Birçok insan hayatının bir merhalesini vatandan uzak yaşama durumunda kalmıştır. Kimi okuma, kimi resmî görev, kimi de ekmek parası için yurdundan uzaklaşmıştır. Dili farklı, kültürü farklı, hatta dini farklı olan garip diyarlarda yaşama mücadelesi vermiştir.
Ancak bu insanların gurbete gidişleri kendi iradeleriyle olduğu gibi, dönüşleri de kendi iradelerine bağlı olmuştur çoğu zaman. Tayin ettikleri gayeye ulaştıktan sonra, veyahut “Yeter artık! Gurbet acısı dayanılmaz oldu; yurduma döneceğim” dediklerinde, hür semasında bayrağın dalgalandığı vatana dönmüşlerdir kolaylıkla.
Oysa ki, kökünden koparılarak sürgüne gönderilenler için durum çok daha farklı olmuştur. Vatanı olduğu halde vatansız olmak; dönmek isteyip de dönememek tahammül edilemez bir acıdır. Bu insanlar, umutsuzluk ve çaresizlik yüzünden yaşamak zorunda oldukları toplumun bir parçası olma gayreti göstermişlerdir. İsimlerinin dahi doğru telaffuz edilemediği bir topluma uyum sağlayabilmek için, alışık oldukları yaşama stillerini, kılık-kıyafetlerini değiştirmişlerdir.
Buna rağmen, ne tam olarak onlardan biri olabilmişlerdir; ne de tam olarak kendileri. “In Search of Fatima: A Palestinian Story” adlı kitabında Filistinli yazar Ğade Karmi, içine düştüğü bu ikilemi gayet müessir bir şekilde dile getirir. Siyonist katliamından kurtulmak için 1948’de Filistin’i terk etmek zorunda kalan Karmi ailesi önce Suriye’ye, daha sonra Londra’ya göç etmiş. O yıllarda henüz çok küçük olan Ğade, olayların pek farkına varamamış. Farklı olduğunun ilk işaretlerini ergenlik çağlarında görmeye başlamış.
Eğitimini İngiliz okullarında yapan Ğade, edebiyatı çok sevdiğinden bir defasında okuma yarışmasına katılır. İyi bir derece alabilmek için haftalar boyunca bu yarışmaya hazırlanır. Ve sonunda finale kalır. Sonucu açıklayan hakem, “Gerçekte küçük kara kız daha iyi okudu. Ancak İngilizce okuma ödülünü İngiliz olmayan birine vermeye gönlüm razı olmuyor” diyerek, ağzıyla kuş tutsa dahi, Ğade’nin bir İngiliz olamayacağını hissettirir Ğade’ye (s. 246).
Ğade Karmi yaban topraklarında bitmiş olan bir gül misalidir. Bilinçli bir şekilde kökleri sulanmadığı için esen rüzgârlara karşı kendisini koruyamaz. Her defasında bir yaprağını kaybeder. Giderek kim olduğunu unutur. Daha doğrusu unutmak ister. Müslüman olduğunu dahi unutmak ister. Tabiî bunun sebebi ona bilinçli bir din eğitimi vermemiş olan ailesidir.
Allah’ın varlığından şüphe eder hale gelen Ğade, İslâmın yasaklarını bir dizi tabu olarak görmeye başlar. Ve bu tabuları kırmaya gayret gösterir. İlk işi domuz eti yemek olur. Bunu içki içmek takip eder. Ğade burada kalmaz. Daha da ileri giderek evlilik dışı ilişkide bulunur. Ğade için bir tek şey kalmıştır tabusu kırılmamış olan, o da Müslüman olmayan biriyle evlenmektir. Ailesinin, özellikle de annesinin tüm itirazlarına rağmen, tıp fakültesinden arkadaşı olan İngiliz John ile evlenir.
Ğade’nin bu yaptıklarının altında yatan şey, kendisini İngiliz toplumuna kabul ettirme zaafıdır kuşkusuz. Fakat bütün bunlar boşa gider. Arap kimliği bir hayalet gibi takip eder kendisini. Asıl kimliğini söylememeye gayret gösteren Ğade, hastanede görev yaptığı zamanda hastalarından biri nereden geldiğini sorar bir defasında. Ğade “Filistin” diye ağzından kaçırır. Kadın, “Siz bizim düşmanımızsınız; bizi öldüreceksiniz” diye bas bas bağırır.
Ğade kendisini bir hayalet gibi takip eden Arap kimliğinden bir türlü kurtulamaz. Araplar hakkında söylenen en küçük bir söz onu rahatsız etmeye başlar.Özellikle de, 1967 Arap-İsrail savaşı esnasında.
İsrail’in Doğu Kudüs’ü ele geçirip Kubbetüs-Sahra’nın tepesine bayrak dikmesi Gade’yi can evinden vurur. Halasını ziyaret etmeye gittiklerinde, akranlarıyla beraber Harem-i Şerif avlusunda bulunan selvilerin arasında saklambaç oynadıkları çocukluk günleri canlanır zihninde (s. 370).
Londra’daki çevresinde, çeşitli milletlere mensup olan Musevi dininden birçok insan vardır tanıdığı. Savaş esnasında ve sonrasında bunların tümü birden İsrailli kesilir. Ve İsrail’in Mısır savaş uçaklarını daha havalanmadan imha etmesini, Golan tepelerini, Sina Yarımadasını ele geçirmesini büyük bir çoşkuyla karşılarlar...
Kimse anavatanı elinden giden Ğade’nin ne hissettiğine aldırış dahi etmez. Kocası da bu gruptan farklı davranmamıştır. Karısının Filistin asıllı olduğunu bilen John, onu teselli etme zahmetine dahi katlanmaz. İşte burada Ğade yıkılır.
John ile evliliğinin daha fazla yürüyemeyeceğinin sinyallerini hisseder kalbinde. Çok fazla sürmeden de boşanırlar.
Ğade, ablası Siham’ın eğitimini tamamlayıp (1959) Arap diyarlarına gitmek istemesine hak vermeye başlar. Oysa ki, ne kadar da şiddetle karşı çıkmıştı ablasının dönüş fikrine. Kardeşinin bu şiddetli tepkisine cevap veren Siham, “Benim niye gitmek istediğimi anlamak istiyor musun? Bu ülkede ne kadar uzun yaşasam yaşayayım, hiç bir zaman onlardan biri olamayacağım. İşte bu yüzden gidiyorum” demişti (s. 308).
Savaştan sonra yavaş yavaş Filistin kimliğine dönen Ğade Karmi, Filistin dâvâsını Avrupa’daki çeşitli platform’larda anlatmaya başlar.
1976’da Beyrut’a giderek Yaser Arafat’la görüşür. Arafat’ın “Zafere kadar mücadele!” sloganı kendisine çok tesir eder. Bu gezide Filistin mülteci kamplarını da ziyaret eder. 1993 yılında bir turist olarak anavatana gider. Babasının memleketi Tulkarem’i, annesinin memleketi Nazareth’i, Salâhaddin Eyyubi’nin Haçlı ordularını darmadağın ettiği Hıttın’i ve Kudüs’ü ziyaret eder. Ablası Siham’ın kendisine vermiş olduğu eski haritayı kullanarak 1948’e kadar ikamet etmiş olduğu ve o güzelim çocukluk günlerinin geçtiği evlerini bulur.
Bulur, ama evde bir Yahudi aile oturmaktadır. Rica minnet, sadece evin içine bir göz atmasına izin verirler. Evinin bulunduğu mahalle ve sokak artık eskisi gibi değildir. Burada oturan insanlar da farklıdır. Ortadoğulu olmayan simalar görür sokaklarda.
Ve kendisini Kudüs’te yabancı hisseder. Aynen Londra’da olduğu gibi! Kudüslüdür, ama Kudüs hatıralarındaki Kudüs değildir. Londra’da yaşar, ama bir Londralı değildir!
Gönlü hüzün dolu olarak Harem-i Şerif’e bakan oteline geri döndüğünde, kuvvetli bir ses işitir. Sesin ne olduğunu anlamak için camları açar. Duyduğu ses ezan sesidir.
Allahü ekber! Allahü ekber! Allahü ekber! Allahü ekber!
O anda, “Allah’tan başka ilâh yoktur. Muhammed Onun Resülüdür” demenin tadını, bir hadis-i şerifin işaret ettiği gibi “Halavetel İman”ı hisseder. Ve bu güzel duygunun sıcaklığı tüm benliğini sarar (s. 451).
Kaynak:
Ğade Karmi, “İn Search of Fatima: A Palestinian Story, Verso 2002
31.07.2008
E-Posta:
|