Mitinge gelen kadar insanın darbeden rahatsız olduğunu çıkartırsanız yanlış yaparsınız. Zira, milletimiz söylemeyi değil söylenmeyi sevdiği ve tercih ettiği için arif olan anlar demek istiyor. Fakat asıl önemli olan eskilerin dediği gibi “keyfiyet”.
11 Eylül günü ikindi sularında dönemin başbakanının darbeden haberdar edildiğini okumuştum. Bir zaman makinesine binip 11 Eylül 1980’e gitmek mümkün olsa, başbakanın çağrısı ile Cumartesi günkü mitinge gelen kadar adamın başbakanlıkta oturduklarını ve başbakana sahip çıktıklarını hayal edelim. Kanaatime göre darbecilerin hüsran ve başları öne eğik bir şekilde geri dönmekten başka çareleri kalmayacağıdır.
Bu şekilde sahiplenilen demokrasi, millet iradesinin üstün olduğu bir idareyi temsil eder.
Cumartesi günü akşam eve geldiğimde, sivil toplumla haşır-neşir, yorgun ama vazifesini yapmış bir insanın huzurunu taşıyordum.
|
Emin Talha KARAMUSA
28.07.2008
|
|
İhtilâle ihtiyacımız yok!
Önce şu kesinlikle bilinmiş olsun ki bu millet, ihtilâl mihtilâl istemiyor. Hem de hiç istemiyor.
Kendi kendinize bu millet adına ahkâm kesmeyin ve yorumlarınızla kendinizi aldatmayın!
Öyle elinizde, tankla tüfekle, demokrasimize ve cumhuriyetimize yürüyerek, “Milletten aldığımız çağrı üzerine” gibi safsatalarla kendi kendinize gelin güvey olmayın.
Millet, dün de, bugün de size çağrı yapmadı. Siz aylarınıza, yıldızlarınıza, forslu bayraklarınıza dayanarak demokrasimize el koydunuz. Cumhuriyetimizi işgal ettiniz. 50 sene önce de, bugün de yaptığınız ihtilâller hiçbir zaman meşrû olmadı. Siz, tank gücüyle, ‘hayır’ demeyi red eden ve yasaklayan referandumlarla, kendinizden menkul çıkardığınız yasa ve Anayasaya getirdiğiniz geçici hükümlerle kendinize aflar getirdiniz. Böyle aflar, getiremezsiniz. Getirirseniz, ‘ben yaptım, benim sözüm yasadır, Anayasadır’ olur. Safsatalarını yayarsınız!
Demokrasimiz yıllar içerisinde nice Mayıs’lar, nice Şubat’lar, nice Eylül’ler gördü. Nice Yassıadalar, Uzunadalar, Zincirbozanlar gördü. Nice apoletli, kırmızı çizgili pantolonlu, çok yıldızlı generalleri gördü, yaşadı. Demokrasiyi, cumhuriyeti, içine düştüğü çıkmazdan kurtarma öyküleri dinledik. Hem de teyp dinler gibi dinledik. Hiçbirisi ne demokrasimize, ne cumhuriyetimize, ne de halkımızın mutluluğuna, huzuruna sadre şifa olmadı.
Milletimizin ve demokrasimizin, öyle çok generale, az generale ihtiyacı yoktur. Arkana makam forslarını alarak ve anayasayı çiğneyip, yırtarak başa geçip ‘demokrasiyi kurtarıyorum’ derseniz, bu zaman aşımına uğramayan anayasayı ihlâl suçu olur. Ve bir gün gel bakalım derler: Sanık ayağa kalk!
Kendine güveniyorsan, halk sevgisini alabiliyorsan, çıkarsın milletin karşısına, girersin milletin içerisine, ananın ak sütü gibi alırsın oylarını, o zaman gönlün de rahat, kafan da rahat, kalbin de rahat olur. Halk sevgilisi olursun.
Bugün içinde yaşadığımız sıkıntı ve çekilen huzursuzluk, bazı çok yıldızlıların ve kendinden menkul kendinde kuvvet hissedenlerin halka karşı, demokrasiye karşı, insanımıza karşı, ülkemize karşı, onurumuza karşı takındığı tavırlar ve fiillerdir.
Kendilerini adalet paklasın!
***
'ANAYASADAN BAHSEDİLMEYECEK'
Biz, hayatımızda bütün ihtilâlleri, ihtilâl teşebbüslerini, askerî muhtıra ve ültimatomları, duymuş, görmüş, yaşamış kişiyiz. 27 Mayıs’tan sonra, bayramlar, törenler, şölenler yapılmıştı. Milletin bir kısmı da kan ağlıyor ve ağzını bıçak açmıyordu. 27 Mayıs’taki hukukçular resmigeçidinde, “Hak kuvvetin üzerindedir” dövizinin önünde, cüppesiyle bayrak taşıyan en genç avukat olmuştuk. Arkamızda avukatlar, hâkimler, savcılar sıra sıra geliyorlardı.
12 Eylül’de Baro mühürlenmişti. Kapıdaki mührü, bir taş vurarak kırıp girmiştik. Nasıl Cumhuriyet Savcılığı, Ağır Ceza Başkanlıkları ve hâkimler odası mühürlenemiyorsa…
12 Eylül’den sonra sık sık Sıkıyönetim Komutanlığına çağrılıyorduk. “Gelir misiniz? Yoksa sizi biz mi götürelim?” diyorlardı. Onların cipiyle giderseniz, hoplaya zıplaya beliniz perişan olurdu… 12 Eylül döneminde, her türlü tören, şölen yasaktı. Adlî yılın açılışında yapılan törenler de yasaklanmıştı. Bizim yaptığımız törensiz toplantıya, insanlar ve makamlar törene katılır gibi gelmişti. Çiçek, buket ve sepetler de gönderilmişti. Vali Fikret Turgut Sayın, sadece; “Elemsiz kedersiz yeni adlî yıllar dilerim” dedi ve törensiz toplantı yine tören havası içerisinde bitmişti. Yine o günlerde baronun yapacağı hukuk konferansına sıkıyönetim komutanlığından bir emir gelmişti. Bu emirde, yasalar ve anayasalardan bahsedilmeyecek deniliyordu. Baroların konusu yasalar ve anayasalardı. Biz Ziraat Odası veya Veterinerler Odası mıydık ki toplantılarımızda sebzelerden, meyvelerden, atlardan, ineklerden mi bahsedecektik? İhtilâller böyledir. Böyle emirler yayarlar. Bugün yaşadığımız bu buhranlı günlerden kurtulmamızın yolu, ihtilâl mihtilâl değildir.
Bunun reçetesi demokrasidir. Yine demokrasidir.
|
Av. Turgut İNAL
28.07.2008
|
|
|
|