|
|
Selim GÜNDÜZALP |
Yanan ruhlar mı, yoksa ormanlar mı? |
|
Ruhumuz yanıyor, ormanlardan beter. Bir gören, bir duyan yok feryadımızı. Rahmetinle serinlet kalbimizi. Allah’ım, Bediüzzaman’ın ve Risâlelerinin sözleriyle, Abdülkadir Geylanî’nin Günyetü’t-Talibin’iyle, İmam-ı Rabbani’nin Mektûbat’ıyla, İmam-ı Gazali’nin Kimya-yı Saadet’iyle, Mevlânâ’nın Mesnevî’siyle, ne varsa hakkı anlatmak için yazılmış bütün bu güzel eserlerin her birinin kelimeleriyle ve mânâlarıyla beraber affet. Şanına yakışan bir güzellikte Seni anlatan bu güzel insanların duâlarıyla affet. Şah-ı Nakşibend’in duâsıyla, şah duâlarıyla affet.
“Yâ muhavvile’l-havli ve’l-ahval,
Havvil hâlena ilâ ahseni’l-hâl.”
Ey şah damarımdan bana daha yakın olan şahların şahı, padişahların padişahı, dünya ve ahiretin tek Sultanı, Sultanların Sultanı affet beni, bizi, hepimizi. Üç aylar hürmetine, bu ayların içerisindeki mübarek Mi'rac’ın, Berat’ın ve Kadir gecelerinin hürmetine. Affımızın beratını elimize ver Ya Rab… Mi'racımızı nasip et, ömrümüzde bir defa da olsa secdelerde affedilmiş, ruhu Sana yücelmiş ve yeniden doğmuş olanların sırrını bize nasip et…
Kırık dökük dilimle ve kalemimle söylediğim bu duâlar için de af diliyorum Senden. Şanına lâyık bir övgüyü kim yapmışsa, o duâyı benden de kabul et ya Rab. Öyle bir duâ olsun ki bu, kâinatın her yerinde bugüne dek yapılmamış, söylenmemiş, gizli kalmış ne dilekler, ne salâvatlar varsa, bilemediğimiz zamanların öncesi ve sonrası için de, bunu sonsuz bir duâ olarak bizden kabul buyur Allah’ım. Huzuruna çağırdığın için, adını anmayı dilime lâyık gördüğün için de Sana hamd ediyorum. Söyletmeseydin söyleyemezdim. Ettirmeseydin edemezdim. Çağırmasaydın gelemezdim.
Ey kalbimin sahibi olan Rabbim! Her şeyim benim… Sen ne güzelsin. Seni lâyıkıyla sevemediğim anlarım ve dakikalarım için affeder misin beni? Bağışlar mısın? Utanıyorum ama huzuruna çağıran, beni Sana yakın eden Kur’ân’ın var. En sıkıntılı anımda, beni unutmayan şefkatli bir Peygamberim var. Mahşer günü onun, büyük günahlar işleyenler için edeceği şefaati var ya, bu ne büyük bir ümit ve tesellidir bizler için. Onu hatırladıkça, mahşer meydanının o dehşetli anından, o günün korkularından biraz olsun hafifliyorum.
Herkes Cennet’e taşınsa da bir tek ben kalsam o mahşer meydanında öyle garip ve öyle yetim. O sonsuz rahmetinin bu dünyadaki temsilcisi olan Peygamberim, bırakmaz beni oralarda. Döner de alır sanırım. Yine Senin izninle. Alır da katar ümmetinin bîçarelerinin arasına. O öyle büyük bir kalbin sahibi. Onu (asm) öyle tanıttın, öyle tanıdım, öyle bildim.
Bir ağaç şefkat sırrıyla, anne gibi dalından düşen bir yaprağının üzerine nasıl titrerse, solmuş, çürümüş de olsa o yaprak, onu nasıl bir kenara itmez ve kendinden ayırmazsa, benim Peygamberim de günahlarıyla solmuş, çürümüş, tükenmiş olan beni, ümmetinden ayırmaz ümidindeyim, şefkatli kollarını bana da açacaktır inşallah.
“Bu da bizdendir, ümmetimdendir, ayıramam. Onu almadan bu meydandan gitmem” diyeceğini ümit ediyorum ve buna, bütün kalbimle inanıyorum.
Ey benim sevgili Peygamberim, ben seni nasıl sevmem. Sen ki, herkesten fazla sevgiye, övgüye, anılmaya lâyıksın. İnsanlar bilmedikleri, görmedikleri ve hakkıyla tanımadıkları halde seni sevmekten kendilerini alamıyorlar. Elde değil, selim kalplere sevdirilmişsin bir kere. Hiçbir sebep olmasa bile, sadece bu eşsiz şefkatin yüzünden, her kalp sana hayrandır Efendim. Mıknatıs demiri nasıl çekerse kendine doğru, sen de kalplerimizi kendine çekiyorsun. Şefkatine, şefaatine yakın olalım diye.
Kimsenin bizi bilmediği ve tanımadığı bu dünyada, üzerimize titreyen bir Peygamberim var Allah’ım. Çok şükür ki var. Bu şeref ebediyyen bana yeter, yeter de artar bile. Allah’ım bütün insanlar adına Sevgili Peygamberime de (asm) sevdiğimi söylemek istiyorum. Onun tarafından sevildiğimi bilmek istiyorum. Kabul et bu duâmı ne olur? Sevdiğimi söyleyememek bir azap olmaktan çıksın artık. Hiç olmazsa bugün. Bir adım atsak, binbir kapılar açılacak. Sevgisizliğin ateşiyle yürekleri sızlayanlara, yananlara, hafif ve lâtif bir rüzgâr esecek. Nedendir, nasıldır söyleyememek anlayamıyorum? Sevgiler, ertelenmeye gelmiyor.
Vaktinde yapamadığım şeyler için, sonradan nice yürek acıları yaşadım. Bitmez, tükenmez pişmanlıklar tattım. Yakınları vapura binen, kendisi ise yetişemeyip bekleme salonunda kalan bir yolcunun çaresiz çırpınışı gelir hep gözlerimin önüne. Biz de bu dünyada, kim bilir kaç saniyeyle neler kaçırıyoruz? Kaç nefes arası, kim bilir neler kaybediyoruz bir bilebilsek? Sabun köpüğü gibi ne fırsatlar eriyor elimizde bir anlayabilsek? O zaman hayatı, belki bu kadar umursamaz bir şekilde yaşamazdık herhalde.
Sevgileri ertelemeye gelmiyor. Onu hatırlamak için, ille de sevgililer gününü beklemeye gerek yok. Allah, sevgiyi sürekli yarattığına göre, kalplerde de bu sevgiyi sürekli tazelemek gerek… Verdikçe azalmayacak şeylerden biridir sevgimiz. Kuyunun suyu gibi, çektikçe yerine daha fazlası gelir, gönderilir. Yeter ki biz, ihtiyaç içinde kıvrananları bulalım. Onlara ulaşalım.
Allah’ım yanlış adreslere yönlendirme sevgimi. Senin adına, Peygamberimin adına olunca, sevmek de güzel, sevilmek de… Ezana bile bakışım değişti bu an. Rabbim bizi sevgisine, sevgilisinin yanına, dünya gurbetinden, yalnızlıktan kurtulmaya çağırıyor. Ruhumuzu, nefsimizin kölesi olmaktan kurtarıp, özgürlüğe çağırıyor.
Kim diyor ki, kölelik kalktı diye? Nefis denen bezirgân; bedenimizi, ruhumuzu, bütün duygularımızı şeytana satıyor. Peşkeş çekiyor. Köleler gibi satılıyoruz da, haberimiz yok. Hem de çok ucuza gidiyoruz. Bir yanda Rabbim; kendisine ait olan her şeyi, en başta nefsimizi, yine Kendisine satmamızı istiyor. Biliyor, elimizde kalsa onu boş yere tüketeceğimizi. Ver, hayatını verenin uğruna, ver de kurtul ey ruhum. Kurtul, bu zahmetlerden. İki şıktan biri. Ya nefsimizin ya da Allah’ın kulu olacağız. Bir kölenin, iki efendisi olmaz…
Sultanım benim, efendim. Geldim, döndüm efendim. Hatamı bildim efendim. Affet, ruhumu nefsimin esaretinden kurtar Rabbim.
Söyleyemeyenlere de, sevdiklerini söylemeyi nasip et. Belki en uygun an, şu andır. Belki bu yazıyı okudukları zamandır. Rabbim, razı olduğun an içinde bir an, zaman içinde bir zaman yarat. Ruhlarda, bir bayram sevinci yarat. Yıllardır kavuşamayanlar, buluşamayanlar için. Koşsunlar, kucaklasınlar birbirlerini… Sevgileri gözyaşı olup aksın ve o deryanın içinde yüzsünler. Ebedî bir hazzın ortasında, saf ve temiz sevgilerinin saltanatını sürsünler. Yaşamak neymiş, hayat neymiş, sevginin gerçeği neymiş, gönül zenginliği neymiş o zaman bir görsünler. Bir kerecik olsun bunu duysunlar içlerinde. Kördüğümler işte o zaman çözülecektir.
ŞİMDİ SÖYLE, SONRASI YOK…
Bugün, ben de arayıp sevgimi söylemekten çekinmedim. İlkokul öğretmenimle konuştum, sohbet ettim telefonda uzun uzun. Bir paket göndermiştim, ulaşmış. Kitaplarımızı ve dergimizi büyük bir zevkle okuduğunu söyledi. Hatta, o kadar hoşuna gitmiş ki; “Ruhuma uygun kitaplar neşretmişsiniz, hem derginizde de ne güzel yazılar yayınlıyorsunuz. Tebrik ederim sizi. Keşke seni bir yıl değil de, beş yıl okutsaydım o okulda,” demez mi? Şaşırdım doğrusu. Nezaketine teşekkür ettim. Bu güzel dileğine karşılık; “Hocam, Allah yolunda bir an, binler seneler gibidir. O’nun rızası yolunda bir an ebedîdir. Söylediklerinizi bir duâ olarak kabul ediyorum. Rabbim kabul buyursun” dedim. Bu yıllar sonra gerçekleşen sürpriz görüşmeden o da çok memnun olup, sevindi, ben de.
Allah için olduktan sonra, geçmiş gelecek aradan kalkıyor. Bir an ebediyet oluyor. Bu sırrı yakaladığımız an; sonsuz bir an oluyor yaşadığımız her bir an.
Dünyalar kadar sevdiğim dâvâ ve gönül dostlarımdan birine; “Bugün ömrünün son günü olsa ne yapardın?” diye sormuştum. Hiç tereddüt etmeden şu cevabı vermişti: “Bütün dostlarımı tek tek arardım ve onlara sevdiğimi söylerdim.”
Bu basit bir görev mi sizce? Hayır, hayır, asla değil. Bu inanmış bir hayatın sesidir. Biz de bu sözden payımıza düşeni alalım.
Ben de bugün bunu denedim. Küçük büyük demeden aradım gerçek dostlarımı. Söyledim sevdiğimi. Ulaşamadıklarıma duâlarımı yolladım, sevgilerimle beraber. Ulaşmıştır mutlaka. Çünkü duâya durduğum anda, kalbim yumuşamış, içimde bir ferahlık duymuştum. Oradan anlamıştım. Deneyin bir kere, inanın hiç zarar görmeyeceksiniz. Hem kaybedeceğiniz ne var ki? Bakın ben sevdiğimi söyledim ne kaybettim, siz sevdiğinizi söylememekle ne kazanacaksınız ki? Elinize ne geçecek ki? Haydi uzatmayın artık, siz kendinizi değiştirmedikçe, hayatınız da asla değişmeyecek. Fırsat önünüzde, direnmeyin lütfen.
Özel bir duâ ve dilek: Bu yazı, bir tek okuyucumun hayatında bir an dahi olsa güzel bir davranışa ya da güzel bir niyet ile güzel bir başlangıca vesile olursa eğer, bundan sonsuz bir mutluluk duyacağım. Duânızda unutmayın.
NOT: Bu gece itibariyle gireceğimiz mübarek Şaban-ı Şerifinizi tebrik eder, hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Hak'tan niyaz ederim.
02.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Avusturyalı sosyalistler, ülkelerinde cami yapımına destek çıkıyorlar |
|
Avusturya’da camiler hukuken dernek statüsünde. Mevcut camilerde bir imam, bir de başkan bulunur. İmam sadece namaz kıldırır. Asıl yetki ve sorumluluk başkanda. Dernekler de Türkiye’deki siyasî görüş, mezhep, tarikat veya cemaat temelli bir saikle kurulmuş. ATİB (Avusturya Türkiye İslâm Birliği) ise, Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı. Dernek statüsü, tabiî olarak camileri teşkilâtçılık mekânı haline getirmiş. Ne var ki, bu durumdan yakınanlar da var.
Avusturya’da tartışma konularından birisi de, minareli cami yapımı. BZÖ’nün iktidarda bulunduğu Kärnten Eyaleti’nde eyalet Başbakanı Jörg Haider, yeni cami inşaatına izin verilmeyeceğini söylüyor. Viyana’da ise, Brigittenau Dammstrasse’de bulunan ATİB Camii üzerindeki tartışma sürüyor. Brigittenau’da oturan bir grup Avusturyalı, 13 Eylül 2007’de, protesto gösterisi yaparak, belediyenin yeni inşaata izin vermemesini istemişti. FPÖ, evlere postalanan ilânlarla protestocuları desteklediğini açıklamış ve açıktan taraf olmuştu. Partinin genel başkanı Heinz Christıan Strache de protesto yürüyüşünde yer almıştı. Eski bir fabrika binasından, dernek lokali ve camiye dönüştürülen Brigittenau Dammstrasse’de bulunan ATİB merkezi, 1996 yılından beri hizmette. Yakın zamana kadar burası ATİB’in merkez binasıydı. Favoritten semtindeki yeni bina açılınca merkez orası oldu.
Yetkililerin verdiği bilgiye göre, aslında yeni bir cami yapılması sözkonusu değil. ATİB burada dört katlı yeni bir merkez yapmak istiyor. Cami olarak kullanılan bölüm olduğu gibi kalacak. Kahve ve toplantı salonu olarak kullanılan ön kısımdaki uzunca bölüm 5 metre yükseltilecek. En öndeki boş arsaya ise 4 ya da 5 katlı bir bina yapılacak. Giriş katı market ve kahve, ikinci kat çocuk yuvası, üçüncü kat konferans salonu, dördüncü kat gençlik bürosu ve son kat misafirhane... Yeni inşaata karşı çıkanların gerekçeleri ise, aşırı gürültü ve bu büyüklükteki binanın park problemi.
Partilerin cami politikaları
Avusturya’da, biri Viyana’da olmak üzere, birkaç tane minareli cami bulunuyor. Minareli cami yapım işleri mahkemelik.
Avusturya’nın iki sağcı partisi Özgürlükçüler Partisi FPÖ ve Avusturya’nın Gelecek Birliği BZÖ, yeni camilerin kurulmasına ve minareli cami inşaatına kesin olarak karşı. İktidarın küçük ortağı (Hıristiyan demokrat, muhafazakâr) Halk Partisi ÖVP ise bu konuda iki eğilime sahip: Aşağı Avusturya Eyalet Başbakanı ÖVP’li Erwin Pröll başta olmak üzere, ÖVP Viyana/Brigittenau semt örgütü karşı olan cephede. ÖVP’nin önemli isimlerinden Parlamento Başkanı Andreas Khol ile cumhurbaşkanı adaylarından Benita Ferrero Waldner ise camileri savunan cephede. İktidardaki Sosyal Demokrat Parti SPÖ ve parlamentonun üçüncü büyük ve ana muhalefet partisi Yeşiller Partisi, varolan camilerin restore edilmesi, daha modern hâle getirilmesi ve yeni camilerin yapılmasını, ibadet özgürlüğünün bir gereği olarak değerlendiriyor. Parlamento dışındaki sol parti ve gruplar da bu çizgide. Sosyal Demokrat Parti’nin (SPÖ) gençlik kolları ile parlamento dışında kalan Sosyalist Sol Parti, camilere itiraz edenlere karşı bir gösteri düzenledi. Yani camilere Avusturyalı solcular, sosyalistler “Herkese, amansız ve ancaksız eşit hak”, “FPÖ ve ÖVP, İslam’a karşı halkı tahrik ediyor” ve “Naziler dışarı” yazılı pankartlar, sloganlarla destek çıkıyor.
02.08.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kalbin teslimiyeti |
|
İsim vermeyen okuyucumuz: “Mesnevî-i Nuriye’de mârifetullahın şahitlerinin ve burhanlarının beyan edildiği Zühre’nin Onuncu Nota’sını izah eder misiniz?”
Cenâb-ı Hakk’ın mevcudiyeti, mahiyeti ve varlığı hiç şüphesiz kâinat veya kâinatta var olan hiçbir şeyin cinsinden ve mahiyetinden değildir. O’nun Mukaddes Zatı tektir, benzersizdir, yegânedir. İsimleri ve sıfatları daima kemal haldedir; her türlü noksanlıklardan, eksikliklerden ve kusurlardan berîdir, münezzehtir, muallâdır, yücedir. Varlığının mahiyeti Kendine mahsustur, hiçbir mahiyete benzemez, hiçbir şey O’na denk değildir.
Biz, eserleriyle ve kavrayabildiğimiz isim ve sıfatlarıyla Cenâb-ı Hakk’ı tanımaya çalışırız. Ama O bizim için yine meçhuldür. O meçhul bir mevcuttur.1 O’nu gerçekten kavradığımızı iddia edemeyiz. Bu bizim beşerî gücümüzün kaldıracağı bir yük değildir. Nitekim Kur’ân, “Gözler O’nu idrak edemez. O gözleri görür. O Latîf’tir, Habîr’dir.”2 buyurmaktadır.
Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, Onuncu Nota’da Cenâb-ı Hakk’ın mârifet nûruna yetişmenin, bakmanın ve âyet ve şâhitlerin aynalarında cilvelerini izlemenin altın prensiplerini verir. Buna göre insan gaflet veren sebeplerden mümkün mertebe sıyrılmalı, uzak durmalı, kalbini Allah’ın feyzine açmalı ve bu vaziyetini muhafaza etmelidir. Başka bir ifâdeyle, mümkün mertebe hem öğrenmeye, hem de öğrendiğini yaşamaya gayret etmelidir. Yoksa insan, üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen her bir marifet nurunu, tereddüt ve tenkitle karşılaması halinde kaçırabileceği gibi; ışıklanan ve yaklaşan her bir nuru yakalamak için elini uzatması halinde yine bu nurları kaçıracaktır. Çünkü marifet nurlarını sahiplenmek mümkün değildir. Onlar Cenâb-ı Hakk’a aittirler.
Üstad Saîd Nursî Hazretlerine göre, mârifetullahın şahitleri ve burhanları üç çeşittir:
1- Bir kısmı su gibidir. Görünebilir ve hissedilebilir. Bu kısmı idrak etmek için hayallerden ve evhamlardan sıyrılarak, bütünüyle ve bütün hulûs-u kalple O’na yönelmek gerektir. Bu kısım parmaklarla yakalanmaz, tutulmaz, tenkit edilmez. Tenkit parmakları uzatılsa, su gibi akar ve kaybolur. Çünkü o hayat kaynağı marifet nurları, parmakları mekân olarak benimsemez. Onların mekânı evhamlardan safi, şüphelerden ve tereddütlerden uzak ve günah kirlerinden arınmış kalptir.
2- Marifet nurlarından ikinci kısmı hava gibidir. Hissedilebilir; fakat görünmez ve tutulmaz. Bu rahmet nesimine karşı insan yüzüyle, ağzıyla ve ruhuyla teveccüh etmeli, kendini ona mukabil tutmalıdır. Ruhuyla teneffüs etmeli, tenkit elini uzatmamalıdır. Tereddüt eliyle bakması veya tenkit ile el atması halinde, bu kısım rahmet nesimi buna razı olmaz, yürür, gider. Eli mesken olarak kabul etmez.
3- Üçüncü kısım ise nur gibidir. Görünür, fakat hissedilmez ve tutulmaz. Bu kısım rahmet nesîmine karşı insan kalbinin gözüyle ve rûhunun nazarıyla kendini ona mukâbil tutmalı, gözünü ona tevcih etmeli ve onun kendi kendine gelmesini beklemelidir. Çünkü Nur el ile tutulmaz, parmaklarla avlanmaz. Nur ancak basîret nuru ile avlanabilir. Eğer hırs dolu ve maddeden ibâret olan eli uzatsan ve maddî mîzanlarla tartmaya kalksan, sönmese de gizlenir. Çünkü Nur maddede hapse râzı olmadığı gibi, kayda da girmez. Kesif olan maddeyi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez.3
Hiç şüphesiz bu hususlar, mücerret ve soyut meselelerdir. Şu kadar söylenebilir ki, meselâ, Peygamber Efendimiz’in (asm) “İmanınızı ‘Lâ ilâhe illallah’ ile tazeleyiniz.” Emri mûcibince çok sık tekrarlamamız gereken kelime-i tevhidde veya çok tekrarlarla okunan Kur’ân âyetlerinde veya zikirlerde, ya da günün beş vaktinde aynı zikir ve tekbirlerle tekrar tekrar kılınan namazlarda, namazları müteâkip otuz üçer adet çekilen tesbih, tekbir ve tehlillerde, yüksek feyzi bulunan metinlerde, Cevşenü’l-Kebîr’de ve Risâle-i Nûr metinlerinde böyle mânevî mârifet nurlarını akıl, kalp, rûh, sır, nefis ve sâir lâtîfe ve hislerle; kimi zaman bunların biriyle veya bir kısmıyla, kimi zaman da hepsiyle duymak ve hissetmek mümkündür. Burada ehemmiyetle altı çizilen husus: Allah’a yönelirken ve Allah’ı bilmeye çalışırken kalp tam teslim olmalı; şüphe, tereddüt ve tenkit gibi bir takım fevrî ve yersiz endişeler taşımamalıdır.
Dipnotlar:
1- Mesnevî-i Nûriye, s. 111
2- En’am Sûresi, 6/103
3- Mesnevî-i Nûriye, s. 141, 142
02.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Emirdağ Hatıraları (6) |
|
Plânlar bozuluyor
Bediüzzaman Hazretleri, Emirdağ'da maruz kaldığı sıkıntıları ve gizli düşmanlarının bozulan plânları hakkında ayrıca şunları ifade ediyor:
"Aziz, sıddık kardeşlerim,
"Gizli düşmanlarımız hükümetin ehemmiyetli ve bir kaç vazifedarlarını elde edip beni tazyikatla Menemen ve Şeyh Said hadisesi gibi bir hadise çıkarmak için bütün kuvvetiyle, en hassas damarlarıma dokunduracak tarzda, her desiseyi istimal ettiler. Gördüler ki, Eski Said yok; yenisi ise herşeye tahammül ediyor. O planı sair suikastlere, ezcümle zehir vermeye tebdil ettiler. Hıfz–ı İlâhî onu da akim bıraktı. Şimdi o münafıklar resmen hükümetin nüfuzunu benden halkları ürkütmek ve vazgeçirmek için burada dehşetli bir propaganda ile istimal ediyorlar. Fakat siz hiç telâş etmeyiniz. İnayet–i Rabbaniye devam eder. Gittikçe fütuhat–ı Nuriye tevessü ediyor." (Emirdağ Lâhikası, s. 128)
* * *
"Aleyhime hükümetin bir kısım memurlarını evhamlandırmakta istimal ettikleri bir–iki desiselerini beyan ediyorum.
"Derler: 'Said in nüfuzu var. Eserleri hem tesirli, hem kesretlidir. Ona temas eden, ona dost olur. Öyleyse, onu her şeyden tecrid etmek ve ihanet etmekle ve ehemmiyet vermemekle ve herkesi ondan kaçırmakla ve dostlarını ürkütmekle nüfuzunu kırmak lâzımdır' diye hükümeti şaşırtır, beni de dehşetli sıkıntılara sokarlar.
"Ben de derim: Ey bu millet ve vatanı seven kardeşler! Evet, o münafıkların dedikleri gibi, nüfuz var. Fakat benim değil, belki Risâle–i Nur’undur. Ve o kırılmaz; ona iliştikçe kuvvetleşir. Ve millet ve vatan aleyhinde hiçbir vakit istimal edilmemiş ve edilmez ve edilemez.
"Evet, beni her şeyden tecrid etmek, işkenceli bir azap ve katmerli bir zulümdür ve bu millete gadirli bir hıyanettir.
"En ziyade muhtaç olduğum ve hayatımda en esaslı düstur olan, hürriyetimdir. Asılsız evham yüzünden, emsalsiz bir tarzda hürriyetimin kayıtlar ve istibdatlar altına alınması, beni hayattan cidden usandırıyor. Değil hapis ve zindanı, belki kabri bu hale tercih ederim. Fakat, hizmet–i imaniyede ziyade meşakkat ise ziyade sevaba sebep olması bana sabır ve tahammül verir." (Emirdağ Lâhikası, s. 186)
* * *
Bütün bu sıkıntılar ve işkenceli ihanetler karşısında, Cenâb–ı Hakk'ın inayetiyle "emsâlsiz bir sabır" gösteren Bediüzzaman Hazretleri, onu ihanet darbesiyle çürütmek isteyen zındıkların planları da böylelikle akim kaldı.
Esasında, burada anlatılanlar, yaşananların çok cüz'î bir kısmını yansıtıyor.
Meselâ, görüştüğümüz Emirdağ şahitlerinin anlattıklarına göre, bazı zamanlarda Üstad'ın kapısına bekçi–polis dikerek, onun hiçbir şekilde dışarı çıkmamasını, hapisten, zindandan beter bir hayata onu mahkûm etmeye çalıştıklarını öğreniyoruz.
Zorbalar, bu sûretle Üstadın yanına hiç kimseyi yanaştırmamaya ve hizmetini gördürmemeye kat'î karar vermişler ve bu maksatla ellerindeki bütün imkânları kullanmaktan da çekinmemişler.
Ancak, böylesi bir durumda bile, onu kardeşlerinden ve Nur kardeşlerini ondan soğutamadıkları gibi koparmaya da mufavvak olamamışlar.
Üstad'ın evinin kapısından hiç kimsenin içeri sokulmadığı günlerde, Çalışkan ailesinin asil, fedâkâr gençleri, yandaki dükkânın (Sabri Ustanın dükkânı) duvarını delerek, gereken irtibatı bu şekilde sağlamış ve hizmetlerini aynen devam ettirmişlerdir.
Evet, bir insanda yeter ki azim, irade ve iman olsun, ona beşerî hiçbir kuvvet mani olamaz. Nitekim olamamış.
Zamanın gaddar hükümeti, bütün gücüyle küçücük bir kasabaya yüklenmiş. Merhametsiz memurlarını oraya göndermiş. Parayla casuslar bulup kullanmış, ancak yine de Nur'un inkişafına ve Nur Üstad'ın hizmetine koşulmasına engel olamamış.
Ne diyor, hakikatli şair:
Takdir–i Hüdâ kuvve–i bâzû ile dönmez,
Bir şem’a ki Mevlâ yaka, üflemekle sönmez
(Devamı var)
Tarihin yorumu = 2 Ağustos 1914
Seferberlik ilânı
Birinci Dünya Savaşının Avrupa'yı sarması sebebiyle, Osmanlı ülkesinde umûmî seferberlik ilân edildi. Aynı anda Osmanlı ile Alman devletleri arasında ittifak anlaşması imzalandı. Meclis–i Mebusan süresiz olarak tatil edildi.
Seferberlik hali, Dünya Harbinin bitmesiyle de kaldırılamadı. Zira, hemen ardından İstiklâl Harbi başladı.
Dolayısıyla, Türkiye'de bu olağanüstü halin kaldırılması, başladığı tarihten ancak dokuz sene sonra, yani Cumhuriyet'in ilânından sonra (31 Ekim 1923) mümkün olabildi.
02.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdil YILDIRIM |
Biz kaybettik, o kazandı |
|
Ölümün rengi soluk, yüzü soğuktur. İsmi duyulduğu zaman insanı ürpertir. Ölümden bahsetmek bazı insanları rahatsız eder. “Aman başka şeyler konuşalım, şimdi ölümden bahsetmenin sırası mı?” şeklinde itirazlar gelir. Mezarlıklar bile bazılarını korkutmaya yeter. Bir mezarlığın kapısında “Her nefis ölümü tadacaktır” âyetinin yazılı olması bazılarını rahatsız etmiş, “İnsanlara ölümü hatırlatarak moralleri bozuyor” şeklinde itirazlara sebep olmuştu. Sanki biz ölümden bahsetmesek, onu unutsak, ölüm de bizi unutacak, bize hiç uğramayacak. Halbuki insan ne kadar ölümü unutmaya, hiç aklına getirmemeye çalışsa da, o bizi hiç unutmaz. Bize takdir edilen ömür süresi dolduğu anda, nerede ve ne durumda olursak olalım, ecel gelir, ruhumuzun koluna girer, “Haydi gidiyoruz” der. “Daha yapacak işlerim vardı, oğlumu evermedim, kızımı gelin etmedim, henüz emekli bile olmadım” gibi itirazlar hiçbir sonuç vermeyecektir.
İnsan geleceğe dair planlar yaparken, ölümü hesaba katmazsa, bir anda Azrail’i karşısında bulunca çok şaşıracak ve dehşete kapılacaktır. Artık zamanı ve imkânı kalmadığından, planlarını revize etme şansı da olmayacaktır. İşte o zaman ölüm gerçekten korkunç bir son, acı bir veda olacaktır. Öyleyse, hayatta en büyük gerçek olan ölümü her zaman hesaba katmalı, plan ve programlarımızı da ona göre yapmalıyız.
Hayatını sadece bu dünyaya göre tanzim edenler için ölüm son derece acı vericidir. Onlar için ölüm “beklenmedik bir anda” gelmiştir. Halbuki ölüm her an için beklenmeli, her zaman ahiret yolculuğuna çıkmaya hazır olunmalıdır.
Geçen Çarşamba günü biz de saadet diyarına bir yolcu uğurladık. Salı akşamı telefonum çaldı ve karşımda Süleyman Akkın kardeşim vardı. Selâm verdikten sonra “Ekrem Atman’ı kaybettik” dedi. İlk şaşkınlığımı attıktan sonra, içimden “Biz kaybettik, ama o kazandı” diye bir ses yükseldi.
Ekrem kardeşimiz birkaç sene önce emekli olmuş, böylece hizmetlere daha fazla zaman ayırma fırsatı bulmuştu. Bu sene de Hacca gitmeye niyetlenmiş, hac kur’asında isminin çıkmış olmasına da çok sevinmişti. Ama tam bu sırada hastalığı ortaya çıkmıştı. Nitekim hacca gitmek, Âlemlerin Efendisi’ni dünyevî makamında ziyaret etmek nasip olmadı ama, inşallah cennetteki makamında onunla buluşmaya gitti. Hem de bir Mi’râc Kandili akşamında, mübarek ve müstesna bir zamanda ebedî âlemde ebedî dostları ile buluşmak üzere yola çıktı.
Birisinin ölüm haberini aldığımız zaman, genellikle “Falanca kişiyi de kaybettik” diye üzülürüz. O kişi çok sevdiğimiz birisi veya bir yakınımız ise, acı bir kayıp olarak değerlendiririz.
Evet, sevdiğimiz birisinin ölmesi, bizim için gerçekten büyük bir kayıptır. Ama ölen kişi için tam bir kazanç olma ihtimali yüksektir. O kişi hayatında her zaman ölüme de yer vermiş ve eceli bir dost olarak görmüş ise, dünya hayatından çok daha güzel bir hayatı bulmuş, dünyadaki dostlarından daha hayırlı dostlara kavuşmuş demektir. Onun için kayıptan söz etmeye gerek yoktur. Dünyadan gitmekle, burada kaybettiklerinden çok daha güzellerini orada bulmuştur.
Belki biz görünüşte Ekrem kardeşimizi kaybettik ama, o hakikat âleminde başka kardeşlerine kavuştu. Biz onu kaybettik ama, o Üstadını buldu. Kendinden evvel ebedî saadet âlemlerine giden dost ve kardeşleri ile bir araya geldi. İnşallah kabirdeki ilk sorgusunda kendisine sorulan suallere Risâle-i Nurdaki ifadelerle cevap vererek, imtihanı kazandı, kendinden önce giden Nur talebelerine komşu oldu. Bu dünyadaki fâni dostlarına bedel, orada ebedî dostları kazandı.
Kısacası, biz onu kaybettik ama, o bizden daha hayırlı olanları kazandı.
02.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
S. Bahattin YAŞAR |
Bir insan yetişirken çok kahramanlar devrededir |
|
Sorular ve cevaplar
Eşimle, erken sabahların birisinde, sabah namazı sonrası sohbet ediyoruz. Onu, nedense bu sabah soru yağmuruna tuttum. Ama az sonraki olacaklardan o da ben de habersizdim. Ben çok sorular soracağımızı düşünüyorken, birkaç sorudan sonra yolumuz kesildi. Bir sorunun cevabı bizi fazlaca misafir etti. Her soru sorulsa da, her sorunun cevabını bulmak pek mümkün olmuyor. Sorduğum sorunun biraz sonra beni gözyaşlarına boğacağını hiç düşünemezdim. Ama iyi ki de ağladım çünkü çok rahatladım. İnsan, zaman zaman ağlamalı. Bu, kulluğun bir gereğidir.
Giyimin mütevazı modeli
zengine daha çok yakışıyor
Eşime, “Sen hiç hayatında kahraman bir hanımefendi ile tanıştın mı? Bana tanıdığın bir kahramanın adını söyler misin?” dedim. Çok fazla düşünmeden, hemen; “Kafiya” dedi.
“Kim o?” dedim.
Böyle bir soru, onu yıllar öncesine götürmüştü. Belli ki pek çok olumlu hatıra zihnine gelivermişti. Hemen anlatmaya başladı. Anlatırken gözleriyle adeta onun davranışlarını izliyordum. Kafiya Hanımefendiyi hatırlaması duygulanması için kâfi gelmişti. Ve derinden anlatmaya başladı...
“İstanbul’da tanışmıştık, Cezayir’li bir hanımefendiydi. Elektrik ve elektronik doçenti idi. Onun davranışları bana oldukça tesir etmişti. Onu görünce, Cenâb-ı Hakkın Asr-ı Saadet örneklerini asırlara serpiştirdiğini ve ‘işte ideal kul örnekleri bunlar’ dediğini düşünürdüm. ‘Asr-ı Saadet bu asırda mümkün mü?’ diyenlere, benim, benim gibi insanlar içinden göstereceğim örneklerden birisi o idi. Üzerine giydiklerine bakarak insanları değerlendirenler, kesinlikle onu kendi değer yargı anlayışı içinde ‘kahraman’ konumunda göremeyecektir. Kafiya o türden değer yargılarının çok ötesinde idi. Her türlü imkânı olup da, bu imkânları nefsi için kullanmamak tam bir kahramanlık örneği idi. Giyimin ‘mütevazi modeli’ zengin insanlara daha çok yakışıyor. Başındaki örtüsü yüreğinin büyüklüğünü taşır cinstendi. İnsanların, maddî cihetiyle damarlarını tahrik etmeyecek bir hayat modeli içerisinde yaşamak idi onunkisi, yani bu asra bir Asr-ı Saadet örneğiydi.”
“Kafiya, Kur’ân tefsiri risâlelere öyle bağlıydı ki, risâle nasıl bir insan modeli önermişse asra, o da öyle olmaya çalışıyordu. Misafir olduğumuz ortamda, kendisi daha öncelikli iken, hamile olmasına karşın, en rahat istirahat mekânını bana teklif etmişti. Kafiya’yı büyülten, halinde yaşayan davranışlardı. O, Peygamberini (asm) kendine örnek almıştı. Onun için bu asırda o bana hep davranışlarıyla örnek olmuştur.” derken, çoktan gözyaşlarına ulaşmıştık.
Kafiya’nın iktisat kaidelerine de oldukça titiz bir şekilde uyduğunu anlatan eşim, yine bir hatırasını şöyle nakletti: “Kafiya, buzdolaplarındaki bozulmak üzere olan domatesleri, salatalıkları ve meyveleri kesinlikle çöpe attırmıyor, onları bana verin, ben onları yerim.” diyordu ve alıp rahatsızlık vermeyecek noktasına kadar onları israf etmiyordu. Ve ekliyordu; “Onlar Cenâb-ı Hak tarafından bize özel gönderilmiştir, Cenâb-ı Hakkın hediyeleridir.”
Tabiî burada beni etkileyen unsur, maddî imkânı yeterli derecede olmasına rağmen böyle bir hayat hali idi.
Bu asırda, insanlardaki davranışlarda yaşayan Asr-ı Saadet örnekleri beni daha çok etkiliyordu. Fiillerimizde İslâmiyeti izhar etmek bu olsa gerekti.
Her hayat hikâyesinin başrol
kahramanları vardır
Bir kahraman hikâyesi dinlerken, çoktan benim kahramanlarım da zihnimde geçit merasimine başlamışlardı bile.
Evet, herkesin hayat hikâyelerinde başrol kahramanları mutlaka vardır. Onlarsız bu film çekilmez. Onları iyi tanımalı ki, kişi üzerindeki izler doğru anlaşılsın. Çünkü bir kahraman yetişirken, onun altına pek çok kahramanların emekleri bulunuyor.
Ben de kendime örnek olan kahramanımı düşündüm. Bir çırpıda kahramanlar geçidi zihnimde yürüdü. Farklı şehirlerden, farklı ırklardan, farklı renklerden, kültürlerden, anlayışlardan pek çok ‘büyük’ zihnime oturuverdi. Onlarla bir kez daha büyüdüm.
Kahraman deyince, ilk hatırıma gelen model kişi, lise yıllarımdan oldu. Lise yıllarımızda Sarıyer / Büyükdere 33’te eline aldığı bir paket bisküvi ile beş altı lise öğrencisine risâle sohbeti yapmaya gelen kahraman öğretmenimizi hatırladım. Halen oturuşu, kalkışı, sohbet edişi, yaptığı tanımlamalar, mimikler bu gün gibi dipdiri zihnimde.
Belki insanın her döneminde yeni yeni kahramanlar ortaya çıkıyor. Onun için çocukluk dönemimin, ilkokul, lise, üniversite dönemlerinin farklı farklı kahramanları mümkün olabilir.
Üniversite insan hayatının önemli bir kesiti. Bu dönemdeki insan hayatına etki eden model bir hayat boyu taşınıyor. Üniversite öğrencilik yıllarımızda, birer baba şefkatiyle, her sabah namazında evimize gelip, bizimle sabah namazı kılan, bizimle hayatının pek çok değerli vaktini paylaşan, bize emek veren kahraman ağabeyimiz Gürbüz Dinçer’i hatırladım. Tabiî ki bu dönemlerde insan hayatına etki eden isimler bir iki kişi ile sınırlı değildir. Hatta her davranışın kahraman taşıyıcıları farklı farklı olabilmektedir. Ama birileri daha çok davranışı sırtında taşıdığı için ön plana çıkmaktadır. Zaten kahraman denilince de, pek çok unsurun bir kişide temerküz etmesini dikkate almak gerekiyor.
Herkes yaşadığı dönemlere bir dönüp baksa, nice kahramanların kendisine gülümsediğini görebilecektir. Zaman zaman kahramanlarımızı hatırlamalı ve onlarla yaşamalıyız.
Her kategorinin kahramanı farklı
Davranışların da kahramanları farklı farklı. Bir kahramanda bütün büyük davranışları bulmak mümkün değil. Tevazu, cömertlik, yardımseverlik, giyim kuşam, oturuş kalkış, güler yüz, selâmlaşma, dostça tavırlar, kardeşlik kahramanlıkları farklı farklıdır.
Onun için bir insan yetişirken pek çok kahraman devrededir. Her biri ayrı bir boşluğu dolduruyor onların.
Onları düşününce, kendi yürüyüşümü daha bir dikkatle izledim. Onlara lâyık olmanın ciddî bir gereklilik olduğunu düşündüm. Attığım her adımda, onların gözlerinin bir müzahir olarak üzerimde olduğunu hissettim. Yarın benim hayatımın şahitleri olacak onlar diyerek sevindim.
Sevincini bizim sevincimizle, kederini bizim kederimizle yaşayan insan modeli, kolay yaşanabilir bir insan modeli değil. Kahramanlık zor iş.
Gözyaşlarımıza hakim olamadık
Eşimle birlikte kahramanlarımızı konuşurken, gözyaşlarımıza hakim olamadık. Onları hatırlayınca mutlu olduk. Kendi kendimize, “Şükür ki onlarla tanıştık. Şükür ki onlar vardılar. Şükür ki onları da yetiştiren kahramanlar vardı. Sorumluluğumuz bir kat daha arttı.” diyerek, duygulandık.
Eşiniz sizin, siz eşinizin kahramanı olabilirsiniz
Şunu burada hemen ifade etmek gerekiyor ki, insanın eşiyle aynı dâvâda bulunması, ortak yürüyüşlerin insanı olması; ortak hatıralar yaşamasına ve ortak hatıralar oluşturmasına vesile oluyor. Bunun da hazzı çok farklı bir şey.
Eşimizle birlikte hizmetler içinde olmak, apayrı bir mutluluk kaynağı. Aynı satırlarda beraber düşünmeler gerçekleşiyor. Onun anladığı sizin, sizin anladığınız onun oluyor. Birbirinizin yetişmesine yardım etmiş oluyorsunuz. Bu da ayrı bir kahramanlık değil mi?
Her kahraman, ilk kahramanlığını önce eşine yansıtır.
Siz eşinizin, eşiniz sizin kahramanınız olsun.
02.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Geçenlerde deniz kıyısında, sahil kenarında öylesine oturmuş, akşam güneşini izlemeye koyulurken, bambaşka duygular beni alıp ötelere götürdü. Öyle ki, denizin sahili okşayan dalgalarını sanki içimde hissediyordum. Deyim yerindeyse, gelgitler eşliğinde dalgaların cuşuhuruşuna ruhum da kapılıp gidiyordu.
Denizin kızıla çalan mavilikleri üstünde çığlık çığlığa uçuşan martılarsa ayrı bir temaşa âlemiydi benim için. Engin maviliklerden denize doğru süzülüşleri ve tekrar göklere kanat açmaları, bana hep Ahmet Hâşim’in, “Altın kulelerden yine kuşlar / Tekrarını ömrün eder ilân / Kuşlar mıdır onlar ki her akşam / Alemlerimizden sefer eyler?” mısralarını hatırlattı.
Bu düşünceler bana sonsuz bir kudretin, kuşları havada, balıkları denizde ve bunların dışındaki yaratıkları da karada dolaştırarak müthiş bir âhenk meydana getirdiğini hatırlatırken, denizin öte kıyısında yemyeşil görünümüyle gözlerime selâm yollayan huzurun timsali orman dikkatimi çekti. Bir an, sanki hemen her şey cemal olup ruhumun derinliklerinde ilâhî raksın âhengini yaşatıyordu. Ancak akşamın kızıllığı vardı bu romantik tablonun orta yerinde. Güneş bu yemyeşil ormanı kızıla çevirirken, sanki bana celâl denen “ateş” simgesini hatırlatıyordu. Hele ki son zamanlarda yaz aylarının kızıl ejderhası hükmünde olan orman yangınları zihnimin bir köşesinde dururken, hüzünlenmemenin imkânı yoktu benim için.
Evet, “Çanakkale Alev Alev, Bursa Yanıyor, Muğla’da Yine Yangın, Tatil Beldeleri Yangınla Boğuşuyor” gibisinden haber başlıkları, dev ateş kütlelerinin zaten gittikçe azalan akciğerlerimizi bir “semender” gibi yutmaya devam ettiğini kazıyor yüreğimin orta yerine. Ekranlarda yangından arta kalan çorak yerlerde vatansız gezen türlü canlılar, Şeyh Gâlib’in Hüsn-ü Aşk’ta Ben-i Muhabbet kabilesi için, “Erzâkları belâ-yı nâgâh / Âteş yağar üstlerine her gâh / Ekdikleri dâne-i şerâre / Biçdikleri kalb-i pâre pâre” gerçekliğini yaşıyordu sanki. Sahi, Şeyh Gâlib’in, “Gül âteş, gül-bün âteş, gül-şen âteş, cûy-bâr ateş” şeklinde belirttiği bir tabloyu şimdilerde yaşamıyor mu ormanlarımız? Tipik 1700’lü yıllarda meydana gelen İstanbul yangınları gibi, hemen her yaz bir karabasan misali çöküveriyor ormanlarımızın üstüne bu yangınlar.
Karşı taraftan bu duygular içinde güzelim ormanları seyre dururken, âdeta bir çıban gibi yükselen beton yığınları dikkatimi çekiyor. Sahi, “Sincaplar Edirne’den toprağa basmadan ve daldan dala atlayarak Kars’a kadar ulaşabilirler” diyen Evliya Çelebi’nin bir Anadolu tesbitini yağmalamak suretiyle yok etmemiş miydi insanoğlu? Yetişmesi için yıllarca emek sarf edilen güzelim ağaçlar bir bir yok edilirken, insanoğlunun sırıtan yüzü fütursuz beton yığınlarından denize hiç aksetmiyor mu sanıyorsununuz? O hâlde dikkatle bakmanızı tavsiye ederim, deniz kıyısında tabiatı tahrip yoluyla yükselen binalara. Ardından her yaz neredeyse kronikleşen orman yangınlarını da hesaba katın. Gözünüzden zihninize aksedecek tabloyu, tahmin edebilirsiniz artık. Zira, ancak insan parmağının olduğu yerde tabiatın tahribi azgın ve zaptedilemez bir hâl alır ki, yangın da bunlardan birisi.
Evet, ne zamandan beri bu yangın haberlerini her duyduğumda, 18. yüzyıldaki nârâlara benzer bir “Yangın var!” nârâsı atasım geliyor. Atacağım atmasına; ama bu nârâya çözüm getirecek “tulumbacı” ruhlu birileri var mı, o tartışılır işte…
02.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Uluslararası kavgalar |
|
Bosna savaşı esnasında masum insanları katleden ve büyük bir insanlık dramına imza atan ‘savaş suçluları’ geç de olsa cezalarını çekmeye başladı. Bosna’da soykırım yaptığı iddiâsıyla yakalanan Karadziç, 11 ayrı suçtan yargılanmak üzere Hollanda’nın Lahey şehrine götürülüp, Eski Yugoslavya İçin Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’ne çıkarıldı.
Karadziç, duruşmada, “Richard Holbrooke (dönemin Bosna-Hersek ile müzakerelerden sorumlu Amerikalı diplomat), ortadan kaybolmam şartıyla benim Lahey’e teslim edilmeyeceğime söz verdi” demiş. (1 Ağustos 2008) Karadziç’in mahkemeye çıkarılmış olmasına sevinen mağdur aileleri ise ‘sıradaki’ suçluların da yakalanmasını bekliyor. Nitekim, 8 bin Müslümanın öldürüldüğü Srebrenitsa’dan “Srebrenitsa Anneleri” adlı grubun avukatı Marco Gerritsen, mensuplarının karışık duygular içinde olduğunu belirterek, “Adaletin tecellî etmeye başlamasına seviniyoruz ama aynı zamanda Ratko Mladiç gibi katillerin hâlâ yakalanmamasına üzülüyoruz” diye konuşmuş.
Karadziç’in ‘benimle anlaşma yapılmıştı, yakalanmayacaktım’ anlamındaki beyanını duyup da “Yok, hiçbir ‘güçlü’ ülke böyle bir anlaşma yapmaz. Karadziç kafaları karıştırıyor” diyen olur mu? Muhtemelen olmaz, çünkü Karadziç’in bu güne kadar yakalanmaması normal hadiselerle açıklanamazdı, açıklanamıyordu. Nitekim daha önce bir gazeteci, Karadziç’i bir lokantada görmüş, ilgililere haber vermiş ve karşılığında “Canını seviyorsan onu unut” anlamına gelecek cevap almıştı.
Tabiî ki yanlışlar uzun süre devam etmiyor ve alınan ‘ah’ların bedeli bir şekilde ödeniyor. Karadziç’in yakalanmasında bilhassa Avrupa Birliği’nin ısrarının etkili olduğu söyleniyor. Çünkü Sırbistan AB’ye üye olmak istiyor ve üyelik şartlarından biri de bu konuydu. Uluslar arası camiada devam eden ‘kavga’da herhalde belli bir anlaşma oldu ki neticede Karadziç yakalandı ve yargılanmaya başladı.
Bu hadise, uluslar arası kuvvetlerin bu kuvvetlerini ‘iyi’ yönde kullanmalarına güzel bir örnek. Zaman zaman ifade etmeye çalıştığımız gibi, maddî anlamda güçlü olan ülkeler, bu güçlerini ‘iyilik’ yönünde kullanmış olsalar bütün dünya huzur ve sükûna kavuşabilir. Aynı şekilde zengin ülkeler de, zenginliklerini ‘fakir’ ülkelerle paylaşmış olsa dünyada açlık sebebiyle ölen insan kalmaz.
Geriye dönüp baktığımızda Osmanlı cihan devletinin böyle yaptığını görürüz. Gücünü, kuvvetini, adaletini bütün dünyanın hizmetine sunmuş. Bu sebeple, geçmişte Osmanlı devleti ile temas eden ülkeler bugün aynı adaletli uygulamaları arıyor.
Bugün itibarıyla ‘dünyanın süper gücü’ olmakla övünen Amerika’nın temel yanlışı da burada. Elindeki gücü, kuvveti, maddî imkânı; insanlık için değil de kendi şahsî menfaatleri için kullanıyor. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” anlayışıyla, çoğunlukla Karadziç gibi ‘diktatör’leri destekliyor. Aksini yaptığı gün, dünyadaki kavgalar, savaşlar, anlaşmazlıklar büyük ölçüde sona erer. İnsanlık o noktaya doğru gidiyor...
02.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
TAHLİL |
|
Yaz molamızın ikinci bölümü için yazılara kısa bir ara daha veriyoruz. Tekrar buluşmak dileğiyle. K.G.
02.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
ABD kararın neresinde? |
|
Maksudumuzu ve maksadımızı anlatmak için önce birkaç alıntı yapalım. Sedat Sertoğlu Akşam gazetesinde AKP dâvâsının sonucuyla alâkalı şunları yazmış (acaba ABD’nin sonucu önceden bildiğini mi ima ediyor?): “Karar açıklanmadan 3 saat önce CNN (Türk olanı değil), “kararın 6-5 olduğunu ve bu nedenle AKP’nin kapatılmayacağını” açıkladı. Ankara’da bizim yüzlerce gazeteci tahminlerini söylerken, bir Amerikan televizyonu kararı açıklamıştı bile…” Ve Ulusal Kanal gibi kanallar da uluslar arası finans kurumlarının durumu birkaç gün öncesinden bildikleri haberini aktardı. Peki bunlardan ABD’nin sonucu biliyordu neticesini çıkartabilir miyiz? Burada iki ihtimal var. Tahmin etmek ve bilmek. Öncelikli olarak Mark Parris kapatma dâvâsı sonuçlanmadan önce yaptığı değerlendirmede ibrenin kapatılmama yönünde seyrettiğini ve kararın bu yönde çıkacağını tahmin etmişti. Kimileri bunu tahminden ziyade bilgi olarak okuduklarından Mark Parris’i paylamışlardır. Özellikle Vatan gazetesi yazarları Mark Parris’in içten bilgi aldığı kanaatine varmışlardır. Bununla birlikte, Parris’in değerlendirmesi nihayetinde tahmin ve analiz olarak değerlendirilebilir. Zira ondan sonra da onlarca kişi ve yazar havanın kapatılmama lehine döndüğünü yazmışlardır ki; genel hava buydu. Bununla birlikte, kimileri de bazı üyelerin kararlılığını ve bunun ‘devletin’ karizmasını çizdirmek’ olacağını düşündüklerinden gelişmeler ne yönde seyrederse seyretsin sonucun değişmeyeceğini söylemişlerdir. Burada da netice itibarıyla, establishment, konjonktüre yenilmiştir. Eğer Amerikalılar gerçekten sonuçları önceden öngördülerse o takdirde, bu, mahkeme safahatında veya öncesinde içeriden bilgi aldıklarını gösterir. Acaba içeride yaşanan pazarlıkları mı haber aldılar? Bilindiği gibi Köksal Toptan dâvâ başladığında orta bir çözüm bulunması dileğini ifade etmişti. Osman Paksüt ise sonucun Türkiye’deki bütün taraflar için kıyamet olacağını söylemişti. Başkan Haşim Kılıç ise ‘Endişeye mahâl yok, kıyamet falan kopmayacak’ diye yardımcısını düzeltmişti. Nazlı Ilıcak da bunu teyid edercesine ‘Nisap’ başlıklı yazısında sözkonusu skor ve sonucun sağlanması için Haşim Kılıç’ın adeta ‘moderatör’ gibi çalıştığını ifade etmiştir.
***
Bu da sonucun pazarlıklar sonucu belirlendiğini ve bu bilginin de dışarıya sızdığını gösterir. Amerikalıların tahminleri bilgi ise o takdirde bu pazarlıklar ve sonuçları dışarıya yansımış demektir. Peki bunun bir adım ötesinde sonuçların bu şekilde alınmasında Amerikalıların bir dahli ve payı olabilir mi? Bu soruyu soranlardan birisi de Emre Aköz ve bu kararın gerisinde ABD’nin ciddî etkisi oluğuna inanmaktadır. Tabiî ki ona göre bu rol olumsuzdur. Peki Amerikan tarafı kiminle iş tuttu? Bu görüşmenin bir tarafında Haşim Kılıç olmayacağına göre ilk akla gelen eski diplomat Osman Paksüt olmalıdır. Tabiî bu sadece bir ihtimâl. Bununla birlikte, AKP’nin durumu kapanmaktan beter olmuştur. Zira kapansaydı Tayyip Erdoğan kefeni erken yırtar ve siyasî hayata yeniden ve belki de daha güçlü bir şekilde geri dönebilirdi. Şimdi ise ortada çok bilinmeyen ve bıçak sırtı bir durum var. Aköz’e göre, AKP açısından bu zafer ‘Pirus zaferi’ olmuştur. Bu Pirus zaferi meselesi aslında iki taraf için de fazlasıyla geçerlidir. The Times ve Le Figaro gibi gazeteler sonucu: “AKP kıl payı kurtuldu ve AKP direkten döndü’ şeklinde okumuşlardır. Haddi zatında yanlış da değildir. Hüsamettin Cindoruk, Serdar Akinan ve Melih Aşık gibiler ise meseleye ‘hem kapandı hem de kapanmadı’ gözüyle bakıyorlar.
***
Birçoklarının öngördüğü veçhile Anayasa Makemesi’nin kararı AKP üzerinde demoklesin kılıcı gibi asılı durmaktadır. Ve Emre Aköz’ün dediği gibi vesayet rejimi de olduğu yerde devam etmektedir. Bundan dolayı başta Baykal çok hırpalanmış görünmesine rağmen Onur Öymen akabinde kararı bir zafer olarak nitelendirmiştir. Burada korkutucu ve ürkütücü olan mesele tarafların bu ve Ergenekon dâvâsıyla birbirlerini yaralı bırakmaları ihtimâlidir. En tehlikeli ihtimâl de bu olsa gerek. Zira yaralıların hesaplaşması ölümcül olur.
***
AKP’ye kapatılma dâvâsında Amerikan etkisini görenler olduğu gibi Ergenekon dâvâsında da Amerikan parmağını görenler veya arayanlar var. Eski tüfeklerden Mihri Belli’ye göre Ergenekon operasyonu tamamen Amerikan merkezli bir operasyondur. Onlara göre NATO bağlantılı oluşumlar yerli oluşumları tasfiye ediyor. Savaş Vural da aynı kanaati paylaşıyor. Gerçekten de ABD kimin tarafında? Ergenekon karşıtı mı yoksa AKP karşıtı mı? Yoksa her ikisinin de mi? Herhalde zamanla kokusu çıkar.
02.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|