"Gerçekten" haber verir 29 Temmuz 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Hüseyin EREN

Dalgaların dediği



Dağlarvârî fitne dalgaları, önüne kattığını sürüklüyor, acımasızlığın sert kayalarına çarpıyor ve tekrar gerisin geriye dönüyor… Suyun üstündeki çöp gibi oradan oraya savuruyor, meçhul bulanıklıklara akıtıyor önüne kattıklarını…

İdrakler paramparça, çılgınlık çığ olmuş göğe yükseliyor, yere düşüyor… Derin çeteler birbirine girmiş, birbirine geçmiş; için için fitne üretiyor… O kadar ki, en dediğin adamlar çirkinliğin içinde aktör veya bir şekilde bulaşmış… Ne sağı belli, ne solu, başını sonunu ayırt etmek mümkün değil ejderin…

Acaba ne olmuş deyip sıkı takip etmek de fitnenin bir parçası, gelişmeleri birebir izlemek de sihre kapılmışlığın diğer bir veçhesi… Vazifesi bu olanların yapması gerekenleri onlara bırakıp, ibret nazarlarla pencerelerden seyretmek; yangından bizi kurtaracaktır…

Sebeplere ehemmiyet verdirmeyen, neticeyi düşündürmeyen hizmetin erleri; birinci vazifelerini yapıp yapmadıklarını, ihlâsı, metaneti, sadakati, koruyup korumadıklarını sorgularlar sürekli… Dâhilde muhabbet, uhuvvet, teâvün, tesanüdün tesisine—taşıdıkları emanetin ehemmiyetine binaen—ciddî çalışırlar, safları safiyâne sıkı tutarlar, ittihat ve ittifakın gücüyle ayakta durulabileceğini idrak ederler…

Sebeplerin dalgasına dâhil olup aklını, kalbini, lâtifelerini onunla meşgul etmek; hadiselerin arka planda, hikmet boyutunu görmeyi perdeler… Pencerelerden seyredip içine girmeyenler, daha derin nazarlara sahip olurlar…

Deccalist ve süfyanist fırtınalara tutulan bu asır insanları başını kaldıramıyor ki hakikati bütün çıplaklığıyla görsün, hikmete râm olsun… Bir başka veçheden de, Nur tohumları başka türlü nasıl yayılırdı yeryüzüne… Barla’da başlatılan ekim, kıt'a ötelerinde nasıl hasat edilirdi? Açılan çiçekler acılarla sulandı, bahar belirtileri kışta zemheriler solumanın sonucu…

Ve yeni bir döneme giriyoruz, dünya diyanete dönüyor… Her şey bitmiş, her mesele hallolmuş değil henüz, sadece ejderin kuyruğuna basıldı, tutulup zapt edilmesi, etkisiz hale gelmesi sıkıntıları göğüslemekle olacaktır… İşin en esaslı ve en önemli kuvveti; hiçbir şeye âlet edilmeyen Kur’ân hizmetine daha bir şevkle sarılmak… Vazifeleri hizmet olanların hizmet dışında bir şeyle meşgul olmamaları, yüz eli de olsa birini boş bırakmamaları… İlâhî Kudret her şeye hikmetiyle Hâkimdir, abes ve boş bir şey yoktur yaşanılanlarda ve yaşanacaklarda…

Dağlarvârî dalgaların sahibine teslim olana, dalgalar onu sahile taşıyan bir binek olur… Sebeplere tesir verenler boğulur dalgalarda… Hadiselerin akışı değişti, zamanın ruhu başkalaştı, artık sebepler cihetinde de şeffaf, aydınlık günlere doğru akıyoruz… Kemerleri biraz daha sıkacağız, duâya devam, istiğfara devam, istiâzeye devam, hizmete devam… İç dünyamız, ülkemiz, yaşadığımız dünya bambaşka bir mecraya akıyor; gülenler sabrı cemîle sahip olanlar olacak… Karanlıkların köküne kibrit.

29.07.2008

E-Posta: [email protected]




Fatma Nur ZENGİN

2015’e 7 kala (1)



“Eğer şimdi hareket edersek, bin yıl kalkınma hedefleri hâlâ başarılabilir durumdadır. Bunun için; kapsamlı sağlam idare, kamu yatırımının arttırılması, ekonomik büyüme, geliştirilmiş üretkenlik kapasitesi ve de iyi işlerin yapılması gerekmektedir.” Ban-Ki Moon, BM Genel Sekreteri.1

2000 yılının Eylül ayında 191 ülke, Binyıl Zirvesinde (Milenyum Zirvesi olarak da bilinmektedir) bir araya gelerek, dünyanın başlıca 8 sorunu ve bunların 2015 yılına dek yarı yarıya azaltılmasını esas alan Binyıl Kalkınma Hedeflerine (Millennium Development Goals) 2015 yılına kadar ulaşma kararı aldı.

2015 yılına kadar ulaşılması beklenen hedefler, eğer bütüntaraflar üzerlerine düşen görevleri hakkıyla yerine getirir ve birlikte çalışırlarsa başarılabilir durumdadır. Bu çerçevede; fakir ülkeler daha iyi yönetim, halklarına sağlık ve eğitim yoluyla yatırım yapma sözü verirken, zengin ülkeler de onları; yardım, haklı rekabet ve borçlarının ödenmesinde kolaylık sağlayarak destekleme sözü vermişlerdir.1

Hedeflere tek tek göz atacak olursak; aslında bütün dünyayı tehdit eden konuların en başındaki maddelerin2 yer aldığını görebiliriz.

AŞIRI YOKSULLUĞUN VE

AÇLIĞIN ORTADAN KALDIRILMASI

Günde bir doların altında geçinen insanların sayısının yarıya indirilmesi ve açlık çeken insanların oranının yarıya indirilmesi hedeflenmektedir.

Açlık, halen insanlığın en önemli sorunlarından birini teşkil etmektedir. Dünyanın bir ülkesinde yegâne mantar türü olan trüfün 1,5 kilosuna 125.000 avro veren insanların olduğunu okurken ve duyarken, günlük geçim kaynakları 1 doların altında olan ailelerin halen var olduğunu okumak ve bilmek, vicdan sızlatmaktan öte, insanı durup düşünmeye sevk ediyor. Nasıl oluyor da, omletinin üzerine her gün biraz rendelenmiş mantar tadı isteyen insanlar, “öteki” leri görmezden geliyorlar, bunu anlamak çok zor gözüküyor. Hal böyleyken, dünyanın fakir, zengin, gelişmiş, gelişmemiş vb. 191 ülkesinin bir araya gelip bu konuya dikkat çekmesi ümit verici. Lâkin bu hedefe ulaşmak için, bütün ülkelerin birbirini desteklemesi ve ülke içinde insanların hassasiyetlerinin arttırılması, gıda israfının önlenmesine yönelik kampanyalar düzenlenmesi gibi usuller kullanılabilir.

HERKES İÇİN EVRENSEL

İLKÖĞRETİM SAĞLANMASI

Bütün erkek ve kız çocuklarının ilköğretimlerini tamamlamalarının sağlanması.

Şüphesiz, dolaylı yoldan insanlığı tehdit eden sorunlardan biri de cehalet. Cehaletin biraz göreceli bir kavram olduğu ve nice okullar bitirip hâlâ cahil zihniyetlere sahip insanların var olduğunu hesaba katarsak, buradaki tehdidi oluşturan şey, okuma-yazma ve temel bilimleri bilme oranının düşüklüğüdür.

CİNSİYET EŞİTLİĞİNİN TEŞVİK EDİLMESİ VE

KADININ GÜÇLENDİRİLMESİNİN SAĞLANMASI

Tercihen, 2005 yılına kadar ilk ve ortaöğretimdeki, 2015 yılına kadar ise, her türlü cinsiyet eşitsizliğinin ortadan kaldırılmasının planlandığı bu hedefin altında yatan sorun da, aslında çoğu sorun gibi, sadece gelişmekte olan, ya da fakir ülkelerin değil, bazı gelişmiş ülkelerin de sorunu. Kadın-erkek eşitsizliğinde, modernite olarak görülüp ses çıkarılmayan bazı hususlar da mevcut. Otomobil fuarlarındaki kadın mankenler, alâkasız reklâmlarda kullanılan yarı çıplak mankenler, kadını sadece bir pazarlama maddesi ve bir obje olarak görüyor. Bu da, aslında eşitsizlik ve zihniyet farkını öne çıkarıyor. Fakat bunlardan ziyade en önemli sorun eğitim alanında yaşanıyor. Fakir ülkelerde, maddî durumu iyi olmayan aileler kız ve erkek çocuklarından, eğer bir çocuklarını okutma güçleri varsa, bunu erkek çocuklarından yana kullanıyor. Ülkemiz gibi gelişmekte olan bazı ülkelerde ise, farklı eşitsizlikler ön plana çıkıyor. Yıllardır kanayan yara olarak devam eden ve herkesin kendine bir pay çıkarıp, ileri geri yorum yapmaktan kaçınmadığı başörtüsü meselesi de bunlardan biri. Erkekler, hangi görüşe mensup olurlarsa olsunlar eğitimlerine istedikleri gibi devam ederlerken, kadınlar giyimleri yüzünden, sadece erkekler tarafından değil, hemcinsleri tarafından da ikinci plana itilip; ya değişmeye, ya da göç etmeye mecbur ediliyorlar. Diğer haksızlıklar gibi bu durumun da bir an önce ortadan kaldırılmasını temenni ediyoruz.

ÇOCUK ÖLÜMLERİNİN AZALTILMASI

1990 ve 2015 yılları arasında, beş yaşın altındaki çocuk ölümlerinin üçte iki oranında azaltılması olarak özetlenebilecek bu madde, genellikle fakir ülkelerin en büyük sorunlarından birini teşkil ediyor. Özellikle sağlık alanına ayrılan bütçelerin yetersiz oluşu ve halkın sosyal güvencelerinin olmayışı, bu sorunun başlıca sebeplerinden biri. Tabiî ki dolaylı yoldan bunu etkileyen başka sebepler de var. Bunlardan biri olan HIV-AIDS probleminin çözülmesi de, zaten 8 hedeften biri olarak ayrıca yer alıyor binyıl kalkınma hedefleri arasında. Tabiî ki, bu gibi hedeflere ulaşılabilmesi ve bu büyük sorunun ortadan kaldırılması için, mutlaka bütün ülkelerin iyi bir ekip çalışması yapması ve birbirini desteklemesi gerekmektedir. Gelişmiş ülkelerin her anlamda fakir ülkelere yardım etmesi, çocuk ölümlerinin yüksek olduğu ülkelerde gönüllü organizasyonların ebeveynleri doğum öncesi ve sonrası bilgilendirmesi gibi sosyal duyarlılık projeleriyle bu da tamamen ortadan kaldırılmasa bile azaltılabilir.

Binyıl kalkınma hedeflerinin ilk dördünü bu hafta ele aldım. İnşaallah gelecek hafta, son dört hedeften ve bunlara ulaşmak için dünya çapında gerçekleştirilen farklı organizasyonlardan bahsedeceğim.

Kaynak:

1. http://www.undp.org/mdg/basics.shtml

2. http://www.undp.org.tr/Gozlem3.aspx?WebSayfaNo=248

29.07.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Mi’râcınıza binler tebrikler



Recep ayının son günlerindeyiz. Yirmi yedi gündür üç ayların ilk merdivenindeyiz. Bizi karşılayan bu gece Mi’râc gecesi. İnşaallah yükselişteyiz. Bu gece, yükselişimiz zirveye ulaşacak. Çünkü bu gece, âlemlerin Efendisi Sevgili Peygamberimiz (asm), yükselişin zirvesinde biz ümmetini kucakladı. Çünkü bu gece, Yüce Yaratıcımız bizi, iman eder oldukça, günahımıza bakmadan Cennetle müjdeledi. “Lâ ilâhe illallah” diyen her kimsenin günahkâr olsa da Cennete gireceği, bu gece müjdelendi.1

“Günahkâr olsa da” diyorum; çünkü bu kelime dizini hem vahiy sözünün bir parçası, hem de kulağıma hoş geliyor. Çünkü ben de günahkârım ve ben de Cenneti istiyorum. Oysa bu kelime ucuz bir kelime değil.

Hazret-i Ömer (ra), Ebû Hüreyre’den (ra) bu müjdeyi duyunca Ebû Hüreyre’ye (ra) bir tokat patlattı. “Sen ne diyorsun?” diye. Oysa Ebû Hüreyre (ra) Peygamber Efendimiz (asm) tarafından bu müjdeyi herkese tebliğ etmeye memur edilmişti. Peygamber Efendimiz (asm) bu tebliğe delil olarak da mübarek nalinlerini vermişti.

Bu haberi duyunca Ebû Zer (ra) de şaşırdı. Ve üst üste sordu:

“Ya Resulallah! Günahkâr olsa da mı Cennete girer?”

Peygamber Efendimiz (asm) her defasında:

“Evet!” buyurdu, “Günahkâr olsa da Cennete girer.”

Hz. Peygamber (asm) dördüncü keresinde ilâve etti:

“Ebu Zerr patlasa da Cennete girer.”2

Bu Cennet haberini duyunca şaşıranlardan birisi de Hazret-i Muaz’dır (ra). Hazret-i Muaz (ra) Peygamber Efendimiz’e (asm):

“Ya Resulallah! Bunu insanlara haber vereyim de sevinsinler mi?” diye sordu.

Peygamber Efendimiz (asm) bu defa bir endişesini dile getirdi:

“Haber ver! Ama korkarım ki, buna güvenip ibadeti ihmal ederler!”3

Hazret-i Muâz (ra) da aynı endişeyi taşıdığı için bu haberi ömrünün sonuna kadar gizledi. Fakat ölüm gelip çattığında, vahiy sahibinin bir müjdesini gizlemiş olma günahından korktuğu için bu haberi insanlara söyledi.

Eminim sizler de şaşırdınız. Günahkâr da olsak Cennete girme müjdesi eşsiz bir haber elbette!

Öyleyse gelin, Allah’ın rahmetini celb edelim bu gece. Duâmızla, niyazımızla, namazımızla, gözyaşımızla, yakarışımızla… Allah’ın Cehenneminden Allah’ın rahmetine sığınalım ve Allah’tan Cennetini isteyelim. Cenâb-ı Allah’tan, bize ömrümüz oldukça Cennet ameli nasip etmesini, Cehennem amelinden uzak kılmasını dileyelim.

Her ne kadar yukarıdaki müjdeleri duyurmuşsak da, her dakika binlerce günahın bizleri karşıladığı, her saniye imanımızın çalınma riskiyle karşı karşıya kaldığı, en azından imanımızın her an zafiyete uğrama tehlikesi yaşadığı asrımızda, bizler “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” kelimesini sözde bırakmayalım, tahkikî imana çevirelim. Onun için bu geceden tezi yok; kendimize sıkı bir Risâle-i Nur okuma programı yapalım ve hemen kolları sıvayalım, işe koyulalım.

Bildiğiniz gibi Risâle-i Nur, “Lâ ilâhe İllallah Muhammedün Resûlullah” kelimesini asrımızda sözde bırakmayıp tahkikî imana çeviren rahmet havuzunun adıdır, bir iman ummanıdır. Bu havuzun suyundan bolca içelim. Tahkikî imandaki her bir derece adımımız—yarım yamalak da olsa—inşallah mi’râcımız olsun.

Bu gece, namazı çokça kılalım. Kaza namazını bolca kılalım. Bu geceden sonra namaza devam etmemiz, bu gece kendi vicdanımızdaki taahhüdümüz olsun.

Bu geceye mahsus şöyle bir ibadet rivayet edilir:

Bu gece, vakti müsâit olanların, diğer ibadet ve zikirlerinin yanında, iki rekât nafile namaz kılması; her rekâtında Fatiha’dan sonra onar İhlâs-ı Şerif okuması; namaz bittikten sonra dört defa Fatiha-i Şerife okuyarak, yüz defa “Sübhanallahi velhamdülillahi velâ ilahe illallahü vallahü ekber velâ havle velâ kuvvete illâ billahi’l-aliyyi’l-azim” (Allah’ı bütün noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Bütün hamd ve sena, minnet ve şükür Allah’a mahsustur. Allah en büyüktür. Günahlardan kaçınma ve iyiliklere kuvvet verme ancak yüce ve büyük olan Allah’ın yardımıyladır) okuması; ardından yüz defa istiğfar etmesi, yani gönülden ve gözyaşlarıyla, günahlarının bağışlanması ricasıyla, yüz defa “Estağfirullahe’l-azîm” demesi; ardından Peygamber Efendimize (asm) yüz defa salâvat-ı şerife getirmesi; bundan sonra da elini açıp Cenâb-ı Allah’a duâ etmesi; bu sırada, başta Cennet olmak üzere isteyeceği her şeyi Cenâb-ı Allah’tan istemesi tavsiye edilmiştir.

Bu gece duânızda unutulmamayı dilerken, bu gece insanlığı kucaklayan rahmet nedeniyle cümlenizi ve cümle âlem-i İslâm’ı tebrik ediyorum.

Mi’râcınıza binler tebrikler.

Dipnotlar:

1- Ebu Davud, Cenaiz, 20; 2- Buhârî, Tevhid 33; Müslim, İman 153, (94); Tirmizî, İman 18, (2646). 3- Riyazussalihin, 414

29.07.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kâinatın coştuğu gece



NASIL sevinmez, coşmaz, sevinçten uçmaz insan bütün kâinat cûş u huruşa gelmişken?

İnandığınız Allah’ı, melekleri, peygamberleri, kaderlerin yazıldığı Levhi Mahfuz’u, amellerin sonuçlarının değerlendirildiği yer olan ahireti; Mahşeri, Mizanı, Sıratı, Cenneti, Cehennemi dünya gözleriyle görmek istemez misiniz?

Görmeniz mümkün değil. Ancak “Sizin adınıza bir temsilciniz görecek!” denilse ve gidip görse kendiniz görmüş gibi olmaz mısınız?

İşte Mi’rac, bizim adımıza, inandığımız iman esaslarının bizzat Efendimiz Hz. Muhammed (asm) tarafından görülmesi gibi nefis meyveleri bize armağan etmiştir. Ha biz görmüşüz, ha bizim adımıza o görmüş, fark etmez.

“Kâinat nedir? Dünya nedir? İnsan nedir?” gibi aklın anlamakta zorlandığı sorular, dinin ve felsefenin meşguliyet alanları içerisinde yerini almıştır. Felsefe de, din de bu sorulara cevaplar vermiştir.

Dinle barışık olmayan felsefe gözüyle bakıldığında kâinat perişan, sahipsiz, yok olup giden, karmakarışık kuruntulardan ibaret bir varlık olarak görülürken Resûli Ekrem’in (asm) getirdiği nur ile kâinat birdenbire anlamlarla yüklü harika bir kitap, ezelî ve ebedî olan Yaratıcının güzel isimlerini gösteren bir ayna mevkiine yükselmiştir.

Ya insan? O siyah felsefe gözlüğüyle bakıldığında insan perişan, aciz, fakir, ihtiyaçları ve düşmanları sonsuz, fanî, yok olup giden başıboş, değersiz bir yaratık olarak görülürken yine Resûli Ekrem’in (asm) getirdiği nur ile insan baha biçilmez bir varlık derecesine yükselmiştir. Öyle ki ahseni takvimde, yani maddeten ve mânen en güzel bir sûrette yaratılmış bir mûcize, kâinat kitabının bir hülâsası, Ezel ve Ebed Sultanı olan Cenâbı Hakk’ın bir muhatabı, özel bir kulu, dostu, habibi, ebedî Cennete lâyık aziz bir misafiri mertebesine çıkmıştır. Bu insanlar sayısınca büyük bir sevinç ve mutluluk vesilesi değil midir?

Âdetâ bu, Sözler’de (31. Söz) dikkat çekildiği gibi sıradan bir nefere, “Sen general oldun!” denildiğinde sevinçten uçması gibi bir şey! Sürekli yok olma ve ayrılık sillesini yiyen bir insana birdenbire, “Müjde! Sen yok olmaktan kurtuldun. Sonsuza dek sürecek ebedî bir Cennete kavuştun. Hayalin dahi anlamaktan aciz kaldığı güzelliklerle dolu bir yer Cennet. Orada hayal sür’atinde, ruh hafifliğinde bir beden ile şu dünyadan bin kere daha güzel o Cennetten istifade edeceksin. Cennette bin sene kalmaktan daha üstün olan Allah’ın sonsuz güzelliğini görme gibi emsâlsiz bir lezzete ereceksin” denilse ne kadar sevinir insan!

Aynı zamanda idamlık bir adama, tam idam edilirken onu affedip çok şahane bir sarayla ödüllendirme gibi birşey bu!

Bütün mesele Resûli Ekrem’in (asm) Mi’rac’la bizzat gördüğü, hissettiği, yaşadığı hakikatleri iman gözüyle, Hz. Ebûbekirvarî, “O söylüyorsa doğrudur” inancıyla kabullenebilmek!

Ve yine, “Perdei gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek!” diyen Hz. Ali (ra) gibi görürcesine, yaşarcasına inanıp inancın gereğine göre yaşayabilmek!

Mi’rac Kandilinizi tebrik ederken Cenâbı Hakk’ın bizi bu büyük sırra mazhar kılmasını, hayatımızı ona göre şekillendirmemizi nasip etmesini niyaz ediyorum.

29.07.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Emirdağ Hatıraları (2)



Musulca'nın G(c)eylânîleri

Gerek "Emirdağ Lâhikası" mektuplarında ve gerekse Üstad Bediüzzaman'ın "Tarihçe–i Hayatı" isimli otobiyografisinde geçen üstü kapalı bazı ifadeler vardır ki, bizi senelerdir ciddî ciddî düşündürüyordu. O gibi ifadelerin satır aralarını ve arka plânını daima merak eder dururduk.

Üstad'ın 1944'ten itibaren sürgün hayatı yaşadığı Emirdağ'da acaba neler oldu ve kendisine neler yapıldı ki, dehşet hissi uyandıran bu ifadeleri kullandı diyerek, bağlantılı gördüğümüz hemen her yazıyı dikkatle okuyarak hakikat–i hali anlamaya çalışırdık.

Bu şiddetli merak saikasıyla bazı şeyleri öğrenmiştik gerçi; ancak, bizzat Emirdağ'a gidip araştırma yaptıktan ve canlı şahitlerle görüştükten sonra, zihnimizi meşgul eden suâllerin hakikatli cevabını daha ciddî sûrette öğrenmiş olduk.

Bütün bunları, bu yazı serisi içinde sizlerle inşallah paylaşmaya çalışırız. Şimdilik, Hazret–i Bediüzzaman'ın Emirdağ hayatının özellikle ilk yıllarına dair bazı mektuplarında geçen bahsini ettiğimiz sıkıntılı ve son derece düşündürücü ifadelerini hatırlatarak, Emirdağ'daki Nur kahramanlarını biraz daha yakından tanımaya çalışalım.

İşte o düşündürücü ifadelerden bir kaçı:

"Kimden kime şekvâ edeyim, ben dahi şaştım... Evet, şimdiki vaziyetim hapisten (Denizli hapsi 1943–44) çok ziyade sıkıntılıdır. Bir günü bir ay haps–i münferit (hücre hapsi) kadar beni sıkıyor." (Emirdağ Lâhikası–I, s. 17)

"Eğer mümkün olsa, buranın havasıyla hiç imtizaç edemediğim cihetini vesile edip, münasip bir yere naklime, çalışmak lâzım geliyor. Ben kendim yapamadığım için, benden, bana daha ziyade alâkadar Denizli dostları teşebbüs etseler iyi olur. Hiç olmazsa oranın hapsine, bir daha bahaneyle beni alsınlar." (Emirdağ Lâhikası–I, s. 64)

İşte, böylesine zahmetli, meşakkatli, işkenceli bir sürgün yerinde, Cenâb–ı Hak, bakın Nur Üstad'ın hizmetine kimleri koşturup istihdam etmiş.

MUSULCA, AZİZİYE, EMİRDAĞ

Emirdağ ilçesinin ismi, 1930'lu yıllara kadar Aziziye idi. Sultan Abdülaziz zamanında burası büyük göç dalgasına sahne olduğu için, bölge bu isimle anılmış.

Bugün ismini Emir Dede Türbesinin bulunduğu 2100 rakımlı dağdan alan Emirdağ ilçesinin 1870'lerden önceki ismi Musulca'dır.

Musulca'nın ise, Musul şehrinin isminden kinâye olduğuna ve Emirdağ–Bolvadin civarında yaşayan halkın asırlar önce Musul taraflarından göç ederek geldiklerine dair kuvvetli rivâyetler var.

Kuvvetli bir rivâyet de, yine bu bölgede yaşayan Geylâniler hakkındadır. Ayrıca, Bolvadin taraflarından Şeyh Abdülkadir Geylânî Hazretlerinin torununa ait olduğu söylenen bir türbe bulunmaktadır.

Zaman içinde, buradaki Geylânîlere Ceylânîler denildiği ve bu meyanda Ceylân isminin yaygınlık kazandığı da ayrıca bilinmektedir. Ki, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin hem talebesi, hem de mânevî evlâdı olan Ceylân Çalışkan da bu mübarek silsilenin mümtaz bir ferdidir. (Not: Ceylân Çalışkan'ın halen lise çağında olan bir erkek torununun ismi de Ceylan'dır.)

İşte, Emirdağ'da fevkalâde sıkıntılar içinde işkenceli bir hayata mahkûm edilen Bediüzzaman Hazretlerinin yardımına, Cenâb–ı Hak, hem seyyid, hem de şerif olan Geylânî Hazretlerinin torunlarını göndermiş ve onlarla Nur'un hizmetini gördürmüş. Biz de o mübarek silsileden 72 yaşındaki Mahmud Çalışkan'la gidip görüşme imkânını bulduk.

(Devamı var) Tarihin yorumu = 29 Temmuz 1908 Meşrûtiyet affı Meşrûtiyetin ilk haftasında genel af ilân edildi. Müslim–gayrımüslim ayırd edilmeksizin, Osmanlı vatandaşı olan bütün mahkûmlar bu aftan yararlanabildi. Bu umumî af hadisesi, Meşrûtiyet idaresinin ilk resmî icraatlerinden biri oldu. Yaklaşık 30 yıldır devam eden istibdat rejimi, hapishaneleri fikir suçlularıyla doldurmuştu. Değişik fikrî veya siyasî cereyanlara bağlı tesbit edilenlerin önemli bır kısmı ise, sürgün cezasına çarptırılarak uzak–yakın muhtelif diyârlara gönderilmişti. Genel aftan onlar da istifade ederek evlerine döndüler. Bu arada, genel affın ilân edilmesinden rahatsızlık duyanlar da oldu. Bir grup Osmanlı aydını bu affı protesto etti. Ancak, fazla bir etkileri olmadı. Genel af, bu tarihten sonra adeta bir gelenek halini aldı. Hemen her köklü yönetim değişikliği zamanında bu adet tekrarlanmaya çalışıldı. Genel affın, fikir ve siyaset suçlularını kapsaması ne derece doğru ve isabetli ise, başkasının hakkına, hukukuna girerek veya bilfiil tahribat yaparak suç işleyenlerin affedilmesi o nisbette zararlı ve sakıncalı olmuştur. Kul hakkına girerek suç ve günah işleyenleri Cenâb–ı Hak bile affetmiyor; huzuruna bu suçlarla gidilmesini istemiyor.

29.07.2008

E-Posta: [email protected]




Ahmet DURSUN

Mi’râc ve gerileme



Bu akşam Mi’râc Kandili. “Mi’rac Kandili’nin İslâm âlemi için yepyeni fütuhatlara vesile olmasını Cenâbı Hak’tan niyaz ederim” şeklinde birbirimize samimî tebrik mesajları yazacağız ve son birkaç aydır—aslında birkaç asırdır—iç dünyamızı karartan siyasetin gündeminden kurtulup Mi’râc’ın ifade ettiği yükselmeyi yaşamaya, bu yükselişin anlamını idrak etmeye çabalayacağız.

Kelime anlamıyla “yükselme, yücelme” anlamına gelen Mi’râc, İslâm toplumlarının madde ve mânâ dünyalarını aşarak sürekli ilerlemesine işaret etmektedir. Özünde iki gününün eşit olmamasını salık veren bir dinin mensuplarının iki buçuk asırdır zillet ve gerileme içinde olmaları, İsra ve Mi’râc hadisesinin yaşandığı toprakların sürekli zulme maruz kalmaları, İslâm toplumlarının iç muhasebelere ve yüzleşmelere ne kadar çok ihtiyacının olduğunun bir göstergesidir.

Bediüzzaman’ın gerilemenin sebeplerine dikkat çektiği Muhakemât’ın başındaki çarpıcı ifadeler, meseleyi öz olarak ortaya koymaktadır: “Amma ba’d: Şu fakir, garip Nursî ki, ‘Bid’atüzzaman’ lâkabıyla müsemmâ olmaya lâyık iken, haberi olmadan ‘Bediüzzaman’ ile meşhur olan bîçâre, tedennî-i milletten ciğeri yanmış gibi feryad ü figan ederek, ‘Ah, ah, ah! Vâ esefâ!’ der ki: İslâmiyet’in mağz ve lübbünü terk ederek kışrına ve zahirine vakfı nazar ettik ve aldandık.”

Artık, Mi’râc’ın hakikatine, özüne yönelmemiz gerekmez mi?

Mi’râc’ın özü yükselmeyi ifade eder. Bu yükseliş bazen Endülüs kütüphanelerinde, ElHamralarda, Selimiyelerde göz kamaştırıcı bir medeniyet olarak karşımıza çıkar, bazen de Farabi, Gazali ve İbni Sina olur ve bu medeniyetin ruhu olarak dünyayı sarar. Bu özden yoksunluk ise derin bir yenilgi ve gerileme olarak içimizi acıtır, yakar.

Mirac’ın özü şefkattir, merhamettir, sevgidir, hoşgörüdür. Bazen Mevlânâ olur “Ne olursan ol yine gel” der; Yunus olur “Bir gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil” diyerek uyarır; nihayetinde Bediüzzaman olur, kendisini yirmi sekiz yıl boyunca köy köy, kasaba kasaba dolaştırıp hapishanelerde kendisine işkence edenlere hakkını helâl eder. Mi’râc’ın özünden uzaklaştığımızda, kışrı hayatımızı şekillendirmeye başlar. O an, bütün komşularınız düşmandır, etrafınızı ötekiler kuşatır; merhametsizliğin, düşmanlığın her türlüsünü yaşar ve yaşatırız.

Mi’râc özünde yücelmeyi ifade eder. Mi’râc hakikatini anlayamayanlar, Mi’râc’da yaşananlara akıl erdiremeyip onu efsaneleştirenler; Mi'rac kendisine haber verildiğinde “Bunu eğer o haber veriyorsa elbette doğrudur” diyerek şüphesiz ve sorgusuz bir şekilde Hz. Peygambere inanan, ona intisap eden Hz. Ebûbekir’in imanından ne kadar çok uzaktadırlar. Mi’râc imandır, intisaptır; dolayısıyla bu hakikati kavrayanlar “İman insanı insan eder, belki de sultan eder. Hakikî imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir”in işaret ettiği yükselişlere, inkişaflara, ilerlemelere sahip olurlar. Sultanlık, Mi'rac’ın özündedir. Sultan, tahtnişindir; hâkimdir, halifedir ve kendisine bu halifeliği bahşedene müteşekkir bir kuldur. Bu özden bîhaber olanlar acizliğinin farkında olmayan bir canavar gibi kâh bir sineğe mağlup olan Nemrut’tur, kâh İslâmın mamur beldelerine bombalar yağdıranlara çanak tutan azgın bir zalimdir.

İslâm ahlâk ve akaidini ferdî ve içtimâî hayata aktarmada büyük sıkıntılar yaşayan İslâm toplumlarının Mi'rac hakikatlerine ne çok ihtiyacı vardır. Mü’minin de imanıyla yücelmesi, yüksek mertebelere ulaşması, bunu yaygınlaştırarak toplumunu yükseltmesi onun için bir mi’râc değil midir?

Üstad’ın “İstikbalde en yüksek gür sada, İslâmın sadası olacaktır” müjdesinin bu hakikatlere bağlı olduğunu idrak etme, Meşrûtiyet’in yüzüncü yılına ulaştığımız bu günlerde yine Üstad’ın yüz sene sonra cemâlini göreceğimizi müjdelediği günlere kavuşma ümidiyle, Mi’râc Kandili’nin tüm İslâm Âlemi için hayırlara vesile olmasını Rabbimden niyaz ediyorum.

29.07.2008

E-Posta: [email protected]




Ali OKTAY

Gönülden dile



“ Güzel konuşmanın sırrı, lüzumsuz sözleri terk etmektir. ”

Hz. Ebubekir

Türk Müziğinin dahi bestekârı

Tanburi Cemil Bey

Dün, 28 Temmuz günü Tanburi Cemil Bey’in vefat yıl dönümüydü. Bu vesileyle tanbur ve kemençe sazının ve tabi ki müziğimizin bu büyük üstadını kelimelerin elverdiğince biraz olsun tanımaya çalışalım isterseniz.

1873 yılında İstanbul’da doğan Cemil Bey, henüz 3 yaşında iken babası vefat edince annesinin himayesinde, sıkıntılı bir çocukluk dönemi geçirir. Çocukluk yaşlarından itibaren müzik adamlarının dikkatini çeker. Tanbura öylesine düşkündür ki pek çok zaman tanburunu koynuna alır, yatar. Henüz 13-14 yaşlarında iken devrinin usta tanburisi Bestekâr Ali Efendi’ye yaptığı taksimden sonra “evlâdım bunca yıldır bu sazı çaldım, eh biraz da yendiğimi de sanırdım; şimdi seni dinledikten sonra ben artık elime tanbur filan alamam” dedirtecek kadar müthiş bir yetenek. Batı Müziğini tanımak için İtalyan sanatkârların Beyoğlu’nda oynadığı oyunları, operaları izler, Sulukule’ ye gider, Trakyalı zurnacıların zurnasını dinler, Bahariye ve Yenikapı Mevlevîhane’lerinde ayinlerde bulunur, mûsikinin her türünden ilham almaya çalışır. Ramazan günleri yine camilere gider, mevlid ve Hafız Sami Efendiden Kur’ân dinlerdi. Sık uğradığı bir kahvede Karadenizli bir kemençeciyi dakikalarca dinlemiş para vererek tekrar çaldırmış, çevresindekiler “Üstad siz bunun en âlâsını yapıyorsunuz. Bu sazı nasıl dakikalarca dinleyebiliyorsunuz?‘’ deyince, Cemil Bey “Çok güzel nağmeler yapıyor. Ben bunları kullanmak istiyorum” karşılığını vermişti.

Cemil Bey sağduyulu, geniş kültürlü bir insandır. Terbiyeli çekingen özel hayatında şakacı bir yaratılışı vardı. Konuşup çevirecek kadar Fransızca bilirdi. Kalabalığı sevmez, müzikten anlamayanlardan hele anlar gibi görünenlerden pek hazzetmezdi. 1914 yılında yapılan bir muayenede akciğer veremi olduğu anlaşılmıştı. Bir sanatoryuma yatırılması veya İsviçre’ye gönderilmesi tekliflerini reddetti. Hastalık kısa sürede bütün ciğerlere yayılmıştı. 1916 yılının 28 Temmuz gece yarısı eşini uyandırır. “Vakit geldi! 25 sene rindane yaşadım. Öldüğüme teessüf etmiyorum, lâkin sizin için bâdi-i ıztırap oldum. Affediniz. Kendinize ve oğlum Mes’ud a iyi bakınız” diyerek hayata gözlerini yumar. Pek az kimsenin katıldığı cenaze namazının ardından Merkezefendi Mezarlığında toprağa verilir.

Tanburi Cemil Bey için ne dediler:

“Cemil Bey sade, dahi bir sazende büyük bir üstad-ı mûsıki değil güzide bir sanatkârdı. Bazı peşrevleri beste ve güftesi kendi zade-i hassasiyeti bir çok şarkıları yüksek bir bestekâr olduğuna aşikâr bürhanlardır.”

(Tasviri Efkâr Gazetesinin 30 Temmuz 1916 tarihli nüshası)

“Biçare Cemil’in kadru kıymeti musalla taşında da lâyık olduğu derecede bilinememiş olmasına bir kere daha yüreğim sızladı. Cemil Bey hayatında gösterişten hoşlanmayan alçak gönüllülüğü kendisine ilke edinmiş cenazesi de aynı surette gösterişsiz fakat gayet samimî bir sadelik içinde kaldırılmıştır. ’’

Rauf Yekta Bey

“Cemilin sanat dehasını anlamak, anlatmak istemek mûsikimizin yüzyıllardır uzayıp giden yolu üzerindeki şahikalarından en yükseğinin en büyüğünün irfanına tırmanmak demek olacaktır. ”

Ruşen Ferit Kam

Geçmiş Zaman Olur ki…

Atıf Esenbel, Cemil Bey’ den tanbur ve kemençe dersleri almaktadır. Bir akşam uğradıkları Cemil Beye ‘’Üstadım ! Şed-i araban saz semaisine çalışıyorum, dördüncü haneyi kemençe ile çalamadım; lütfedip gösterebilir misiniz?‘’ demiş. Cemil Bey duvarda asılı kemençeyi almış, kısa bir taksim yaparak saz semaisine girmiş. Dördüncü haneye gelince tanburla yaptığı gibi yapamamış, düz notalarla bitirerek ‘’böyle olması gerekir’’ gibi bir şeyler söylemiş. Gece yarısı eve dönerken aynı sokaktan geçen Atıf Bey, Cemil Beyin odasının ışığının yandığını hâlâ şed-i araban saz semaisinin dördüncü hanesine çalıştığını açık pencereden gelen kemençe sesinden anlamış. ’’Cemil Bey gibi bir dahi bile çıktığı zirveye böyle tırmanmıştır’’ diye kendi kendine mırıldanır.

Bir Şiir - Bir Beste

Tanburi Cemil’in Ruhuna Gazel

Şiir: Yahya Kemal Beyatlı

Beste: Cinuçen Tanrıkorur

Bezm-i Cemşid’ de devran ki kadehlerle döner

Şevk şeb-ta-be seher raks-ı mükerrerle döner.

Tutuşur meş’ale –i dille merayayı huzuz

Hüsn-ü Aşk ortada bin mah, bin ahterle döner.

Cümle ervah-ı makamat açılır arşa kadar

Rast mahur ile uşşak muhayyerle döner.

Kurtulur pay-i tarab yerden o dem ki melekût

Yere gökten süzülür halka-i şehperle döner.

Her gelen rind kanar zevka bu mecliste Kemal

Canib-i rahmete son çektiği sagarle döner.

29.07.2008

E-Posta: alioktay@alioktay. net




Faruk ÇAKIR

Terörü etkisiz kılmak



Ne yazık ki yine ‘katliâm’ boyutuna varan bir terör saldırısı ile daha karşılaştık. İstanbul Güngören’deki patlamada 20’ye yakın insan vefat etti, yüz elli civarında kişi de yaralandı. İstanbul’un merkezini kana bulayan bu katliâmı gerçekleştirenleri, gerçekleşmesine zemin hazırlayanları zerreler adedince kınıyoruz.

Katliâma davetiye çıkarırcasına, önce ‘öncü bomba’ patlatarak milletin merakını cezbetmek; ardından da asıl büyük bombayı patlatmak her halde bir planın neticesidir. Patlamanın çok yakınında bir akrabamız oturuyordu, fakat yıllık izin sebebiyle şehir dışındaydılar. “Acaba zarar-ziyan var mı?” diye merak ettiler. Bu sebeple, dün patlamanın meydana geldiği bölgeye gittik, ama o saatlerde bölge polis kontrolu altındaydı, dolayısı ile hadise yerine ulaşmamız mümkün olmadı.

Dünyanın da lânetlediği bu terör saldırısı üzerine elbette onlarca yorum ve değerlendirme yapılacak. Ancak hadise sonrası medyanın nisbeten mutedil tavrı da dikkat çekti. Çünkü böyle hadiseler karanlık hadiselerdir ve aydınlatılması gerçekten de zaman alır. İlk gün, ilk saatlerde yapılan yorumlar, değerlendirmeler yanıltıcı olabilir. Bazı terör örgütleri isimlerini duyurmak için dahi olsa böyle karanlık katliâmları sahiplenebilirler. Bu bakımdan, hadisenin aydınlanması için yetkili uzmanların çok titiz çalışmalar yapması gerekir.

Şunu da kabul etmek gerekir ki, bu ve benzeri çirkin, kanlı terör hadiselerini kimlerin yaptığını tesbit etmek, hatta ‘maşa’ları yakalamak bile tek başına terörü sona erdirmek için çare olamaz. ‘Maşa’ları yakalamak ve hadiseleri aydınlatmak elbette çok önemlidir, ama daha da önemlisi millete güven verebilmektir. Terörün onlarca hedefinden biri de milleti yılgınlığa, ümitsizliğe ve çaresizliğe sürüklemektir. Bu tuzağa düşmemenin bir yolu da teröre karşı kararlı mücadele vermek ve bataklığı kurutacak tedbirleri almaktır.

Meselâ bu hadisede, görgü şahitlerinin anlatımına bakılırsa ilk bomba patladıktan sonra insanlar yaralılara yardım ve biraz da merak sâikasıyla bölgeye akın etmiş. O sırada asıl bomba patlamış ve ortaya alışık olunmayan bir katliâm manzarası çıkmış.

Dün, hadisenin yaşandığı bölgeye gittiğimizde yine kalabalık bir ‘meraklı ordusu’nun olay yerine yakın sokaklarda bekleştiğini gördük. Orada bekleyenler de, ölü ve yaralı sayısının artmasında ‘merak’lıların payı olduğunun farkındaydılar, ama yine de bekliyorlardı... Allah (cc) muhafaza etsin, ya aynı şekilde başka bombalar da patlatılırsa?

Irak, Afganistan ve benzeri yerlerde yaşanan kanlı katliâmların bir benzerine şahit olduk. Sorumluların titiz bir çalışma sonrası ortaya çıkarılması ve adalete teslim edilmelerini temennî ediyoruz. Daha da önemlisi, böyle katliâmların bir daha tekrarlanmaması için duâ ediyoruz.

Türkiye, kimden gelirse gelsin, her türlü terör hadisesini toptan ve kökten reddetmelidir. Ancak bu şekilde kanlı bombaları etkisiz hâle getirebiliriz...

29.07.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Terör ve Ergenekon



Türkiye, bundan sonraki gidişatın seyrini tayin edecek öneme sahip iki kritik dâvâya odaklandığı bir noktada, yine terörün hedefi. Terör önce ABD Konsolosluğu önünde görevli polisleri, şimdi de masum sivilleri vurdu.

9 Temmuz’daki konsolosluk saldırısı, Ergenekon operasyonunun 1 Temmuz’da gerçekleşen altıncı dalgasını takiben vuku bulmuştu. El Kaide’nin işi olabileceği söylendi, sonra unutuldu.

27 Temmuz gecesi meydana gelen bombalı Güngören katliamı ise, Ergenekon iddianamesinin açıklanmasından sonra ve Anayasa Mahkemesinde görülen AKP dâvâsının karar duruşmalarının başlamasına saatler kala gerçekleşti.

Aralarında bir bağlantı var mı, olabilir mi; failler ve daha önemlisi arkalarındaki mekanizma ortaya çıkarılmadıkça birşey söylemek çok zor.

Ergenekon iddianamesinde, evvelce bu çeşit olayların bir kısmının kimlerce ve hangi amaçlarla tezgâhlandığına ışık tutabilecek iddia ve ipuçları var. Tabiî doğrulanıp ispat edilirlerse...

İddianameden çıkarılabilecek sonuçlardan biri, terör, suikast, cinayet ve kitle eylemleri gibi hazırlıkların Türkiye’de darbe ortamı oluşturmak amacıyla planlanıp uygulandığı yönünde teşekkül etmiş olan kanaati kuvvetlendirmesi.

Danıştay saldırısından Cumhuriyet’e atılan bombalara; Hizbullah, İBDA-C, hattâ PKK bağlantılarına; geçmişte işlenip de şimdiye kadar faili meçhul kalmış sansasyonel cinayetlere kadar birçok dosyanın Ergenekon iddianamesinde bu bağlamda yer bulmuş olması dikkate değer.

Bunların ve 2500 sayfalık dokümanı dolduran diğer hususların ne kadarının sübut bulup kesinlik kazanacağı dâvâ sonuçlanınca belli olacak.

İddianamenin, bir cihetiyle, son yıllarda mantar gibi biten ulusalcı oluşumların, kuvayı milliye örgütlenmelerinin; bunların askeriyle, polisiyle, yargısıyla devlet içindeki irtibatlarının; medya ve mafya ilişkilerinin arkaplanına vurulmuş bir neşter olduğunu söylemek herhalde hata olmaz.

Ama önde gelen referanslarından birinin Tuncay Güney gibi son derece şüpheli bir kaynak olması; iddiaların dayandırıldığı bazı belge ve bulguların sağlamlığının tartışmaya açık olması ve asıl önemlisi, bu operasyonun asıl amacının, “hakikî ve öz Kemalizm adına,” Kemalizmi safralarından temizleyip yola “arınmış” olarak devam etmek olduğu izleniminin doğması, zihinleri meşgul eden önemli hususlar.

Bunları ifade ettikten sonra Güngören katliamının Ergenekon operasyonuyla bir bağlantısı olup olamayacağı hususuna dönecek olursak...

Bu noktada akla gelen ilk sorulardan biri şu:

Eğer bu olay yine Ergenekon kaynaklı bir saldırı ise, demek ki, bu yapılanma operasyon kapsamındaki bunca tutuklamaya rağmen hâlâ ayakta ve faal. Değilse, o zaman kör terörün Ergenekon’u da aşan bir dayanağı ve merkezi var.

Öte yandan, bombalı saldırı için “PKK’nın işi” deniliyor ve olayın gerek Kuzey Irak’taki, gerekse içerideki son TSK operasyonlarına misilleme olarak gerçekleştirilmiş olabileceği söyleniyor.

Peki, iddianamenin Ergenekon-PKK bağlantısını irdeleyen bölümleri nazara alındığında, bu izah tarzının yorumu ne olabilir? Kimin eli kimin cebinde? Ve at izi it izine karışmış durumda...

Güngören katliamı için yapılan kimi yorumlarda olay, son operasyonlarla iyice köşeye sıkışan ve ümitsizliğe kapılan PKK’nın can havliyle gerçekleştirdiği bir saldırı olarak niteleniyor.

Ne var ki, evvelce de çok fazla tekrarlanan bu “son çırpınışlar” söyleminin artık inandırıcılığı kalmadı. Başka bir izah lâzım. Asıl önemlisi de, izleri çok iyi takip edip, arkaplanı ortaya çıkarmak ve hem terörün belini iyice kırmak, hem de terör üreten bataklığı kurutmak gerekiyor.

Ve son tahlilde cevap bekleyen suallerden biri:

Eğer terörün amacı ülkeyi darbe ortamına sürüklemekse, ama söylendiği gibi klasik darbe dönemi kapandığı için artık bu çeşit tezgâhlara ihtiyaç kalmadıysa, son saldırıların amacı ne?

Yoksa darbe peşinde koşanlar hâlâ var mı?

29.07.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Yedek ideoloji ve lojistik kıta



28 Şubat sürecinden sonra Türkiye’de garip şeyler oldu. Elbette bu garip gelişmelerin İslâmî kesimlere dönük akisleri ve yansımaları da oldu. Geleneksel İslâmî anlayışlarda kaymalar yaşandı. Bu süreçte İslâmî kesimlerden bazıları ulusalcılara ve kızılelma koalisyonuna katılırken veya daha doğru bir tabirle eklemlenirken diğer kesim de liberal söyleme eklemlendi. Sözgelimi, Millî Çözüm’cülerle Aydınlıkçılar arasında gerçekleşen yakınlaşma gibi. Taban tabana zıt olmalarına rağmen nedense kendilerine gore ortak paydalar bulabildiler. Yine bu dönemde çıkan dergilerden birisi de Yarın dergisi idi. Çok ilginç bir biçimde bu dergi de jeopolitik bakımdan Aydınlıkçı anlayışın gölgesi haline geldi. Hepsi aynı konjonktürel kazanda kaynamaya başlamışlardı. Neticede, İslâmî kesimler ya ulusalcıların ya da liberallerin gölgesi veya uydusu olmuşlardı. Bunun sonucunda, Yarın dergisi gibi bazı dergiler çevrelerine topladıkları kimi dar çerçeveli takım ve ekiplerle stratejik eskizler yapmaya başlamışlardı.

Bu çerçevede yuvarlana yuvarlana Rus Avrasyacılarla buluştular. O yöne dümen kıvırdılar. Rus Avrasyacılara Rus ulusalcıları da denebilir. Bunların ABD’deki zıt kardeşleri ise Neoconlardı. Aslında, Soğuk Savaş sonrasındaki bu küresel kızılelma bulamacını anlamak için biraz Hakan Aksay’ın Rusya ve Ergenekon- I, başlıklı yazısına gözatmakta yarar var: “Doğu Perinçek Maoculuk yıllarından beri Moskova’nın ezeli düşmanlarından biri olmuştur. Ama iktidar mücadelesindeki kavisleri, onu Ergenekon ittifakının ön sıralarına sürerken, Aleksandr Dugin’in (ki onun da aslında Türk düşmanı bir Rus milliyetçisi olması ilginçtir) ‘en yakın yoldaşı’ haline gelmiştir. İttifak içinde aslında Moskova karşıtı olup da “Batı’ya karşı mecburen” ve “Çin’le İran’ın yanı sıra” Rusya ile birliktelik rüyası görenler az değildir....”

***

Hakan Aksay’nı aynı yazısında ifade ettiği gibi bunlar Kemalizm ile Leninizmi mezceden, yoğurarak sarmal bir ideoloji elde etmeye yeltenmişlerdir. Karma bir ideoloji meydana getirmeye çalışmaktadırlar. Bazı gösterilerde her iki liderin portrelerine yer verilmesi de bunu kanıtlamaktadır. Bununla birlikte, bu kesimler Mustafa Subhi gibi Sovyet taraftarı kimi marksistlerin o dönemde fiziken tasfiye edilmiş olmalarını önemsememekte veya en azından ayrıntı olarak görmektedirler. Yani bizdeki İslâmcı ulusalcılarla dinsiz ulusalcıların yaptığı gibi, tezadların üzerine örtmeye çalışmaktadırlar. Aynı şeyler Amerikalı Neoconlar için de geçerlidir. Troçkist bir çizgiden gelen Amerikalı Neconlarla da doğrudan olmasa bile arka karidorlarda bulaşabiliyorlar. Bu küresel kızılelma veya ulusalcı koalisyonu, aslında, ‘düşmanımın düşmanı dostumdur’ pragmatizminden beslenen kirli bir koalisyondur. 28 Şubat sürecinde kimi İslâmcılar da bu kirli koalisyona dahil edilmişlerdir. Tuncer Kılıç Paşa ve benzerlerinin seslendirdiği bu yeni ideoloji veya Avrasyacılık (ötekisi yani dominant ideoloji ise Batılılaşmadır) yedek bir ideolojidir. Bu ideolojinin kuyruğuna takılmış kimi İslâmcılar ise yedek lastik, yedek parça, stepne ve lojistik kıt'a durumundalar. Ahmet Özcan (namı diğer Seyfettin Mut) ve Yarın dergisinin çevresinde kümelenen bu düşünce akımı doğrudan dinî düşünce ile ilgilenmemiş dikkatini jeopolitik ve stratejik alana yoğunlaştırmıştır. Doğrudan dinî alana yeni anlamlar yüklemek ise eski kader arkadaşları İhsan Eliaçık’a düşecekti. O da yazılarıyla zaman zaman Aktanlar gibi ulusalcıların dinî rehberi olacaktı. Tezlerine ışık tutacaktı. Bazıları kendilerine göre jeopolitik guru veya ayetullah haline gelmiş ve kendinden menkul stratejik lâkaplara haiz olmuştur. Kurguyla teorisyen olmuşlardır.

***

Bunlar önce AKP’nin jeopolitik ideoloğu olmak istediler ama bu olmayınca ve taraflar anlaşamayınca ulusalcı kanadın altına sığındılar ve Avrasyacılık tezini seslendirmeye çalıştılar. AKP ile yolları ayrılınca da askerî çevrelere yanaşmaya ve şirin görünmeye çalıştılar. Başardılar mı acaba? Sosyal ve siyasî konularda matematiksel sonuçlar elde etmeye yeltendiler! Onlarınkisi baştan sona pazarlığa açık bir ideolojik konumlanmaydı ama her zaman pazarda her malın satıcısı olsa da alıcısı bulunmayabiliyordu. Sonra da kepenk indirdiler. Artık İslâmcılar arasında da topyekûn mıntıka temizliğinin vakti geldi. Ergenekon ve AKP dâvâsı derken; kendinden menkul ideologlar dönemi kapanıyor.

Not: Dünkü ‘Yedinci Dalga; Yeşil dalga’ başlıklı yazıda; “Mladiç’in Karadziç’i ihbarı gibi. Ben ihtimal veriyorum sadece Konya’da yaşanan bir arbededen sonra fikri yapılarından ziyade güvenlikle alâkalı bir konudan dolayı emniyete haklarında bir şikâyet intikal etmiş. O kadar...” ibaresindeki ‘ihtimal veriyorum’ ibaresi, ‘ihtimal vermiyorum’ şeklinde olacaktı, düzeltir, özür dileriz.

29.07.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır