Bu akşam Mi’râc Kandili. “Mi’rac Kandili’nin İslâm âlemi için yepyeni fütuhatlara vesile olmasını Cenâbı Hak’tan niyaz ederim” şeklinde birbirimize samimî tebrik mesajları yazacağız ve son birkaç aydır—aslında birkaç asırdır—iç dünyamızı karartan siyasetin gündeminden kurtulup Mi’râc’ın ifade ettiği yükselmeyi yaşamaya, bu yükselişin anlamını idrak etmeye çabalayacağız.
Kelime anlamıyla “yükselme, yücelme” anlamına gelen Mi’râc, İslâm toplumlarının madde ve mânâ dünyalarını aşarak sürekli ilerlemesine işaret etmektedir. Özünde iki gününün eşit olmamasını salık veren bir dinin mensuplarının iki buçuk asırdır zillet ve gerileme içinde olmaları, İsra ve Mi’râc hadisesinin yaşandığı toprakların sürekli zulme maruz kalmaları, İslâm toplumlarının iç muhasebelere ve yüzleşmelere ne kadar çok ihtiyacının olduğunun bir göstergesidir.
Bediüzzaman’ın gerilemenin sebeplerine dikkat çektiği Muhakemât’ın başındaki çarpıcı ifadeler, meseleyi öz olarak ortaya koymaktadır: “Amma ba’d: Şu fakir, garip Nursî ki, ‘Bid’atüzzaman’ lâkabıyla müsemmâ olmaya lâyık iken, haberi olmadan ‘Bediüzzaman’ ile meşhur olan bîçâre, tedennî-i milletten ciğeri yanmış gibi feryad ü figan ederek, ‘Ah, ah, ah! Vâ esefâ!’ der ki: İslâmiyet’in mağz ve lübbünü terk ederek kışrına ve zahirine vakfı nazar ettik ve aldandık.”
Artık, Mi’râc’ın hakikatine, özüne yönelmemiz gerekmez mi?
Mi’râc’ın özü yükselmeyi ifade eder. Bu yükseliş bazen Endülüs kütüphanelerinde, ElHamralarda, Selimiyelerde göz kamaştırıcı bir medeniyet olarak karşımıza çıkar, bazen de Farabi, Gazali ve İbni Sina olur ve bu medeniyetin ruhu olarak dünyayı sarar. Bu özden yoksunluk ise derin bir yenilgi ve gerileme olarak içimizi acıtır, yakar.
Mirac’ın özü şefkattir, merhamettir, sevgidir, hoşgörüdür. Bazen Mevlânâ olur “Ne olursan ol yine gel” der; Yunus olur “Bir gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil” diyerek uyarır; nihayetinde Bediüzzaman olur, kendisini yirmi sekiz yıl boyunca köy köy, kasaba kasaba dolaştırıp hapishanelerde kendisine işkence edenlere hakkını helâl eder. Mi’râc’ın özünden uzaklaştığımızda, kışrı hayatımızı şekillendirmeye başlar. O an, bütün komşularınız düşmandır, etrafınızı ötekiler kuşatır; merhametsizliğin, düşmanlığın her türlüsünü yaşar ve yaşatırız.
Mi’râc özünde yücelmeyi ifade eder. Mi’râc hakikatini anlayamayanlar, Mi’râc’da yaşananlara akıl erdiremeyip onu efsaneleştirenler; Mi'rac kendisine haber verildiğinde “Bunu eğer o haber veriyorsa elbette doğrudur” diyerek şüphesiz ve sorgusuz bir şekilde Hz. Peygambere inanan, ona intisap eden Hz. Ebûbekir’in imanından ne kadar çok uzaktadırlar. Mi’râc imandır, intisaptır; dolayısıyla bu hakikati kavrayanlar “İman insanı insan eder, belki de sultan eder. Hakikî imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir”in işaret ettiği yükselişlere, inkişaflara, ilerlemelere sahip olurlar. Sultanlık, Mi'rac’ın özündedir. Sultan, tahtnişindir; hâkimdir, halifedir ve kendisine bu halifeliği bahşedene müteşekkir bir kuldur. Bu özden bîhaber olanlar acizliğinin farkında olmayan bir canavar gibi kâh bir sineğe mağlup olan Nemrut’tur, kâh İslâmın mamur beldelerine bombalar yağdıranlara çanak tutan azgın bir zalimdir.
İslâm ahlâk ve akaidini ferdî ve içtimâî hayata aktarmada büyük sıkıntılar yaşayan İslâm toplumlarının Mi'rac hakikatlerine ne çok ihtiyacı vardır. Mü’minin de imanıyla yücelmesi, yüksek mertebelere ulaşması, bunu yaygınlaştırarak toplumunu yükseltmesi onun için bir mi’râc değil midir?
Üstad’ın “İstikbalde en yüksek gür sada, İslâmın sadası olacaktır” müjdesinin bu hakikatlere bağlı olduğunu idrak etme, Meşrûtiyet’in yüzüncü yılına ulaştığımız bu günlerde yine Üstad’ın yüz sene sonra cemâlini göreceğimizi müjdelediği günlere kavuşma ümidiyle, Mi’râc Kandili’nin tüm İslâm Âlemi için hayırlara vesile olmasını Rabbimden niyaz ediyorum.
29.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|