"Gerçekten" haber verir 30 Temmuz 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Sami CEBECİ

Hayat yolculuğunu güzel bir sonla bitirmek



Onu otuz altı sene evvel Keşan 4. Topçu Taburunda tanımıştım. Mert bir arkadaştı. Kantin şoförlüğü yaptığı için her gün şehre çıkıyordu. Ismarladığım Yeni Asya gazetesini getiriyor, birliğimizde beraber okuyorduk. Askerlik bitinceye kadar birbirimize hep destek olduk.

O zaman, kurulalı henüz on sene olan taburun alay karargâh bölüğünde, komutanlarımızdan izin alarak kurduğumuz büyük çadırda ilk defa ezanlar okundu ve teravihler kılındı. Arkasından 2. ve 4. topçu taburlarında ve uçaksavar bataryasında da çadırlar kurularak teravih namazları kılındı. Her akşam dört ayrı yerden semalara ezan sesleri yükseliyordu. Karargâh olarak öncülük yapmıştık. Teravih namazlarına nöbetçi subaylarımız da katılıyordu. Bayram namazını da kılarak Ramazan ayını noktaladık. Bütün bu faaliyetlerde Şerafettin Türkcan kardeşim hep yanımdaydı. Ramazan ayından sonra vakit namazlarını devam ettirmek için kurduğumuz grubun devamlı takipçisiydi. 3 Temmuz 1973’te terhis olduğum zaman onun daha dört ay askerliği vardı. Ben elli bire üç, Şerafettin elli ikiye bir tertipti.

Terhisi müteâkip iki ay kaldığım İstanbul’dan sonra, Üstadın hizmetkârları olan ağabeylerin ortak kararıyla hizmetlerde istihdam edilmek üzere Ankara’ya gönderildim. Siteler dershanesinde kalmaya başladım. Araştırmalarım sonucu asker arkadaşım Şerafettin’i, Sitelerde sandalye imalâthanesinde buldum. Hasretle kucaklaştık. Ondan sonra birbirimizden hiç ayrılmadık. Hattâ, Kıbrıs Harekâtı münasebetiyle tekrar ihtiyat olarak askere çağrıldığımızda yine beraberdik. Akyurt ilçesinin Kalaba köyünde oturuyordu. Maddî durumu oldukça iyiydi. Arabasıyla bizleri yakın uzak demeden çevre il ve ilçelere derslere götürüyordu. Yeni Asya Gazetesinin sarsılmaz takipçisiydi. Son on beş yılda kütüphanesi gazetenin hediye verdiği kitaplarla dolmuştu. Demokrat bir kişiliği vardı. Yıllar yılları kovaladı. Dört tane çocuğu oldu. Üstada olan sevgi ve hayranlığından, son çocuğuna Said adını verdi. Üniversitede okurken Nur dershanelerinde kalan Said, tam bir dâvâ adamı oldu. Diğer çocukları da bu iman ve Kur’ân dâvâsının takipçileri oldular. Zaten yıllarca evlerinde yapılan Nur dersleriyle büyümüşlerdi.

Şerafettin’le âilece 1993 yılında karadan bir hac denmesi yapmış, fakat Suud kapısından geri dönmek zorunda kalmıştık. 1994 yılında aynı şirketle hava yoluyla hacca gitmiş, bir ay beraber olmuştuk. Mu’cizât-ı Ahmediye Risâlesini Mekke ve Medine’de toplu halde birlikte bitirme nimetine mazhar olmuştuk. Asker arkadaşlığına bir de hac arkadaşlığı ilâve olmuştu. Asker arkadaşlığı, dâvâ arkadaşlığı ve hac arkadaşlığı bir araya gelmişti.

Şerafettin son zamanlarında ciddî bir hastalığa yakalanmıştı. Karaciğer ve pankreasında kanser tespit edilmişti. Mümkün oldukça görüşmeye çalışıyorduk. Telefonla hatırını sorduğum zaman hep şükrediyordu. Sancılı bir hastalıktı. Sabır gücünü kullanıyor, şikâyet etmiyordu. Akyurt Devlet Hastanesinde eşimle ziyaret ettiğimiz zaman onu bir hayli zayıflamış gördüm. Çektiği acı yüzüne yansıyor, ama o hep sabrediyor ve Allah’a şükrediyordu.

Bir toplantı için gittiğim Barla’da, Pazar sabahı telefonum çaldı. Şerafettin’in büyük oğlu Lokman arıyordu. Ağlayarak babasının vefat ettiğini haber verdi. Saat dokuzu gösteriyordu. Çok müteessir olmuştum. Ona teselli verici sözler söyledim. Sonra, Ankara’daki bazı dostları arayarak durumu haber verip, cenaze namazına katılmaları için bir organize yapılırsa memnun olacağımı ifâde ettim. Çok kalabalık bir cenaze namazı kılındığını öğrendim.

Pazartesi günü eşimle taziye için köyüne gittiğimizde başka gelenler de vardı. Onlarla ölümün mâhiyeti hakkında sohbetler yaptık. Oğlundan öğrendiğime göre, etrafındakilerin telkin ettiği Kelime-i Şehadetleri getire getire ruhunu Rahmana teslim eden benim sevgili kardeşim, hayat yolculuğunu güzel bir sonla bağlamıştı. Vasiyeti üzerine, âile mezarlığı içinde bir çam ağacının altına defnedilen asker arkadaşımın mezarı başında Yasin-i Şerif okuyarak ruhuna bağışladık. O nasıl yaşamışsa öylece vefat etmişti. Ne mutlu ona! Şimdi o yeniden diriliş sabahını bekliyor. Kabrini cennet bahçelerinden bir bahçe olarak bulduğuna inandığım bu kardeşimin ruhuna binler fatihalar... Allah hepimize böyle hayırlı bir sonla hayatımızı bitirmeyi nasip etsin inşallah, âmin...

30.07.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Dünyalık zevkler ve uhrevî saadet



Nefis ve hevâya tâbi olmakla ahiret yurdunu kazanmak... Dünyevî zevk ve lezzetlerin peşinden koşmakla Cenneti elde etmek, uhrevî zevk ve lezzetlere nâil olmak... Bu dünya yurdundaki elem ve meşakkatlara katlanmadan, ebedî rahat ve istirahatlara kavuşmak... Buradaki sıkıntı ve üzüntüleri kabullenmeden, gam ve kederleri göğüslemeden, ebedî huzur ve süruru beklemek...

Böyle bir durum olur mu dersiniz? Daha doğrusu böyle bir beklenti içine girmenin mantığı olur mu? Dünyanın lezzetlerini, keyiflerini terk etmeden, buradaki sıkıntılara, zahmetlere katlanmadan, ahiret yurdunun ebedî saadetine, emsâlsiz lezzetlerine nâil olmanın imkânı var mıdır acaba?

Efendimiz (asm), "Benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız" buyuruyor. Onun bildiklerini bildiğimizi iddiâ edemeyiz herhalde. Bu dünya hayatında onu gülmekten alıkoyan ve çok ağlamaya sevk eden gerçekleri bilemediğimizden olacak ki, bizler bu fani dünyada çok ağlamanın yerine habire gülüyoruz.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen, yeryüzünün en değerli, en şerefli varlığı (asm), ahiret yurdunun huzur ve saadeti uğruna, bu dünyanın bütün zevklerini, lezzetlerini terk etti. Yüce Allah'ın (cc) yanında en kıymettar, en namdâr, Benî Âdemin en şerefli insanı olan Hz. Muhammed (asm), kendisine sunulan dünya nimetlerinin, imkânlarının hiçbirine iltifat etmedi. O'nun yolunda hepsini terk etti. O, hayatı boyunca buğday ekmeği hiç yemedi. Bazen tuzu, bazen de sirkeyi arpa ekmeğine katık yaptı. Fakîrü'l-hâl bir hayatı tercih etti hep; fani dünyanın meşrû zevk ve lezzetlerine iltifat etmedi.

"Ben, cemiyetin îmânını kurtarmak yolunda dünyamı da fedâ ettim, âhiretimi de. Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki nâmına birşey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esâret zindanlarında, yâhut memleket hapishânelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefâ, görmediğim ezâ kalmadı." Bu sözler de Bediüzzaman'a ait.

Bu asrın bir peygamber varisi ve takipçisi olan Bediüzzaman'ın yaşantısını beyan eden şu ifadelerden de anlıyoruz ki, ahiret hayatına tâlip olanların, dünyanın zevk ve lezzetlerinden feragat etmenin ötesinde, başa gelebilecek zahmetlere, meşakkatlere, belâ ve mûsibetlere de katlanmayı göze almaları gerekiyor.

Bu zamanda din-i mübîne hizmeti gaye edinen, kudsî bir dâvânın mensupları için bu durum daha bir ehemmiyet kesb ediyor. Cihad-ı mânevîye talip, hizmet-i Kur'âniyeyi esas maksat ittihaz eden hizmet erleri için, Efendimizi (asm) rehber; onun bu asırdaki vârisi Bediüzzaman'ı örnek almaktan başka yol ve çare yok gibi...

Dünyevî zevk ve lezzetlerle birlikte mânevî hizmetleri îfânın zorluğu, lüks ve şatafatlı bir yaşantı biçimiyle beraber cihad-ı mâneviyenin imkânsızlığı hepimizin malûmu.

Öyle görünüyor ki; hem dünyaya talip olmak, hem de ebedî hayatı kazanmayı dâvâ etmek; hem dünyalık zevk ve lezzetlerinin peşinden koşmak, hem de Cennet hayatının zevk-ü sefasını arzulamak; ezaları, cefaları, belâları, felâketleri göze almadan ahiretin ebedî huzur ve saadetine talip olmak mümkün değil.

O halde bizim için dünyalık zevk ve lezzetleri terk ve yine dünyaya ait başımıza gelebilecek olan sıkıntı ve üzüntülere, belâ ve mûsibetlere sabretmekten başka çare yok.

Ne diyordu Bediüzzaman: "Dünyanın âkıbeti ne olursa olsun, lezâizi terk etmek evlâdır. Çünkü, âkıbetin ya saadettir; saadet ise şu fâni lezâizin terkiyle olur. Veya şekavettir. Ölüm ve idam intizarında bulunan bir adam, sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi?" (Mesnevî-i Nuriye, s. 102)

30.07.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Cemaatleri ayakta tutan önemli bir sır



TOPLUMLAR, cemaatler tesanüd ve dayanışma ile ayakta kalır. Huzur, saadet ve hizmetin selâmeti için tesanüd ve ittihat son derece önemlidir.

Tesanüd kaybolduğunda düzenleri bozulur, birbirleriyle uğraşmaya başlar, çok zarar ederler.

Tesanüd ve ittihadı, hizmetinin vazgeçilmez esasları arasına alan Bediüzzaman Hazretleri, eserlerinde tesanüdün muhafazası için de gerekli her türlü fedâkârlığın yapılması gerektiği üzerinde durur, “Bizler birbirimize—lüzum olsa—ruhumuzu fedâ etmeye, hizmeti Kur’âniye ve îmaniyemiz iktiza ettiği halde, sıkıntıdan veya başka şeylerden gelen titizlikle hakikî fedâkârlar birbirine karşı küsmeye değil, belki kemâli mahviyet ve tevazû ve teslimiyetle kusuru kendine alır, muhabbetini, samimiyetini ziyadeleştirmeye çalışır. Yoksa habbe kubbe olup tamir edilmeyecek bir zarar verebilir. Sizin ferasetinize havale edip kısa kesiyorum”1 şeklinde hatırlatmalarda bulunur.

Böylesine hakikî dost ve kardeşler için her bir şehir, vilâyet, memleket, Küre-i Arz, dünya, hatta varlık âlemi bir meclis hükmüne geçer, ayrılık söz konusu olmaz, her an beraberdirler. Onun için, “Fânî, mecazî, dünyevî dostluklar sahipleri firakı düşünsün, bize ne!”2 der.

Kendisi de kardeşleriyle beraberdir, onları hiçbir zaman aklından çıkarmaz, “Ben, sizi yazılarınızda ve hatırımdan çıkmayan hidemâtınızda [hizmetlerinizde] günde müteaddit defalar görüyorum. Ve size olan iştiyakımı tatmin ediyorum. Siz de bu biçare kardeşinizi risâlelerde görüp sohbet edebilirsiniz” der. Sonra da hiç unutulmaması gereken şu hakikate parmak basar: “Ehli hakikatin sohbetine zaman, mekân mani olmaz; mânevî radyo hükmünde biri şarkta, biri garbta, biri dünyada, biri berzahta olsa da rabıtai Kur’âniye ve îmaniye onları birbiriyle konuşturur.”3

Hatta Bediüzzaman, hapishanenin ağır şartlarında, talebeleriyle farklı koğuşlarda bulunmasına rağmen, “Beni merak etmeyiniz. Ben sizinle beraber bir binada bulunduğumdan bahtiyarım, memnun ve mesrurum”4 diyebiliyordu.

Tefânî, fenâ fi’lihvan sırrını önce şahsında yaşayan Bediüzzaman, bu sırrın muhafazası için gerekli olan esasları da şöyle özetler:

“Evet, bahtiyar odur ki, Kevseri Kur’ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’îndeki şahsiyetini, enaniyetini o havuz içine atıp eritendir.”5

Tefânî sırrını taşımanın önemi hakkında da şunları söyler:

“Bu zamanda hizmeti îmaniyede hazzı nefsini bırakıp ve mahviyet ile tesanüd ve ittihadı muhafaza eden bir halis kardeşimiz, bir veliden ziyade mevki alıyor.”6

Demek tesanüd ve ittihat için fena fi’lihvan ve tefanî sırrı o kadar önemli ve gerekli.

Dipnotlar:

1. Şuâlar, s. 422.

2. Barla Lâhikası, s. 146.

3. Kastamonu Lâhikası, s. 5.

4. Şuâlar, s. 409.

5. Lem’alar, s. 159.

6. Şuâlar, s. 266.

30.07.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İslâm güneşine mani olan perdeler yırtılıyor



Şüphesiz ki, Müslüman işçiler, dil problemi, iş bulma meseleleri olmasa ve İslâmı daha iyi anlama ve yaşama şansına sahip olsaydı, bugün Batılıların İslâmiyete yaklaşmaları, çok daha kolay olacaktı.

Yeri gelmişken, İslâm güneşinin bütün dünyayı ışıklandırmasına ve beşeri nurlandırmasına, özellikle Avrupa’ya yayılmasına mâni olan perdeler, engeller ne idi? Bunun üzerinde biraz duralım:

1- Bir kere ecnebîler, cehâlet içinde yüzüyordu.

2- Vahşî idi... Haçlı seferleri ve günümüzdeki işgalleri (Filistin, Irak, Afganistan…) vahşî Batı göstergesi...

3- Tahrif olmuş dinlerine karşı gösterdikleri taassupları. Ruhbanlar ne diyorsa onun dışında araştırmaya, düşünmeye gitmiyorlardı.

4- Papazlar ve ruhânî liderlerin tahakkümleri. Bir Hıristiyan veya Yahûdî, İslâmiyeti, yâni doğruyu, hakkı araştırmaya kalktığında onu aforoz etmeleri, dışlamaları... Başka bir dini araştırmalarına mâni olmaları.

5- Ecnebîlerin, papaz ve ruhânî liderleri körü körüne taklit etmeleri.

7- Bizdeki baskı, istibdat. Meseleleri zorla kabul ettirmek. Gerek şahsî dünyamızda, gerek âile hayatımızda, gerekse idârî sistemimizde...

Bir de, şeriata aykırı olarak sergilediğimiz kötü ahlâk. İslâmiyetin güzel ahlâkını fiillerimizle göstermeyince ve ona muhâlif hareket edince, onlar da doğruyu, gerçeği bulamadı. Bir yerde, kötü ahlâkımız, doğru İslâmiyetin yaşanmasına perde oldu.

8- Fen ve sosyal ilimlerin bazı meselelerinin, İslâm hakikatlerinin zahirine muhalif ve karşı olduğu tevehhümü, onların İslâmiyete girmesine mâni oldu.

Bugün, iftiharla müşâhede ediyoruz ki, ecnebilerdeki taassup ve cehâlet kırıldı. Artık körü körüne papazları dinlemiyorlar. Hattâ, hiç dinlemiyorlar. Anlattıkları, akıllarını, vicdânlarını ve mantıklarını doyurmuyor. Ferd olarak da, gayet medenî ve hürriyetperverler.

Kur’ân, yâni, İslâmiyet, değil fen ilimlerinin muârız, bilâkis ilimlerin pederi, reisi ve seyyididir. Bütün fenlerin temellerini İslâmiyette bulmak mümkün. Çünkü Kur’ân, “akıl etmemizi, araştırmamızı, düşünmemizi, tahkik etmemizi, her şeyi incelememizi” emreder. Fen dahil bütün ilimler, Esmâ-i Hüsnâ’ya dayanır. Böyle tavsiyeleri olan bir din, fen ve sosyal ilimlere nasıl karşı olabilir?

Bugün, bizdeki cehâlet, istibdat ve İslâm ahlâkına aykırı davranış ve hareketlerimizden başka hemen hemen bütün mâniler ortadan kalkmıştır. Ciddî olarak bir mâni kaldı... Onu da kaldırırsak, İslâm güneşinin önündeki perdeler tamamen kalkacak, insanlar onun nuruyla ve rahmetiyle kucaklaşacaklar.

30.07.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Boşanmak mı, sabır mı?



Mehmet Bey: “Öyle her şeyde boşanmayı gündeme getirmek fazilet midir? Yoksa sabretmek ve bazı badireleri birlikte aşmaya çalışmak mı fazilettir? Bir inat uğruna boşanma olursa, Allah bu işe nasıl bakar? Ortada çocuklar var. Ve aslında boşanacak hiçbir neden yok! Sadece inat!”

Cenâb-ı Hak Cennet ehlinin Cennette, eşleriyle birlikte ebedî mutluluğa ulaşacaklarını şöyle müjdeliyor: “O gün cennetlikler, gerçekten nimetler içinde safa sürerler. Onlar ve eşleri gölgeler altında tahtlara kurulurlar. Orada onlar için her çeşit meyve vardır. Bütün arzuları yerine getirilir. Onlara Rabb-i Rahîm’den bir de selâm vardır.”1

Dünyanın dikenli bağlarında acı günde, tatlı günde birlikte yaşayan, birlikte ağlayan, birlikte gülen, hayatın ve imtihanın bir gereği olarak yer yer kendilerini alıkoyamadıkları sürtüşmeleri ve tartışmaları bertaraf etmesini de başaran karı kocanın ebedî âhiret hayatında ebedî zevkleri ve ebedî güzellikleri birlikte paylaşmaları elbette müstesna bir ihsan-ı İlâhîdir. Bu ihsan-ı İlâhî’yi, eşler, dünyadaki sabırlarının ve iyi huylarının sonucu olarak hak ediyorlar. Çünkü sırf aile yuvalarının selâmeti ve huzuru için birlikte dünyanın acılı imbiklerinden süzülmüşler, birlikte ıztıraplı eleklerden geçmişler; ikisi baş başa sabretmişler, Allah’a birlikte dayanmışlar, Allah’tan birlikte ümit etmişler.

Öyle her sıkıntıda, her acıda, her olumsuzlukta eşini terk edip keyfinin peşine takılıp gitmek var mı evlilikte? Cenâb-ı Hak bazen eşlerden birisine hastalık verir, sabır ister; diğerine buna rağmen eşine sadakat, bağlılık ve hizmet tarzında bir görev yükler ve yine sabır ister. Bazen karı-kocayı birlikte fakirlik imtihanına tabi tutar, bazen zenginlik sınavından geçirir. Bazen öfke, bazen inat imtihanlarını katmerleştirir. Şu âyetleri kulağımızda küpe yapacağız: “Allah sabredenlerle beraberdir.”2, “Sabredenlere müjdele.”3, “Allah sabredenleri sever.”4 En zor ânımızda Allah’ın bizimle beraber olmasını, Allah’ın yardımını mı istiyoruz: Yapmamız gereken tek şey, sabırdır.

Boşanmak fazilet midir? Gelin bu sorunun cevabını Peygamberlerin hayatlarında arayalım: Hazret-i Nuh Aleyhisselâm kendisine inanmayan müşrik karısına tahammül etmiş, onu boşamamıştı. Hazret-i Lût Aleyhisselâm Sodom ahlâksızları ile birlikte hareket eden hain karısına tahammül etmiş, onu boşamamıştı. Hazret-i Eyyûb Aleyhisselâm yıllarca hasta yattığı günlerde; muhtereme hanımı Rahmet kendisine sabretmiş, eksiksiz hizmet etmiş; bırakıp gitmemişti… Örnekler artırılabilir.

Şüphesiz karı ile koca aynı fıtratta, aynı karakterde, aynı yapıda ve aynı yaratılışta değillerdir. Birisinin ak dediğine bazen diğeri kara diyebilir. Olacaktır bu! Fakat bu, öfke ve inat sebebi olmamalıdır. Eşlerin birbirlerine karşı dikkat etmeleri gereken en korkunç, en canavarlaşmış duygu, öfke ve inat duygusudur! Şeytan bu duyguları çok işletiyor ve aileleri perişan ediyor. Öyleyse eşler akıllı davranmalı; biri öfkeli iken diğeri haklı da olsa alttan almalı, biri kırıcı davrandığında diğeri ortamı yatıştırıcı olabilmelidir. Çünkü geçim böyle sağlanır. Çünkü kusursuz insan yoktur. Öfkenin ve inadın yanlış kullanılması da, farkında olmadığımız ayrı bir kusurdur. Kusurun en etkin çözümü ise, Kur’ân diliyle “affetmektir.” Affedilen insan kusurunu anlar.

Boşanıp çocukları perişan etmeden önce çok iyi düşünmelidir: Boşanmakla ulaşılması düşünülen huzur ve mutluluğa, sabırla pekâlâ ulaşılabilir. Boşanmadan dolayı ortada kalan ve psikolojik travma yaşayan çocukların çektiği manevî acı ve ıztırap, karı kocanın boşanmakla hedeflediği mutluluğu dünya noktasından da, âhiret noktasından sıfırlar, yer, yıkar, bitirir, mahveder; dünyayı da, âhireti de zehir eder, azaba çevirir! Çocuğa mı yazık, sabırsızlık yüzünden, öfke ve inat yüzünden uzaklaşıp gittikleri mutluluklarına mı yazık? Hangisine ağlamalı? Bu acı sona, kendilerinden başka kim ağlar?

Oysa birbirlerinin titizliklerine, hassasiyetlerine, varsa çekilmez alışkanlıklarına, dayanılmaz duygularına, taşınmaz öfkelerine ve inatlarına sabretmeleri ne kadar mutluluk vericiydi! Geride ne iyi günler vardı! O dayanamadıkları ve korkunç buldukları duygular, yakın zamanda birer pırlanta olup ellerinden tutacaktı. Bir bilselerdi!

Bedîüzzaman Hazretleri karı ile koca arasındaki ebedî bağı güçlendirecek formülü çizerken ayrılığa ve boşanmaya yer vermiyor. Bırakıp gitmeye yer vermiyor. Terk etmeye izin vermiyor. Bilâkis Bedîüzzaman, namusluluğu ve dindarlığı sebebiyle kadının, kocası tarafından taklit edilmeye değer bir kadın olduğunu; kocanın, ancak bu taklitle ebediyet arkadaşını kaybetmeyeceğini hatırlatıyor. Üstad Hazretlerine göre kadın da dindar ve onurlu hayat arkadaşını ebediyen kaybetmemek için dindar olmalıdır. Böylece eşler hem dünya saadetini, hem âhiret saadetini elde edebilecektir.5

O halde, boşanmadan önce bir kez değil, bin kez düşünelim: Dindar ve iffetli eşimizi eften püften sebepler yüzünden, bizim de benzerlerini taşıdığımız hatalar ve kusurlar yüzünden dışlamak, itham etmek, kırmak, incitmek, onu boşanmaya zorlamak vebaldir, günahtır, sorumluluk vericidir. Bunun yerine barışı ve sabrı mutlaka deneyelim ve mutlaka başaralım.

Dipnotlar:

1- Yasin Sûresi: 55–58; 2- Bakara Sûresi: 153, 249; 3- Bakara Sûresi: 155; 4- Âl-i İmran Sûresi: 146; 5- Lem’alar, s. 203

30.07.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Emirdağ Hatıraları (3)



Çalışkanlarla akrabalık

Denizli Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanan Bediüzzaman Hazretleri ve talebeleri, 12. celse olan 14 Haziran 1944 tarihli son duruşmada oy birliğiyle beraat eder.

Mahkemenin bu kat'î beraat kararına rağmen, Said Nursî serbest bırakılmaz. Yüzden fazla talebesi memleketlerine gönderilir, bir bakıma ondan uzaklaştırılmış olur. Yanına da kimseyi bırakmaksızın onu Şehir Otelinin bir odasına yerleştirirler. Tâ ki, Ankara'dan gelecek bir emirle yeni sürgün yeri belli oluncaya kadar...

Üstad Bediüzzaman, Denizli Şehir Otelinde iki ay kadar bekletilir. Ağustos ayı sonlarına doğru kendisinin Emirdağ'a gönderileceği bildirilir. Denizli kahramanı Hasan Feyzi Efendi de Üstad'ıyla birlikte gitmek ister; ancak bırakılmaz. Sürgün yerine yalnız başına gitmesi gerekiyormuş. Hasan Feyzi, buna çok kahırlanır, hüzünlenir ve hasret yüklü, hicran yüklü "Ayrılık şiiri"ni kaleme alır:

Çekilip nur–u hidayet, yine zindan olacak

Yine firkat, yine hasret, yine hüsrân olacak.

Bâb–ı feyzinden ırak olmayı asla çekemem

Dahi nezrim bu ki, canım sana kurban olacak

Gelen emir kesindi. Said Nursî suçsuz ve tekraren beraat etmiş olduğu halde, Afyon'un Emirdağ ilçesine sürgün edilecekti.

Denizli'deki dost ve talebeleriyle vedâlaşan Hazret–i Bediüzzaman, önce Afyon'a gönderildi. Burada Ankara Otelinde iki–üç hafta kaldıktan sonra, 1944 yılı Ağustos ayı sonlarında güvenlik görevlilerinin refakatinde Emirdağ'a getirildi.

ÇALIŞKANLAR'IN ZİYARETİ

Emirdağ'a geldikten sonra, ilk 15 gün müddetle bir otelde kalır. Bilâhare, Karadenizli Yaşar ismindeki şahsın kira ile içinde oturmuş olduğu üç odalı bir eve taşınır.

Kira ücretini birlikte ödedikleri bu ev çarşı içinde olup otelin tam karşısındadır. Emirdağ'da halen hayatta olan görgü şahitlerinden bizzat dinlediğimiz kadarıyla, bu otele zamanla tam yirmi polis yerleştirilir.

Yarısı resmî, diğer yarısı ise sivil kıyafetlidir bu polislerin. Bunların dışında, ayrıca sivil kıyafetli casuslar gönderilmiş Emirdağ'a.

Bütün bu görevliler, hükûmetin yakın takibinde olduğu anlaşılan Bediüzzaman Said Nursî'yi daimî tarassut altında tutmaya çalışıyorlar: Ne yapıyor, ne ediyor, yanına kimler gelip gidiyor diye, gördükleri, tesbit ettikleri her hal ve hareketi günü gününe Ankara'ya rapor ediyorlar.

İşte, bu derece ağır ve baskıcı şartlar altında bile, Üstad Bediüzzaman'ı seven, ziyaret eden veya ona hizmet etmek isteyenler yine de eksik olmuyor.

* * *

Emirdağ'a gelip otele yerleştikten sonra Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret edenlerin başında Çalışkanlar hanedanından Hasan ve Mehmed kardeşler gelir. Bir gün arayla ziyaretine gider, sohbetinde bulunur, samimiyet peyda eder ve aynı istikamette alâkadarlıklarını devam ettirirler.

Çalışkanlar'ın çarşı içindeki dükkânları ile Üstad Bediüzzaman'ın kaldığı ev birbirine çok yakın ve karşı karşıyadır. Hasan ve Mehmed'ten sonra, diğer kardeşler ve ailenin diğer fertleri de Üstad'la irtibata geçer, ziyaret eder ve hizmetinde bulunmak için birbiriyle adeta yarışa girerler.

Bir kaç sohbet esnasında, Çalışkanlar hanedanıyla akraba olduklarını ifade eden Üstad Bediüzzaman, bir gün Mecmuatü'l–Ahzab'ı okurken, hazırda bulunan Mehmed ve oğlu Ceylan'a "Bakın, Abdülkadir Geylanî bizden bahsediyor" diyor. Ayrıca, Ceylan ile Geylanî ismi arasında bir irtibat kuruyor. Ceylan'ın tam ismi "Abdülkadir Ceylan Çalışkan"dır. (Bkz: Son Şahitler–II, s. 344, 347, 351)

* * *

Kuleönü'lü Küçük Ali de, bir mektubunda Üstad Bediüzzaman'ın tıpkı Şeyh Abdülkadir Geylânî gibi hem seyyid, hem de şerif olduğunu beyan ediyor ve "Üstadımın birinci Âl'den olduğu kat'idir" demesiyle, onun Şâh–ı Geylânî gibi neseben Hz. Ali'ye dayandığı ve "evlâd–ı Resûl" olduğunu tereddütsüz şekilde ifade ediyor. (Bkz: Lem'alar, Yeni Asya Neşriyat, 2006 baskısı, s. 418.)

(Devamı var)

Tarihin yorumu = 30 Temmuz 1898

Peygamber dostu Bismark

Almanya'nın birliğini sağlayan ve Alman İmparatorluğunu kuran Prens Bismark (Otto Von Bismarck, d. 1815) öldü.

Siyasete atıldığında ayrı ayrı devletlere bölünmüş olan Almanya'yı, uzun mücadeleler sonucu birleştiren Bismark'ın önemli bir özelliği de İslâm dinine, Kur'ân'a ve Hz. Muhammed'e (asm) gösterdiği yakın alâka ve hürmet duygusudur.

İşte onun bu konudaki inanç ve kanaatlerini yansıtan beyanatından bir bölüm: "Senin Saadet Asrında yaşayamadığım için müteessirim ey Muhammed (asm)! Öğrettiğin ve yaydığın kitap, senin değildir. O, Lâhûtî'dir. Bu kitabın Lâhûtî olduğunu inkâr etmek, geçerli ilimlerin yalan olduğunu ileri sürmek kadar gülünçtür. Bunun için beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra göremeyecektir. Ben, huzur–u mehabetinde kemâl–i hürmetle eğilirim."

30.07.2008

E-Posta: [email protected]




Robert MİRANDA

Müslümanlar! Neo-con’ların din mühendisliğinden sakının



ABD’nin neo-conları oldukça hırslıdır. Ve onların en büyük gayretleri İslâmiyet’i reforme etmek üzerinedir. Philadephia merkezli Orta Doğu Forumu’nun (Middle East Forum) uzmanlarından meşhur neo-con Daniel Pipes, bir keresinde terörizm ile girdikleri savaşın ‘nihaî hedefinin’ İslâmı modernize etmek olduğunu söylemişti. Biz buna neo-con tabirle “din mühendisliği” diyebiliriz.

Böyle tutkulu bir hedefe ulaşmak için, Amerikan neo-conları inşa etmeyi planladıkları yeni din fikrini, Müslüman dünyaya coğrafî olarak yerleştirebilirlerdi. Pipes, en başta “İslâmî Gelişim Enstitüsü” (Islamic Progress Institute -IPI-) adında bir organizasyon teşkil etmek amacıyla finansman buldu. Bu şekilde Amerikalı Müslümanlar adına ılımlı, modern ve pro-Amerikan bir İslâm anlayışını temsil edecek bir kuruluş organize etmek hedeflenmişti. Nitekim Amerikalı Müslümanlar da bu tür kurumları çok ciddiye alır ve dinlerdi. Pipes’in hayalinde canlandırdığı şey, neo-con fikirler etrafında şekillenmiş bir Amerikan-Müslüman hareketi oluşturmak ve bu şekilde otantik İslâm fikrini safdışı etmekti.

Amerikalı neo-conlar şunları söylüyor: “ustaca sürdürülen medya faaliyetleri ve siyasî gayretlerle totaliter ve bağnaz bir İslâm anlayışı Amerika’da oturtulmak istenmektedir. Bu amaçla faaliyet yürüten, Amerikan İslâmî İlişkiler Konseyi (CAIR), Kuzey Amerika İslâm Cemiyeti (ISNA) ve Kuzey Amerika İslâm Grubu (ICNA) gibi oluşumlar kendilerini ülkedeki bütün Müslümanları sözcüsü gibi yansıtmaktadırlar”...

Bu yüzden, İslâmın gerçek ideallerini savunan gelenekçi oluşumlarla arayı koparmak ve Müslümanları daha modernist ve değişimci bir hareketi savunmaya yöneltmek ve bunun liderliğine de neo-conları geçirmek istemektedirler.

Pipes’in neo-conları diyor ki: “Böylesi bir durum gayri-Müslimler için olduğu kadar Müslümanlar için de tehlike arz edecek can sıkıcı bir durumdur. Amerika’daki İslâm Amerikan tarzı bir İslâm olmak zorundadır aksi halde topluma entegre olamaz; dolayısıyla Amerikan değerlerini bir tarafa iten ve dışlayan, Amerika’ya özgü inançlar arası ilişkilerdeki nezaketin altını kazan bir İslâm anlayışının Amerika’da yeri olamaz, ve bu tarz bir anlayış dikte edilemez”.

Biz çok açık bir şekilde biliyoruz ki, bu tür açıklamalar ancak ve ancak yenilikçi aktivistlerin, neo-con idealleri ve fikirleri ışığında İslâmiyeti modernize etme yolundaki haçlı savaşlarının sloganlarından başka bir şey değildir.

Amerikan neo-conları “ılımlılığı” Filistinliler arasında da körüklemek istemektedirler. Pipes bir yazısında şu ifadeleri kullanmıştı: “Filistinlilerin, İsraillilerin onları yenmeye ihtiyacı olduğundan daha fazla, yenilmeye ihtiyacı var.” Yani diğer bir deyişle, Müslümanlar bozguna uğradıklarının farkında olmalıdır.

Neo-con felsefesi özgür din fikrine karşıdır. Gerçekte onların amacı neo-con “din inşasıdır”. (Bediüzzaman buna “dinsizlik” demektedir.) Bu “dinsizliğin” amacı dini ama özellikle de İslâmiyet’i zaptetmektir. Bediüzzaman Said Nursî bize der ki: “Misyonerler ve Hıristiyan ruhanileri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünkü, herhalde şimal cereyanı, İslâm ve İsevî dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslâm ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak. [Emirdağ Lâhikası, s. 139]

Buna ek olarak, Bediüzzaman 1934 yılında şunları yazacaktır: “Hattâ, hadis-i sahihle, âhirzamanda İsevîlerin hakikî dindarları ehl-i Kur’ân ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimî ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakikî dindar ruhanîleriyle dahi, medar-ı ihtilâf noktaları muvakkaten medar-ı münakaşa ve nizâ etmeyerek, müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar. [Lem’alar, 20. Lema, s. 155]

Neo-con hareketine karşı uyanık ve dikkatli olalım. Müslümanlar Kur’ân-ı Kerim’deki hakikatleri değiştirmeye yönelik bütün girişimlere karşı dikkatli ve savunmada olmalıdır.

Arzu ettiler ki, sen yumuşak (bâtıla uzlaşmacı) davranasın da onlar da yumuşak / musamahakâr davransınlar. [El-Kalem: Sûre 68, Âyet 9]

TERCÜME: UMUT YAVUZ

30.07.2008

E-Posta: [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

Nerelerdesin?



Bırakıp bırakıp gittin.

Bazen yıllar, haftalar, bazen günler, bazen saatlerce...

“Geçmişim” derken, şimdilerde neredesin hiç bilmiyorum. Sahi, hatırlıyorum da senin için “Söz geçmez” demişlerdi. “Lâftan anlamaz. Kafasına buyruktur, canı ne isterse onu yapar” inanmamıştım. “Olur mu canım! O kadar da değil” diye diklenmiştim bütün söylenenlere inat.

Yine de seni oturtmaya, izinsiz, sorgusuz bir şey yapmayasın diye kollamaya başlamıştım. Ancak sen inatçıydın, taktın mı yapıyordun, gördün mü kanıyordun.

Bir bakış, bir gülüş yerinde durdurmuyor ha bire dikleniyordun.

Senin ardına düşüp şehirlerinden, yollarından, diyarlarından olanları gördükçe kızardım “Bu kadar basit mi hayat” diye ne çok söylenmiştim. İrade, akıl ve hiçbir yaratılmışta olmayan bu kadar cihaz varken, nasıl olur da tek başına hareket eder, nasıl olur da takılıp götürür peşinden bizi. O efendi, biz köle oluruz. “Şimdilerde seninle beraber şu hallerimi gördükçe hak veriyorum.

Peşinden geldiğim şu şehre, yüzlere, tanımadığım bu kadar çok insana, hele hiç yaşayamam dediğim bu uzaklığa baktıkça…

Yaşayarak anlıyorum, yaşadıklarımız hakkında büyük sözler etmememiz gerektiğini.

Şimdilerde bir türkü dilimde hem seni arıyorum hem söylüyorum.

Söylesene neredesin?

Kimin kapısında kimin dilindesin?

Kime söz anlatıyor, işve yapıyorsun?

Ya da bir çıkmaz sokağa düştün de ağlıyor musun?

Yoksa yine mi incindin?

Eğer öyleyse lütfen ses ver.

Sana hiçbir şey demeyeceğim inan. Seni bulunca ilk işim sarılmak olacak. Ya da yok yok sen en iyisi koy başını dizlerime, ben ağlayayım sen ağla. Zaten en iyi yapabildiğim şey ağlamak.

Biz seninle çok eski iki dostuz. Kim bizi bizden daha iyi tanır ki.

Gel saralım yaralarını beraber.

“Kaçıncı bu” deme, mahçup bir sesle. Olsun, bak artık ellerim titremiyor akan kanları temizlerken, demek ki alıştık. Hafife alıp, gülme “Alışılır mı hiç? “ diye.

Unuttun mu? Alışmakta güzel bir yaşanmışlıktı. Hem de en iyisinden bir teselli “E ben biliyordum.” demek de rahatlıyor bazen insanı.

Tamam, konuşmayacağım bu defa. Söz ağlamayacağımda öylece dikip gözlerimi saatlerce sana bakıp dinleyeceğim. Gözlerim dolarsa yutkunurum hemen, birşeyler söylemek isterse dilim merak etme hemen ısırırım.

Oldu mu şimdi gelecek misin?

Lütfen ses ver nerelerdesin?

Ey kalbim neredesin?

30.07.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Liberal koalisyon



Ulusal İslâmcılık akımı 28 Şubat sürecinde mayalanmaya ve neşv ü nema bulmaya başladı. Kısaca onun bir ürünüdür. Yine liberal İslâmcılık veya İslâmcı-Liberal koalisyonunun milat tarihi de yine 28 Şubat sürecidir. Dolayısıyla bu tarih İslâmcıların iki parçaya ayrılışlarının da tarihidir. İttifaklar fikir sapmalarını beraberinde getirmezler, ama iltihaklar böyle bir etki meydana getirir. İslâmcılar özgün fikirlerini bıraktıkları oranda onlara yamalanırlar. Bunda şüphe yok. Son sıralarda liberallerle İslâmî kesimler arasında da yer yer gelgitler ve dalgalanmalar yaşanmaya başlandı. Başörtüsü meselesinde hükümetin tutumu neredeyse turnusol kâğıdı hükmüne geçecekti. O bağlamda, kimi liberallerin, ‘AKP ile bağlarımızı koparıyoruz’ dedikleri ve ilan ettikleri bir dönemdi. Daha sonra bu ilişki veya beraberlik de facto bir şekilde devam etti. Ama ilişkilerin kimyasını gayet net bir şekilde ifade eden geçmişte Mehmet Barlas olmuştur. 28 Şubat sürecinde Erbakan ile Recep Tayyip Erdoğan kendisini ziyaret ettiklerinde ikiliye şöyle bir uyarıda bulunma ihtiyacını hissetmiştir: “İslâmcı kaldığınız müddetçe yol arkadaşlığımız ve beraberliğimiz uzun sürmez...” Dolayısıyla onların yol arkadaşlığı da mezara kadar değil de pazara kadardır. Taktik bir ilişki. Kalıcılığını ve geçiciliğini şartlar belirliyor. Bugün dahi bu ilişkilerin kimyası değişmiş değil. Elbette bu yaptığımız bir genellemeden ziyade refleks tespitidir. Geçenlerde Ece Temelkuran bu meyanda pek de inanamadığım bir nakil yapmıştı. İsterseniz kalan bölümü Ece Temelkuran’ın ‘Ergenekon ve ömrümüz’ yazısından takip edelim: “Böyle bir sohbette, onu pek sevindiren Ergenekon’un ılımlı İslâm’ın derin devleti ele geçirme operasyonu olma ihtimalini kabul eden eski solcu bir abiye şunu sordum: ‘Peki, yeni derin devlet bunlar olursa ne yapacağız?’ Cevap verdi:

‘İslâmcılarla sonra boğuşuruz !’

Ben de sordum haklı olarak:

‘Peki o zaman arkanda bilinçli Türkiye proletaryası mı olacak? ‘

***

Ece Temelkuran kaynak vermediği için bir an tereddüt geçirdim, sonra da ciddiye almadım. Ama daha sonra Taraf gazetesindeki bir yazı ile Baskın Oran’la yapılmış Neşe Düzel’in mülâkatı bu damarı deşifre ediyordu. Dolayısıyla bu deşifreler ne kadar inanmak istemeseler de Ece Temelkuran’ı teyid ve tasdik ediyordu. Acaba en nazik dönemde liberaller gemiyi terk edebilirler miydi? Zira şimdiye kadar Türkiye’yi hep onların düşüncesi idare etmiş ama kadro olarak hep tasfiye edilmişlerdi. Sonra pek fikirlerinin arkasında durdukları da yoktu. Büyük kısmı tatlı su liberaliydi. Yeni Yüzyıl Yeni Bin Yılı derken mevkuteleri sık sık ve teker teker kapandı. Yine taraftarlarını yüzüstü bırakmayacakları ne malumdu! Temelkuran’ı teyid eden birinci yazı Ümit Kıvanç’ın, ‘Açın Türkiye’nin Önünü’ yazısıydı. Bu yazıda aslında İslâmcıların ihmal ettikleri bir alanı ve bu alandaki yetersizliklerini ve AKP’nin yanlış politikalarını analiz ediyordu. Ekolojik hassasiyet İslâmcıların atladıkları bir alan. AKP’nin popülizminde bu alan sadece İstanbul’da Lale Devrini hatırlatırcasına yapılıyor. Oraya kadar tamam. Ya Ümit Kıvanç’ın bitiş cümlelerine ne demeli: “Şu Ergenekon’lar falan hallolsun, inşaallah sıra size de gelecek. O makamlara ancak dilekçe vermek için yanaşabileceksiniz...” Yani o makamlara halkın mensupları ancak sürünerek yani dizlerinin üzerinde gelebilecekler. Elpençe dursalar daha da kıyak olur hani! Bu, AKP’nin şahsında aslında bütün İslâmcılara verilmiş bir gözdağıdır. Bu anlayışın seçkinci Kemalist bakış açısından ne farkı var? Bu anlayış olsa olsa bir post modern Kemalizm olabilir.

***

Hedefin sadece AKP değil de neden İslâmcılar olduğunu ise Baskın Oran, Neşe Düzel’e vermiş olduğu mülâkatta gayet vazıh bir biçimde ortaya koyuyor: “Şu anda laik-dinci kavgası sanal bir kavga. Sol önce devletin içindeki katil çetelerle mücadele etmeli. Darbe tehlikesi bittikten sonra devletteki muasır medeniyete aykırı odakların üstüne gidilir...” Buradaki ‘muasır medeniyete aykırılık’ tabiri kesinlikle dehrîliğe delalet etmektedir. Çağdaş dehrîliktir. Ayrıca buradaki yaklaşım tamamen taktik ve pragmatik bir yaklaşımdır. Köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı deme durumudur. Bu damar İslâmî kesimlere üstten bakıyor ve onlara muallimlik yapmaya yelteniyor ve kendisini İslâmcıların terbiye edicileri olarak görüyor. Elbette bu, AKP’nin yanlışlarını ve tutarsızlıklarını ve tezatlarını aklamak değildir...

30.07.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Birliğe her zaman ihtiyaç var



Siyasetçilerimiz, acılı günlerde ‘birlik’ ihtiyacını hatırlıyor ve ona göre beyanlarda bulunuyorlar. Haklılar, ama bir ve beraber olmak için acı tecrübeler yaşamamıza gerek var mı? Bir olmak, birlikte hareket etmek, sıkıntıyı ve rahatı birlikte yaşamak, dertleri birlikte omuzlamak her zaman muhtaç olduğumuz bir şey değil mi?

Geçen gün İstanbul Güngören’i kana bulayan terör saldırısından sonra da yine ‘bir olalım, birlik olalım’ çağrıları yapıldı. Hatta, İspanya örneği hatırlatılarak teröre karşı milyonları aşan kişinin yürümesi talep edildi. Elbette bu çağrıyı yapan siyasetçilere, onlara destek veren ‘aydın’lara da hak veriyoruz. Fakat bu çağrıların sadece acı günler vesilesiyle değil, her zaman yapılmasını da arzu ediyoruz.

Tabiî ki siyasî çekişme esnasında; ‘kavgada’ dahi söylenmemesi gereken sözleri birbirlerine rahatça söyleyen siyasetçilerin bu çağrıları pek tesirli olmuyor. Tesirli olabilmesi ve bu çağrıların millet nezdinde kabul görmesi, ancak siyasetçilerin de ‘örnek’ olmasıyla mümkündür. Yoksa ikide bir birbiriyle kavga eder bir görüntü sergileyen siyasetçilerin, ‘bir olalım, birlikte hareket edelim’ çağrıları karşılık bulmakta zorlanır.

Teröre karşı bir ve beraber olmanın yolu, milyonların mitin düzenlemesi ya da yürüyüş yapması mıdır? Bu soruya gönül huzuruyla ‘evet’ demek biraz zor. Kanaatimizce Türkiye’deki sıkıntı, vatandaşın ‘terör’e destek vermesinden kaynaklanmıyor. Elbette, belli ölçüde terörden meded uman insanlar da olabilir. Ama Türkiye geneline bakıldığında bu sayının çok az olduğu söylenebilir. Dolayısı ile, yapılması halinde böyle bir mitinge katılanların sayısı, ‘teröre karşı olanlar’ın sayısını göstermeye yetmez.

İspanya örneğinde olduğu gibi, başka ülkelerde böyle mitinglerin yapılması bize örnek olabilir mi? Her ülkenin kendine has özellikleri olabilir. Bu bakımdam, Türkiye’deki terör hadiselerini sona erdirmek için daha kalıcı, daha ‘kökten’ tedbirler almak lâzım. Bu tedbirler, bugünde yarına netice vermeyebilir. Ama samimiyetle ve sabırla uygulandığında mutlaka netice verir.

“Haydi, nedir bu tedbir?” sorusunun cevabı bazıları memnun etmeyebilir; ama ‘din, iman, inanç ve maneviyat’ bağı en kalıcı, en tesirli, en güzel netice veren birlik bağladır. “Hayır biz başka ‘birlik bağları’ ile bunu temin edeceğiz” diyenler varsa onlara; “Yanlışta ısrar etmeyin!” demekten başka yapabileceğimiz bir şey yok. Çünkü, yapılabilseydi bunca yıllık uygulamalar ile bu temin edilebilirdi. Zaten bugün geldiğimiz noktanın sorumlusu da bu anlamdaki yanlış uygulama ve yanlıştaki inat değil mi?

Bütün siyasetçilere ve Türkiye’yi ‘idare edenler’e hatırlatmak isteriz ki, ‘bir’ olabilmek için hiç kimse başkaları hakkında ‘yüze bakamayacak’ sözler sarfetmesin. Aksi halde, hem siyasetçiler, hem de millet; ihtiyaç olduğunda bir araya gelip birlik olamaz. Bunun da vebali Türkiye’yi idare edenlerin omzunda olur.

Netice olarak, bir araya gelmeyi sadece kriz dönemlerinde ve acı günlerimizde hatırlamayalım. Başka zamanlarda da bunu hatırlarsak, belki de krizlere ve acı günlere yakalanmayız...

30.07.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Terörün ayartıcıları



Güngören’deki katliâm, Ergenekon iddianamesi gündemin bir numarası iken meydana geldi. Doğrusu gündem değiştirmek için etkili bir yöntem. Şimdi bunu konuşuyoruz. Ama yine de başarılı olduklarını söyleyemeyiz. Geçmişteki birçok karanlık olay aydınlanmaya başladıkça bundan sonraki eylemler de aynı şüpheyle karşılanacak ve bağlantılar kurulacak. Terörün dini, imanı, ırkı, mezhebi yok. Bunu biliyorduk ama Ergenekon iddianamesi ile çok daha iyi anladık. Türklük-Kürtlük bahane... Örgüt yöneticilerinin menfaat için nasıl da işbirliği yaptıklarının en taze delili Ergenekon’dur. Onun için Güngören katliâmını da bu bağlamda ele almak lazım.

Güngören, terör örgütlerinin koalisyonudur. Ortak cinayetidir. Aklınıza hangisi geliyorsa, bugüne kadar Türkiye’de hangi örgüt eylem yapmışsa hepsinin müşterek katliamıdır. Demokratik hesap sorma müessesi sağlıklı işledikçe Güngören olayı da aydınlanacak. Kimin, kimi, nasıl, ne şekilde kullandığı en yakın zamanda ortaya çıkacak.

Eylemlerin hiçbiri tesadüf değil. Zamanlaması çok önemli. Başbakan Erdoğan da dünkü grup toplantısında zamanlamaya dikkat çekti. “Gündemi teslim almak isteyen provokasyonlara teslim olunmaması” gerektiğini söyledi. “Geçmişten gelen kirlilikle savaşmayı engellemek isteyenlere” dikkat çekti.

Erdoğan’ın “gündemi teslim almak isteyenler” sözü Ergenekon iddianamesindeki “misilleme” bölümlerini hatırlattı. İddianamenin 41 ve 42. sayfalarında yer alan bölümde 3. dalga tutuklanmalarına karşı nasıl da harekete geçildiği anlatılıyor.

“Veli Küçük’ün tutuklanması üzerine çeşitli kişilerle Veli Küçük’ten aldığı talimatlar gereği Ergenekon operasyonuna misilleme olmak üzere” suikastler planlandığı ve “Ogün Samast misali bu işi gerçekleştirecek kişilerin ayarlanmaya çalışıldığı” belirtiliyor.

Piyasada ayarlanmayı bekleyen birçok kişi varken bomba patlattırmak çok mu zor? Ver parayı attır bombayı. Tetikçiyi yakalamanın pek fazla bir anlamı da yok. Ayarlayanlar bulunmadıkça, tespit edilmedikçe eylemler tam mânâsıyla bitmez. Bu anlamda Ergenekon dâvâsı “ayartıcıların” ortaya çıkarılmasında da önemli bir vazife yapacak.

Güngören’deki katliam bir kişi hariç herkesin aklına Ergenekon bağlantısını getirdi. O kişi de CHP lideri Baykal. MHP Karaman Milletvekili Hasan Çalış da, İçişleri Bakanı Beşir Atalay’a soru önergesi ile Güngören’deki patlamaların “Ergenekon” dâvâsıyla bir bağlantısının olup olmadığını sordu.

Baykal ise sulandırma gayretlerine bir yenisini ekledi. Grup konuşmasında Güngören katliamına kısaca değinen Baykal, Ergenekon iddianamesini “BBG evi tutanakları”na indirgedi. Baykal’ın tutumu Ergenekon’la bağlantısı olduğu iddialarını kuvvetlendiriyor. 2455 sayfalık bir iddianameyi küçültmek ve sulandırmak için çırpınan Baykal, hızını alamadı ve Danıştay sanığı Alpaslan Aslan’ın avukatlığını bile üstlendi.

Ergenekon sanıklarının tek kurtuluşu var! Yüzlerce avukat tutacaklarına toptan Baykal ile anlaşsınlar. Baykal’ın, yapacağı savunma ile mahkeme heyetini çileden çıkaracağı garantisini veriyorum. O zaman ne mahkeme durur yerinde ne de iddianame! Ergenekoncular da serbest kalır.

30.07.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Sessiz yürüyüş



G üngören katliamının hatırlattığı yakın dönem terör olaylarından biri olan Ankara-Anafartalar saldırısı, 27 Nisan sürecinde laiklik ve cumhuriyet mitinglerinin bütün hızıyla devam ettiği bir ortamda gerçekleşmişti.

Ve biz o günlerde şunları yazmıştık:

“AKP’yi bahane ederek ve laikliği koruma gerekçesiyle, bir kişinin burnunu bile kanatmadan milyonları mitinglerde buluşturma becerisini gösteren ve bununla övünen organizatörler, çok daha büyük kalabalıkları teröre karşı meydanlarda omuz omuza getirmeyi niçin düşünmüyorlar?

“Cumhuriyet mitinglerinde dalgalandırılan ve meydanları gelincik tarlasına çevirdiği şeklinde benzetmelere konu olan ayyıldızlı bayraklar, milletin teröre teslim olmama kararlılığını yansıtan bir dayanışma mesajıyla niye Türkiye’nin birçok yerinde tekrar tekrar yükseltilmiyor?

“Terör belâsı, laikliğin karşı karşıya olduğu vehmedilen hayalî tehlikeye kıyasla ciddîye alınmaya değmez ve önemsiz mi bulunuyor?

“Teröre lânet mitingleri niye yapılmıyor?”

2 Haziran 2007 tarihli Yeni Asya’da çıkan bu yazımızın ardından, laiklik mitinglerini, terörü kınama mitinglerine dönüştürme havası oluştu.

Sonraki günlerde birkaç vilâyette yapılan mitinglerde ağırlık terörü lânetleme mesajlarına verilmeye başlandı. Ama bunlara hem katılım hayli düşük seviyede oldu, hem de teröre karşı verilen mesajlar çok fazla gündem oluşturamadı.

Konuya böyle girmemizin sebebi, Güngören katliamı sonrasında CHP lideri Baykal’ın, evvelce İspanya’da terör saldırılarına karşı on milyonu aşkın insanın katılımıyla gerçekleşen yürüyüşü hatırlatarak, bizde de teröre karşı millî bir lânet kampanyası açılması için çağrıda bulunması ve “sessiz bir yürüyüş” önerisi yapmasıydı.

Ardından konu Başbakana iletildiğinde o da “Oturur, konuşuruz” diyerek, zahiren olumlu baktığını gösteren, ama gerçekte topu taca atıp geçiştiren bir cevap verdi. Böylece teröre karşı sessiz yürüyüş teklifi bir kez daha suya düştü.

Dahası, Baykal’ın teklifini, “halkı sokağa dökme” çağrısı olarak yorumlayıp, böyle birşeyin teröre yeni bir kanlı provokasyon fırsatı sunabileceği yönünde endişe izhar edenler oldu.

Gerçi bu endişeler bütünüyle yersiz sayılmaz. Çünkü bu çeşit toplanmalar, provokatif sızmalara, kontrolsüz sloganlara, çatışmalara açık olabiliyor ve daha büyük sorunlara yol açabiliyor.

Ama artık Türkiye’nin bu endişeleri aşma olgunluğuna erişmiş olması gerek. Nitekim gerek geçen yılki laiklik mitingleri, gerekse son haftalarda farklı illerde tekrarlanan “ortak akıl” buluşmaları gayet sakin bir şekilde yapıldı ve dağıldı.

Partilerin açık hava toplantıları da yıllardır disiplinli ve kontrollü bir şekilde yapılageliyor.

Aynı zamanda demokratik olgunlaşma göstergesi de sayılabilecek bu tecrübeleri bir araya getirip, partilerin ve sivil toplum kuruluşlarının ortak organizatörlüğünde, milyonların katılacağı bir teröre lânet yürüyüşü niye yapılamasın?

Bu yürüyüş için meydan tahsis etmeye, kürsü kurmaya, konuşmalar yapmaya hiç gerek yok.

Adı üstünde; sessiz yürüyüş. Ve esasen bunun için en uygun vesile, aralarında bebeklerin ve ana rahmindeki bir yavrunun da bulunduğu terör kurbanları için kılınan cenaze namazlarıydı.

Olayın hemen ardından, çok seri bir organizasyon yapılabilir, namazların kılınacağı cami ve namazı takiben yürüyüşün gerçekleşeceği güzergâh ona göre tayin edilip televizyonlardan duyurulan bir çağrı formatı içinde halk bilgilendirilebilir ve böylece maksat hâsıl olmuş olurdu.

Ama anlaşılan o ki, Türkiye böyle birşeye hâlâ hazır değil. Aslında gelinen nokta itibarıyla tecrübe, birikim ve eriştiği olgunluk bunu yapmasına müsait, ancak pratiğe dökme konusunda biraz daha zamana ihtiyaç olduğu görülüyor.

Bilhassa rejim, laiklik ve irtica kavgalarının farklı kesimler arasında oluşturduğu önyargı duvarları kaldırılabilse, bu süre daha da kısalabilir.

30.07.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır