Doğu ile batı arasında sıkışanlar gurbete düşmüş yalnızca anneler babalar değildi. Anadolu´nun herhangi bir köşesinden derd-i maişetle Avrupa´ya gelenlerin, “kimliklerini” bilgi ve imandan ziyade, geride bıraktıkları vatana, tarif edemedikleri kültüre ve daha çok da sevdiklerine duydukları hasretle bir nebze muhafaza ettiklerini söylemek elbette yanlış olmaz. Onların tahsilsizliğini, köylülüğünü, san'atsızlığını ve daha doğrusu bilgisizliğini konuşanları bugüne davet etmek lâzım. Yani birinci neslin torunlarının ve hatta torunlarının çocuklarının bugünkü halini seyre dâvet gerekiyor. Avrupa´nın en müreffeh ülkelerinde, her türlü tahsil imkânına sahip neslin hal-i pürmelalini, seyretmeye…
Üstün ve galip kültür adı altında, doğru – yanlışın içi – içe yaşandığı; okulda, sokakta, medyada ve çoğunlukla evlerinde “İslâm kültüründen” mahrum yetiştirilmeye çalışılan bir nesli nazarda tutmaya çalışacağız.
Dışımızdakilerini suçlamak, yapmadığımız vazifelerimizi başkalarına yüklemek ve müşkillerimize birilerini sebep göstermek o kadar kolay ki… Doğrudur… Bulunduğumuz kıt'a, içinde yaşadığımız toplum ve bizi çevreleyen şartların zorluğu tartışma götürmeyecek kadar doğrudur. Fakat bir Müslüman olarak, nisbeten hür ve imkânlı bir cemiyette, hayatımızın büyük bir neticesi olan çocuğumuza, hayatımızın en büyük gayesi olan Allah´ı ve ahireti anlatmamamızın doğuracağı dehşetli neticeyi düşünebiliyor musunuz? İnsanlığın mutluluk uğruna varını yoğunu elden çıkardığı bir zamanda, bütün zamanların saadetini nefsiyle bize ders veren en mükemmel insan Resulullah´ı ve onun dilindeki ilâhî hitab Kur´ân´ı yavrularımıza anlatmanın önündeki engeller hakikaten aşılmaz cinsten mi? Hayır… Mesele, çevreden ve kıtaavrupa şartlarından ziyade nefsimizde düğümleniyor… Yani çözüm bizde…
Avrupa henüz kendisiyle savaşta… Dinsiz felsefenin yaklaşık üçyüz küsûr seneden beri tepesine “Hikmet” adına boca ettiği eğrileri doğruları ayıklamakla meşgul. Onların Kıtaavrupasındaki Müslüman çocuklara verebileceği bir şeyin olmadığını geçen günler, gösterdiği kanaatindeyiz. Hıristiyan ve kısmen materyalist bir kültüre karışma cesaretini gösteren garib Müslümanların, hayatlarının neticeleri olan çocuklarıyla bire bir ve bizzat ilgilenmelerinden başka bir yolun olmadığı kanaatindeyiz. Bu coğrafyada dinimizi, kimliğimizi, kültürümüzü, geçmişimizi ve ahlâkımızı çocuğumuza anlatacak kim var ki… Okul mu, medya mı, sokak mı ve ekranlara hakimiyetini kaptırmış evler mi? Peki kimler?
İslâmî kültürünüzü insanî çerçeve içinde Avrupalı yetkililere sunduğunuzda, saldırgan dinsizlerin dışındakilerin genellikle olumlu karşıladıklarını gördük. Hatta sizden yararlanma yoluna gittiklerini de ifade edebiliriz. Türkiye´mizdeki Peygamber karşıtlarıyla özdeşleşen buradaki Ulûhiyet düşmanlarının, medya vasıtasıyla çıkardıkları gürültü bazılarımızı korkutuyor. Bu korku ile Avrupa´nın, onları tasvir ettiği şekilde olduğu vehmine kapılıyoruz. Hiç alâkası yok. Türkiye´deki din karşıtları; başörtüsü, Kur´ân Kursları, İslâmî şeair ve ibadetlerimiz aleyhinde konuşunca hangi tepkiyi gösteriyorsak, dinsiz ikinci Avrupa´nın koparmak istediği gürültülere beş para vermeden “asıl kimliğimizle” bir adım öne çıkmamız gerekiyor.
Doğru, küfür tek millettir… Ahirzaman dinsizliğinin ittifaklarıyla bunu daha net görüyoruz. Anadolu´da kamusal alan peşinde koşan cereyanlar, Avrupa´da da ahlâksızlık ve dinsizliklerini umûmîleştirme peşinde koşacaklar. Gazete sayfaları, ekranlar ve sun'î yükseltilmiş “kişilikler”le efkâr-ı ammeyi devşirmeye çalışacaklar… Yukarıda arz ettiğimiz gibi karşılarında birinci Avrupa´yı görüyorlar. Müslüman anne – babanın vazifesini sünnet çerçevesinde, kavl-i leyyin ile ve halin icaplarına uygun bir şekilde çocuğuna Allah´ını, ahirete ve diğer rükünlere imanı her fırsatta anlatmaya çalışacak. Zira bu, olup olmama mücadelesine dönmüş bir hadisedir. Kanımızdan, canımızdan çocukların imanla kabre girip girmemeleri, said veya anarşist yetişmeleri ve bizden sonra bizi temsil edip etmemeleri olayını küçük görmek, imtihanı peşinen kaybetmek değil mi?
Nasıl?
Yukarıda söylediğimiz gibi Ulûhiyet ve Risâlet düşmanları kamusal alanda semavî dinlere ait bir şey görmek istemiyorlar… İnançları gereği… Bizim de inancımız; mevcut kanunlar çerçevesinde dinimizin emirleri istikametinde hareket olmalıdır. Dışlanma fobisine kapılmadan sembollerimizle yaşamamız… Çocuklarımızla İslâmı yaşarken, dinimizi merak edenler tartışa dursunlar. Sorarlarsa cevap veririz… Farkında olmadan başlattığımız tartışmalar gibi… Fıtrat kanunlarını değiştirmeye insanın gücü yetmez. Bir çocuğun nasıl terbiye edileceğini Fıtrat Peygamberi Ben-i Haşimoğullarının çocukları arasında tatbik etmiş. Sünnete bakan herkes; Zeyd´i, Abdullahları, Enes´i ve Cabir radıyallahu anhumu Rasulullah´ın yanı başında Cennetin reyhanlarıyla birlikte görecek… Zamanımıza tatbikini mi… Bediüzzaman Hazretlerindeki Kur´ân ve Sünnet pratiğine baktığınızda zamanımıza mutabık örneklerle karşılaşacaksınız… Bilhassa ilk Emirdağ hayatında: “Başta Risâle-i Nur’un fıtrî talebeleri masum çocuklar demiştik. İşte bir nümûnesi, bu mektubumu rahatsızlıktan kendim yazamadığım için ben söyleyip yeni hurufla yazan Ceylân, biri de ona mektup yazan masum Küçük Ali, biri de bu defa bana kâmilâne ve müdakkikàne mektup yazan medrese-i nuriyenin küçük şâkirdi Küçük Mehmed´dir. Ben de onlara “Bârekâllah, bahtiyar çocuklar” derim, peder ve vâlidelerini de tebrik ederim.”
Ve daha sonra Bayram’lar, Hüsnü’ler ve diğerleri…
Çocuklarımıza İslâm terbiyesini vermemizin hayatımızın “olmazsa olmazı” olduğunu biliyoruz. Çok sür'atli dönen dünyamız bizi beklemiyor. Bu terbiyeyi almadan yetişen çocuklar için Üstadımız: “bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i îmânî alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve îmânın erkânlarını rûhuna alabilir. Âdetâ gayr-i müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabânî düşer. Bilhassa, peder ve vâlidesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyâde yabânîlik verir. O halde o çocuk, dünyada peder ve vâlidesine hürmet yerinde istiskàl edip çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nev'î belâ olur. Âhirette de onlara şefaatçi değil, belki dâvâcı olur: “Neden îmânımı terbiye-i İslâmiye ile kurtarmadınız?” İşte bu hakikate binâen, en bahtiyar çocuklar onlardır ki, Risâle-i Nur dairesine girip dünyada peder ve vâlidesine hürmet ve hizmet ve hasenâtı ile onların defter-i a´mâline vefâtlarından sonra hasenâtı yazdırmakla ve ahirette onlara derecesine göre şefaat etmekle bahtiyar evlât olurlar” diyor. Yani boşluk kabul etmeyen hayatta, çocuklarımız ya Kur´ân´ın tezgâhında veyahut da felsefenin avucunda eğitilecekler. Müslüman bir çocuğun dinsiz felsefeden aldığı derslerle genellikle “anarşist” olduğunu gözlerimizle görüyoruz… Avrupalı yetkililerin kendilerinden en çok şikâyetçi olduğu gençler de bunlar değil mi? Avrupa polisinin Kur´ân eğitimiyle ve Müslümanlarla bir meselesi yok. Bu hakikati Fransa ve Almanya emniyetleri çoktan kabul ettiler. Daha henüz kabul ettiremediğimiz bir husus daha var: “Müslüman kökenli bir çocuğun serseri ve anarşist olmaması için Kur´ân ahlâkını alma şartı…” Bir adım öne çıkarak ve ellerimizdeki nümuneleri göstererek bunu da başarabiliriz. Onlar da zaten manen bizden bunu bekliyorlar… Bu çocukların doğu ile batı arasındaki sıkışmalarından onlar da memnun değil. Fakat çözümü bilmiyorlar.
Çözümü birlikte aramaya devam edeceğiz.
01.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|