"Gerçekten" haber verir 31 Temmuz 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Suna DURMAZ

Sürgün



Birçok insan hayatının bir merhalesini vatandan uzak yaşama durumunda kalmıştır. Kimi okuma, kimi resmî görev, kimi de ekmek parası için yurdundan uzaklaşmıştır. Dili farklı, kültürü farklı, hatta dini farklı olan garip diyarlarda yaşama mücadelesi vermiştir.

Ancak bu insanların gurbete gidişleri kendi iradeleriyle olduğu gibi, dönüşleri de kendi iradelerine bağlı olmuştur çoğu zaman. Tayin ettikleri gayeye ulaştıktan sonra, veyahut “Yeter artık! Gurbet acısı dayanılmaz oldu; yurduma döneceğim” dediklerinde, hür semasında bayrağın dalgalandığı vatana dönmüşlerdir kolaylıkla.

Oysa ki, kökünden koparılarak sürgüne gönderilenler için durum çok daha farklı olmuştur. Vatanı olduğu halde vatansız olmak; dönmek isteyip de dönememek tahammül edilemez bir acıdır. Bu insanlar, umutsuzluk ve çaresizlik yüzünden yaşamak zorunda oldukları toplumun bir parçası olma gayreti göstermişlerdir. İsimlerinin dahi doğru telaffuz edilemediği bir topluma uyum sağlayabilmek için, alışık oldukları yaşama stillerini, kılık-kıyafetlerini değiştirmişlerdir.

Buna rağmen, ne tam olarak onlardan biri olabilmişlerdir; ne de tam olarak kendileri. “In Search of Fatima: A Palestinian Story” adlı kitabında Filistinli yazar Ğade Karmi, içine düştüğü bu ikilemi gayet müessir bir şekilde dile getirir. Siyonist katliamından kurtulmak için 1948’de Filistin’i terk etmek zorunda kalan Karmi ailesi önce Suriye’ye, daha sonra Londra’ya göç etmiş. O yıllarda henüz çok küçük olan Ğade, olayların pek farkına varamamış. Farklı olduğunun ilk işaretlerini ergenlik çağlarında görmeye başlamış.

Eğitimini İngiliz okullarında yapan Ğade, edebiyatı çok sevdiğinden bir defasında okuma yarışmasına katılır. İyi bir derece alabilmek için haftalar boyunca bu yarışmaya hazırlanır. Ve sonunda finale kalır. Sonucu açıklayan hakem, “Gerçekte küçük kara kız daha iyi okudu. Ancak İngilizce okuma ödülünü İngiliz olmayan birine vermeye gönlüm razı olmuyor” diyerek, ağzıyla kuş tutsa dahi, Ğade’nin bir İngiliz olamayacağını hissettirir Ğade’ye (s. 246).

Ğade Karmi yaban topraklarında bitmiş olan bir gül misalidir. Bilinçli bir şekilde kökleri sulanmadığı için esen rüzgârlara karşı kendisini koruyamaz. Her defasında bir yaprağını kaybeder. Giderek kim olduğunu unutur. Daha doğrusu unutmak ister. Müslüman olduğunu dahi unutmak ister. Tabiî bunun sebebi ona bilinçli bir din eğitimi vermemiş olan ailesidir.

Allah’ın varlığından şüphe eder hale gelen Ğade, İslâmın yasaklarını bir dizi tabu olarak görmeye başlar. Ve bu tabuları kırmaya gayret gösterir. İlk işi domuz eti yemek olur. Bunu içki içmek takip eder. Ğade burada kalmaz. Daha da ileri giderek evlilik dışı ilişkide bulunur. Ğade için bir tek şey kalmıştır tabusu kırılmamış olan, o da Müslüman olmayan biriyle evlenmektir. Ailesinin, özellikle de annesinin tüm itirazlarına rağmen, tıp fakültesinden arkadaşı olan İngiliz John ile evlenir.

Ğade’nin bu yaptıklarının altında yatan şey, kendisini İngiliz toplumuna kabul ettirme zaafıdır kuşkusuz. Fakat bütün bunlar boşa gider. Arap kimliği bir hayalet gibi takip eder kendisini. Asıl kimliğini söylememeye gayret gösteren Ğade, hastanede görev yaptığı zamanda hastalarından biri nereden geldiğini sorar bir defasında. Ğade “Filistin” diye ağzından kaçırır. Kadın, “Siz bizim düşmanımızsınız; bizi öldüreceksiniz” diye bas bas bağırır.

Ğade kendisini bir hayalet gibi takip eden Arap kimliğinden bir türlü kurtulamaz. Araplar hakkında söylenen en küçük bir söz onu rahatsız etmeye başlar.Özellikle de, 1967 Arap-İsrail savaşı esnasında.

İsrail’in Doğu Kudüs’ü ele geçirip Kubbetüs-Sahra’nın tepesine bayrak dikmesi Gade’yi can evinden vurur. Halasını ziyaret etmeye gittiklerinde, akranlarıyla beraber Harem-i Şerif avlusunda bulunan selvilerin arasında saklambaç oynadıkları çocukluk günleri canlanır zihninde (s. 370).

Londra’daki çevresinde, çeşitli milletlere mensup olan Musevi dininden birçok insan vardır tanıdığı. Savaş esnasında ve sonrasında bunların tümü birden İsrailli kesilir. Ve İsrail’in Mısır savaş uçaklarını daha havalanmadan imha etmesini, Golan tepelerini, Sina Yarımadasını ele geçirmesini büyük bir çoşkuyla karşılarlar...

Kimse anavatanı elinden giden Ğade’nin ne hissettiğine aldırış dahi etmez. Kocası da bu gruptan farklı davranmamıştır. Karısının Filistin asıllı olduğunu bilen John, onu teselli etme zahmetine dahi katlanmaz. İşte burada Ğade yıkılır.

John ile evliliğinin daha fazla yürüyemeyeceğinin sinyallerini hisseder kalbinde. Çok fazla sürmeden de boşanırlar.

Ğade, ablası Siham’ın eğitimini tamamlayıp (1959) Arap diyarlarına gitmek istemesine hak vermeye başlar. Oysa ki, ne kadar da şiddetle karşı çıkmıştı ablasının dönüş fikrine. Kardeşinin bu şiddetli tepkisine cevap veren Siham, “Benim niye gitmek istediğimi anlamak istiyor musun? Bu ülkede ne kadar uzun yaşasam yaşayayım, hiç bir zaman onlardan biri olamayacağım. İşte bu yüzden gidiyorum” demişti (s. 308).

Savaştan sonra yavaş yavaş Filistin kimliğine dönen Ğade Karmi, Filistin dâvâsını Avrupa’daki çeşitli platform’larda anlatmaya başlar.

1976’da Beyrut’a giderek Yaser Arafat’la görüşür. Arafat’ın “Zafere kadar mücadele!” sloganı kendisine çok tesir eder. Bu gezide Filistin mülteci kamplarını da ziyaret eder. 1993 yılında bir turist olarak anavatana gider. Babasının memleketi Tulkarem’i, annesinin memleketi Nazareth’i, Salâhaddin Eyyubi’nin Haçlı ordularını darmadağın ettiği Hıttın’i ve Kudüs’ü ziyaret eder. Ablası Siham’ın kendisine vermiş olduğu eski haritayı kullanarak 1948’e kadar ikamet etmiş olduğu ve o güzelim çocukluk günlerinin geçtiği evlerini bulur.

Bulur, ama evde bir Yahudi aile oturmaktadır. Rica minnet, sadece evin içine bir göz atmasına izin verirler. Evinin bulunduğu mahalle ve sokak artık eskisi gibi değildir. Burada oturan insanlar da farklıdır. Ortadoğulu olmayan simalar görür sokaklarda.

Ve kendisini Kudüs’te yabancı hisseder. Aynen Londra’da olduğu gibi! Kudüslüdür, ama Kudüs hatıralarındaki Kudüs değildir. Londra’da yaşar, ama bir Londralı değildir!

Gönlü hüzün dolu olarak Harem-i Şerif’e bakan oteline geri döndüğünde, kuvvetli bir ses işitir. Sesin ne olduğunu anlamak için camları açar. Duyduğu ses ezan sesidir.

Allahü ekber! Allahü ekber! Allahü ekber! Allahü ekber!

O anda, “Allah’tan başka ilâh yoktur. Muhammed Onun Resülüdür” demenin tadını, bir hadis-i şerifin işaret ettiği gibi “Halavetel İman”ı hisseder. Ve bu güzel duygunun sıcaklığı tüm benliğini sarar (s. 451).

Kaynak:

Ğade Karmi, “İn Search of Fatima: A Palestinian Story, Verso 2002

31.07.2008

E-Posta:




Şaban DÖĞEN

İşi ehline verme hassasiyeti



İSLÂM her hâl ü kârda işi ehline vermeyi emreder. Tâ ki işler güzel, mükemmel, sağlam olsun; bundan hem İslâm, hem Müslümanlar fayda görsün. Ehilsiz ellerdeki işler hakkını, sahibini bulamadığı için fayda yerine zarar getirir. “Ehil ellere verilmediğinde Kıyameti bekleyin” hadis-i şerifi ne kadar anlamlı.

İslâmı iyi anlayan İslâm büyükleri diğerlerine olduğu gibi İslâmın bu emrine de sımsıkı sarılmışlar, İslâmın yücelmesini sağlamışlardır.

Yusuf Hakiki, meşhur mürşid Şeyh Hamid Veli’nin oğluydu. Babasının giderayak kendisini vekil olarak bırakmasını heyecanla bekliyordu. Ne var ki babası onu değil Hacı Bayram-ı Veli’yi vekil bırakmıştı. Kırılmıştı babasına Yusuf Hakiki. Asık bir suratla dergâhın bahçesinde kuyudan su çekerken gören babası memnuniyetsizliğini anlamış, onu yanına çağırıp şu gerçekleri hatırlatmıştı: “Bak evlâdım! Hz. Peygamberin (asm) yolu bellidir. Devlet yönetimi, san’at ve manevî işlerde işi ehline vermek gerekiyor. Veliahdı kabiliyetli kişilerden seçmek İslâmın emridir.

“Hacı Bayram-ı Veli hakikate daha fazla âşinadır. Talebeleri yetiştirmede daha yeteneklidir.

“Sana karşı evlâd sevgim tartışma götürmez. Ancak bu beni doğru yoldan, görevimi yapmaktan alıkoymaz.”

Çok doğruydu Şeyh Hamid Veli’nin söyledikleri. Oğlunu da, mümtaz ve yetenekli talebesi Hacı Bayram-ı Veliyi de çok iyi tartmış, vekilliğe Hacı Bayram-ı Veli’nin daha ehil olduğunu görmüştü.

Oğlu ise buna da, bu sözlere de dayanamamıştı: “Peki babacığım,” dedi. “Nice padişah gelip geçmiş. Onlar senin gibi bir dergâhı değil koca koca devletler idare etmişler ve devlet idaresini evlâtlarına bırakmışlar. Bunlar İslâmı bilmiyorlar mıydı? Resûlullahın (asm) yolundan, Sünnetinden habersiz miydiler?”

Bu sözler doğruydu. Ancak babasının nazarında kendisinin vekil olmasına yeterli bir sebep değildi. Babası buna da güzel bir cevap verdi:

“Bak evlâdım, isabetli bir noktaya parmak bastın. Ama Hz. Peygamberin sünneti, idareyi en liyakatli, en muktedir insana vermeyi emreder. Ama maalesef saltanatla birlikte kötü bir çığır açılmış ve hâlen de sürdürülmektedir. Doğrusu bu değil. Vakıanın öyle olması bizi gerçeklerden uzaklaştırmamalı. Hikmet gereği her şey yerli yerinde olmalı, elması kuyumcunun örsüne, bakırı da sultanın tacına koyma cehaletine girilmemelidir.”

Bu sözler Yusuf Hakiki’yi yatıştırmaya yetmişti. O da diğerleri gibi Hacı Bayram-ı Veli’ye talebe olmuş, birlikte güzel hizmetlere vesile olmuşlardı.

31.07.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Avusturya’da İslâmiyet



Avusturyalıların büyük bir çoğunluğu Hıristiyan. Yüzde 78’i Romen Katolik, yüzde 5’i Protestan. Yüzde 4,5’i ise diğer dinlere mensup. Resmî bilgilere göre yüzde 9’u dinsiz.

Avusturyalılar İslâmiyetle; Osmanlılar’ın Güney Avrupa’ya yaptığı fetihler sayesinde yüzyüze geldi. Kurulan ilk ticarî ilişkiler ise 1600’lü yıllara dayanır. 1674 yılında Viyana Üniversitesi’nde şark dilleri öğretimi başlar. 1730’lu yıllarda Viyana’da bir Müslüman Tüccarlar Kolonisi kurulur. 1782 yılında Avusturya İmparatorluğu, Müslümanlar için bir “Müsamaha Fermanı” yayımlar. Böylece İslâm dinine hukukî bir statü kazandırılmış olur. Avusturya’nın ilk defa Müslüman bir nüfusa sahip olması 1878 yılında yapılan Berlin Kongresi’nde, Bosna Hersek’in Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun sınırları içerisinde kalması sonucunda gerçekleşir. Avusturya, 15 Temmuz 1912 tarihinde çıkardığı bir kanunla İslâm dinini resmen tanır. Kanun gereği Viyana’da bir Müftülük teşkilâtı oluşturulur.

I. Dünya Savaşı’ndan sonra Müslümanlar, “İslam Kültür Cemiyeti” gibi yeni kurumlar oluşturur. Bu dernek, II. Dünya Savaşı’na kadar faaliyetlerini sürdürür. 1938 yılında Naziler Avusturya’yı işgal edince, diğer bütün kurumlar gibi “İslam Kültür Cemiyeti” de kapatılır. Faşist yönetim İslâm dininin resmi statüsünü ortadan kaldırır.

Naziler’in lağvettiği İslâmî müesseselerin yeniden oluşturulması çok uzun zaman alır. 1950 yılında “Avusturya İslam Cemiyeti” adı altında kurulan dernek hem çok etkili olamamış, hem de faaliyetlerini 1962 yılına kadar sürdürebilmiş. Asıl hareketlilik, işçi göçünün sonuçlarının ortaya çıktığı yıllarda yaşanır. 1960’lardan itibaren Türkiye ve Kuzey Afrika ülkelerinden işçi talep eden Avusturya genelinde Müslümanların sayısı yeniden artmaya başlar.

1968 yılında, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu Müslüman ülkelerin büyükelçileri tarafından, Avusturya’da yaşayan Müslümanların dinî, sosyal ve kültürel ihtiyaçlarının karşılanabilmesi amacıyla bir İslam Merkezi tesis edilmesi yönünde bir çalışma başlatılır. Ancak on yıl sonra, 1979 yılında Viyana’da bir İslam merkezi kurulur. Müslümanları temsil yetkisi, Avusturya İslam Diyanet Teşkilatı (Islamische Glaubensgemeinschaft in Österreich) adlı bu kurumundur. Teşkilat içinde ve yönetiminde Arap ve Kuzey Afrika kökenli göçmenler etkilidir.

Avusturya’daki Müslüman nüfus

İlgililerin verdiği rakamlara göre Avusturya’da yaşayan Müslümanların sayısı 339 bin civarında. Bu, Avusturya nüfusunun yüzde 4,2’sine tekabül ediyor. Ülke çapındaki Müslümanların yaklaşık yüzde 83’ünü Türkiyeli göçmenler teşkil ediyor. Bu da yaklaşık 280 bin kişiye tekabül ediyor.

Avusturya’nın 9 eyaletindeki dağılıma şöyle: Toplam 2 bin 382 belediyenin 41 tanesinde Müslüman nüfusun oranı yüzde 11 civarında. Batı Avusturya’da kalan Vorarlberg eyaletinin yüzde 8,4’ü Müslüman.

Onu yüzde 7,8 Viyana izliyor. Viyana’daki Müslüman nüfus 140 bin olarak veriliyor. Toplam 23 belediyeden oluşan Viyana’da Müslümanlar’ın en yoğun yaşadığı semt, yüzde 14,7 oranı ile Rudolfsheim (yani 15. Viyana). Onu yüzde 14,1 ile Brigittenau (yani 20. Viyana) izliyor. Ottakring yani 16. Viyana’da Müslümanlar’ın nüfusa oranı yüzde 12,7; Margaretten’de (5. Viyana) yüzde 11,9; Favoritten’de (10. Viyana’da) yüzde 11,2. Yukarı Avusturya eyaletindeki Wels kentinde yaşayan Müslümanların genel nüfusa oranı yüzde 10,2; Steyr kentinde ise yüzde 8,2.

Camilerin statüsü ve konumu

Cuma Namazını Viyana’daki Diyanet camiinde kıldık. Namazdan sonra hem emekliler, hem de gençlerden bazıları ile görüştük; problemlerini tesbit etmeye çalıştık.

Bütün Avrupa’da olduğu gibi, tabiî olarak Müslüman göçmenlerin ilk yıllarında mescitleri de yokmuş. İbadet ihtiyacını karşılamak için, çalışılan fabrikaların barakalarında derme çatma mescitler yapılmış. Daha sonra mescitler için giriş katları kiralanmış.

Katlar mülk edinilir olduğunda, buralar artık cami-i olarak anılmaya başlanmış. Katın bir bölümü dükkân ya da market, bir bölümü kahve ya da kantin, bir bölümü de ibadet yeri olarak tasarlanmış.

31.07.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Dayanılmaz baskılar



Başta da ifade ettiğimiz gibi, Üstad Bediüzzaman'ın Emirdağ Hayatına ve bilhassa buradaki ilk günlere dair kullandığı ifadeler son derece düşündürücü ve dikkat çekicidir.

Meselâ, Emirdağ Lâhikası'nın daha ilk mektuplarında, Hazret–i Üstad, çok şiddetli bir sıkıntıya mâruz bırakıldığını, Emirdağ'da geçen her bir günün Denizli'deki hücre hapsinin bir ayı kadar eziyetli geçtiğini, zaten yirmi yıldır hapis azabı çektiğini, şimdi ise tazyikatın daha da şiddetlendirildiğini, bu vaziyetin ise gayretullaha dokunup bir belâya sebebiyet vermesinden korkulduğunu ifade ediyor. (Age, s. 17)

Ayrıca, bir türlü sonu gelmeyen baskılar, hatta kan dökmeye ve illâ da bir cinayet işlettirmeye yönelik şeytanî planlar sebebiyle, bir müddet önce tahliye edildiği Denizli zindanına dönmek ve bundan sonraki hayatını orada geçirmek ister bir hale geldiğini söyleyen Hazret–i Bediüzzaman, mümkünse oradaki dostların bu meyanda bir teşebbüste bulunmalarını ve kendisinin yeniden bir bahane ile hapishaneye gönderilmesini tavsiye ediyor.

Demek ki, Emirdağ'da giderek ağırlaştırılan durum, bu derece bir ciddiyet ve ehemmiyet arz ediyor.

İşte, biz de Emirdağ'a yaptığımız seyahat esnasında görüştüğümüz canlı şahitlere özellikle bu durumu sorduk. Dedik ki: O tarihte burada neler oldu, Üstad Bediüzzaman ne gibi muamelelere mâruz bırakıldı ki, çektiği sıkıntılardan bu derece bîzâr olduğunu ifade ediyor? Neden, bir günün bir ay hapis kadar sıkıntılı geçtiğini, neden kendisinin işkenceli bir azaba ve katmerli bir zulme mâruz bırakıldığını söylüyor? Siz bu mânâda ne gibi hallere, ne tür hadiselere şahit oldunuz?

Bu can alıcı hususlarla alakalı olarak, gerek Mahmud Çalışkan, gerek Ahmed Urfalı ve gerekse Emirdağ'daki yaşlı başka zatlardan edindiğimiz intıba ve bizzat aldığımız bilgilerin bir hülâsası şudur:

Bediüzzaman Said Nursî, sürgün (menfa) olarak Emirdağ'a gönderildikten sonra, münafıkların ve gizli zındıkların iğfalleri sebebiyle devlet ve hükümet birimleri en üst seviyede tayakkuza geçirilir. Ortalık casustan geçilmez olur. Her tarafta resmî ve sivil polisler kol gezer. Üstad'ın yanına kimse yaklaştırılmamaya çalışılır. Yerliler karakola çağrılarak, onlara gözdağı verilir. Dışarıdan gelen ziyaretçiler ise, hem tehdit edilir, hem de geri dönmeyip ziyaretini yapmak isteyenlere dayak atılır, bazılarına ciddî sûrette işkence çektirilir.

Aynı zaman zarfında, Emirdağ'a ceberrut bir kaymakam ile tam zorba olan bir karakol komutanı tayin edilir. Bunların her ikisi de merkezden görevlendirilmiş ve kelimenin tam anlamıyla dolduruşa getirilmiş kimselerdir. Suçu Bediüzzaman'a yükletecek bir hadise çıkarma peşindeler. Şehy Said veya Menemen hadisesi gibi kanlı bir hadisenin yaşanmasını istiyorlar. Böylesi bir planlı maksata alet olmuş durumdalar. Sonradan itiraf ettikleri gibi, Bediüzzaman'ı imha etmek için Emirdağ'a gönderilmişler.

İhanet ve imha planları bunlarla da sınırlı değil. Sık sık kırlara çıkmak isteyen Üstad Bediüzzaman'ı her türlü baskıcı yöntemlerle takip ederek, halkı ondan soğutmaya çalışırlar. Zaman zaman tepesinden jet uçaklarını uçurtur, ortalığı velveleye verirler. Keza, defalarca yemeğine zehir katarak onu öldürmek isterler. Bu da yetmez, olmadık iftiralarla onun izzetini, haysiyetini kırmaya yeltenirler. Öyle zaman gelir ki, dışarıya çıkmasına, hatta Cuma namazı için camiye çıkamsına dahi müsaade etmezler. Kapısında nöbet tutturup bilfiil müdahalede bulunurlar.

Bütün sıkıntı ve zorbalıklar, esasında hiç çekilecek gibi değil...

Fakat, Cenâb–ı Hat, Bediüzzaman Hazretlerine ihsan etmiş olduğu emsâlsiz sabır kuvveti, bütün bu tazyikata mukabele etmeye yettiği gibi, hainane bilumum planlarını da bozmuş, altüst etmiştir.

(Devamı var)

Tarihin yorumu = Tarihin yorumu

Mezheb imamı Ahmet bin Hanbel

Büyük imamlardan Ahmed bin Hanbel Bağdat'ta vefât etti. Ehl–i Sünnet ve'l–Cemaatin amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin kurucusudur. Aslen Merv'lidir. Miladî 780 yılında Bağdat'ta doğdu. 85 yaşında iken yine aynı yerde vefât etti.

Küçük yaştan itibaren ilimle meşgul olan Ahmed bin Hanbel'i pekçok âlim medh û senâ ile takdir eder. Ders verip yetiştirdiği âlimlerin sayısı dokuz yüzü bulur. Bir milyon kadar hadis–i şerifi ezbere bildiği belirtilir. Eserlerinden bazıları şunlardır: Müsned (30 bin hadis ihtiva eder), Kitâbü's–Sünne, Kitâbü's–Salât.

31.07.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet C. GÖKÇE

Mü’minin miracı



Kur’ân-ı Kerim’in 17. sûresi İsrâ Sûresi olup şu âyet-i kerimeyle başlamaktadır:

“Bir gece, kendisine bazı delillerimizi gösterelim diye kulu Muhammedi, Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren O zatın şanı ne yücedir! Bütün eksikliklerden uzaktır O! Gerçekten, her şeyi işiten, her şeyi gören O’dur.”

Olağanüstü bir mucize olan ve Hz. Peygamber’e (asm) büyük bir mükâfat niteliği taşıyan bu muazzam olay, hicretten bir buçuk sene kadar önce Recep ayının 27. gecesinde vuku bulmuştur.

Evet, gerçekten Hz. Hatice annemiz ile Peygamberimizin koruyucusu ve amcası Ebû Talib’in vefatlarının meydana geldiği hüzün yılından sonra bahşedilebilecek en büyük mükâfat sayılır.

İsra sözcüğü “gece yürüyüşü”; mirac sözcüğü de “yükselme” anlamlarını ifade eder. Bu yüzden olayın her iki aşamasını birden dile getirmek istediğimizde “İsra ve Mirac Mucizesi” tabirini kullanırız.

Bu muazzam hadiseyi anlatan yukarıdaki âyet-i kerimede yer alan “kul” sözcüğü gerçekten çok dikkat çekicidir. Sûrenin bütününe ismini veren isra olayının ilk âyet dışında doğrudan konu edilmemesi ve bu harika nimete mazhar kılınan Zatın “kulluk” özelliğinin vurgulanması son derece anlamlıdır. Hz. Peygamber’in elde ettiği yüce makamların “kulluğu” vurgulanmak sûretiyle nazara verilmesi ve sûrenin ilk âyeti olarak dikkatlere sunulması sûrenin diğer âyetlerine bu gözle bakılmasını gerektirmektedir.

Yani, sûrede anlatılan konular mü’mini bir nevî miraca yükseltecek ve güzellikler ülkesine ulaştıracaktır.

Örneğin, İsrailoğulları ile diğer bozguncuların cinayetleri anlatılırken böyle olumsuzluklardan kaçınmak sûretiyle gerçek kul olunabileceğine ve bu sûretle İlâhî huzura ulaşılabileceğine işaret edildiği gibi Hz. Musa (as) ve Hz. Nuh (as) gibi büyük şahsiyetlerden söz edilirken bunların örnek alınması gerektiği belirtilmiş olmaktadır.

Ayrıca sûrede dile getirilen namaz kılmak, anne-babaya iyilikte bulunmak, Allah yolunda infak etmek, şefkatli ve güzel sözlü olmak gibi bir dizi ölçü ve prensibin de mü’minin miracı olabileceği ve bu sayede gerçek kul mertebesine ulaşabileceği açıklanmaktadır.

Mü’minin miracı sayılabilecek ve onu yücelikler iklime yükseltebilecek israftan kaçınma, zinaya yaklaşmama, rızık endişesiyle İlâhî sınırı çiğnememe, ölçü ve tartıda adaletli olma ve benzeri hükümlere de bu gözle bakmak gerekir.

Bu bakımdan İsra ve Mirac mucizesiyle taltif edilen Hz. Peygamberin (asm) kulluğunun nazara verilmesi ve hemen ardından bir kısmını yukarıda anlattığımız temel ilke ve prensiplerin anlatılması gerçek kul olmanın koordinatlarını belirlemekte ve yol haritasını çizmektedir.

Şu halde İlâhî huzura huzurlu olarak varmamızın ve miraca ermemizin ön şartı insan haklarına saygılı olmak, zulümden kaçınmak, yasaklardan uzak durmak, görev ve sorumluluklarımızı yerine getirmek, ölçü ve tartıda dikkatli olmak, israf ve cimrilikten uzaklaşmak, anne ve baba hukukuna riâyet etmek; kısacası emredilenleri yapıp yasak bölge sınırları içerisine girmemektir.

Geçen Miraç Kandilinizi bu duygu ve düşüncelerle tebrik ediyorum.

Topyekûn İlâhî rahmet ve berekete uruc etmemiz/yükselmemiz ve gerçek kul olabilmemiz duâsıyla…

31.07.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Unutalım gitsin mi?



Problemlerle karşılaşınca onu görmemek, hasır altı etmek ya da ötelemek de bir yoldur. Ama bu şekilde problemlerle başa çıkabilir miyiz? Kolay yolun; problemleri görmemek, duymamak, işitmemek olduğu zannedilse de uzun dönemde bu yolun zor yol olduğu anlaşılır. Anlaşılır, ama bu defa da iş işten geçmiş olur.

Cemiyeti en az terör kadar, belki de daha fazla tehdit eden başka tehlikelerle de karşı karşıyayız. Bu tehlikelerden biri de alkol kullanma alışkanlığıdır. Sigara gibi ‘küçük’ bir düşmanı dost görmekle ilerlenen bu yol, uzun dönemde alkollü içki ve daha sonra da uyuşturucu/öldürücü kullanmaya kadar varabilir.

Bu ciddî tehdit ve tehlike karşısında sergilenen vurdum duymaz hal, insanı üzüyor. Gazetelerde yer alan ve her geçen gün daha da artan alkollü içki reklamları, gençleri tehlikelerden muhafaza için kurulan dernek, vakıf ve gönüllü kültür kuruluşlarını da harekete geçirmiyor. Sanki normalmiş gibi, gazetelerde yer alan alkollü içki reklamları devam ediyor. Sorulduğunda da “Eh, kanunda boşluk var, yönetmelik eksik, teşvik edici reklamların yayınlanmasa engel oluruz” gibi beylik laflar ediliyor.

Zaman zaman bu konuyu gündeme getirip, TBMM’ye, milletvekillerine ve sivil toplum kuruluşlarına da çağrı yapıyoruz. Ne var ki bu güne kadar bu çağrılara makul bir cevap alamadık. Hatta, bu konuda faaliyet gösteren bir STK sorumlusunu bizzat arayıp, böyle önemli bir konuda kampanya açmayı düşünüp düşünmediğini sormuştuk. “Şu anda devam eden bir kampanyamız var, önümüzdeki ay başında o konuda bir kampanya açmayı planlıyoruz, bu işin takipçisi olacağız” demişti. İfade edilen ‘ay başı’ndan sonra bir tam ay daha geçti ve alkollü içkilerin reklamlarını durdurmaya yönelik bir kampanya açıldığını görmedik, duymadık. Bu arada böyle bir kampanya açıldığını duyan ya da gören varsa, bizleri de haberdar etmesini bekleriz...

Eğer başkaları gibi bizim de bu tehlikeyi unutmamızı, görmezden gelmemizi, gündeme taşımamamızı bekliyorlarsa yanılıyorlar. İmkân ve fırsat buldukça, alkollü içki reklamları yapıldığı sürece biz de bu yanlışı hatırlatmaya devam edeceğiz. Başkaları yapmasa da!

Çünkü biliyor ve inanıyoruz ki, alkollü içki aklı iptal eden bir felâkettir ve ‘haram’dır. ‘Haram’ın reklamının yapılmasına da haklı olarak itiraz ederiz. Üstelik, bu belânın insanlara ve ülkelere verdiği zarar saymakla bitmez. İlmen ve tıbben ‘zararlı’ olan bir şeyin reklamının yapılmasına, gençlerin zehirlenmesine, insanların hasta olmasına niçin seyirci kalalım? Üstelik, alkollü içki üretenler, ‘haber’ adı altında bu zararlı maddelerin reklamını da ayrıca yapıyorlar. Alkollü içki üreten bir firmanın yetkilisi, Türkiye’de yetişkin nüfusunun yüzde 46’sının içki içtiğini beyan etmiş. Kadınlar arasında bu oranın yüzde 4’den yüzde 11’e yükseldiğini de ‘müjde’lemiş! (Sabah, 30 Temmuz 2008)

Eğer durum bu ise, felâketin kapıya değil, ‘kalp’lere dayandığını görmek lâzım. Yarın bir gün bu yanlıştan mutlaka dönülecek, ama keşke iş işten geçmemiş olsa... Bu konuyu gündeme taşımayan, tepki göstermeyen, hiç bir şey olmuyormuş gibi davranan herkes ve en başta da ‘duyarlı medya’ mes’uldur. Yanlışı görelim, itiraz edelim ve düzelmesi için çalışalım. Unutmayalım, görmezden gelmeyelim...

31.07.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Cemaatler ve devlet



Bundan yedi sene bir ay önce yapılan MGK toplantısının ertesi gün “Rapordaki ilginç cümle” başlığıyla Hürriyet gazetesine manşet olan bir haber vardı.

Habere göre, toplantıya sunulan irtica mücadelesi raporunda, “devletin tarikat ve mezhepleri yanına çektiği” şeklinde bir ifade yer almıştı.

Haberin spotunda da şöyle deniliyordu:

“Tarikat ve mezheplerin önde gelenleri ile kurulan diyaloglar ve bu çerçevede sürdürülen çalışmalar sonucu, bu grupların devlet ve hukuk sisteminin içerisine çekilmesi ve devletin yanında yer almaları noktasında önemli mesafeler alındı...” (Hürriyet, 30 Haziran 2001)

(Bu çerçevede Yeni Asya’nın farklı duruş ve tavrını anlatmaya çalıştığımız 1 Temmuz 2001 tarihli, “Yeni Asya ve pazarlık” başlıklı yazımız için bkz. “Bu Bayrak İnmez” kitabımız, s. 79)

Aradan yıllar geçti. Ve kısa bir süre önce bir siyasetçinin şu değerlendirmesi basına yansıdı:

“Adına ne derseniz deyin, tarikat, cemaat veya hareket, bugün din ekseninde çalışan gruplar devletle anlaşmak istiyor. Talepleri şu: Siz bizim varlığımızı kabul edin, biz de sizin sınırlarınızı zorlamayalım.” (Mahmut Övür, Sabah, 28.6.08)

Bu siyasetçi neye dayanarak böyle bir iddiada bulunmuş, bilemiyoruz. Ancak tarikat veya cemaat adıyla var olan bazı oluşumların devletle muhatabiyet ve ilişki noktasında öteden beri hatalı ve sağlıksız bir çizgi takip ettiklerini dikkate alırsak, en azından “Ateş olmayan yerden duman tütmez” fehvasınca, bu iddianın bazıları açısından doğru olabileceği noktasına ulaşırız.

İfade edilmek istenen şeyin altı kazındıkça, hem devlet-din ilişkileri, hem laikliğin tarif ve uygulaması, hem derin toplum dinamikleri açısından, öteden beri tekrarlanan şablon ve tekerlemelere sığmayan ve sığması da mümkün olmayan son derece girift konular ortaya çıkıyor.

Devrim kanunları kapsamında “Kapattık” demekle, asırlardır devam eden tarikat geleneğini kesip atmanın ve bitirmenin mümkün olmadığı ya da toplumun manevî ihtiyaçlarını karşılamak üzere ortaya çıkan cemaatlerin baskılarla yok edilemeyeceği gerçeği, seksen senedir devam edegelen bu tartışmalarla tekraren teyid ediliyor.

Bu itibarla, devletin cemaat ve tarikatlara “yasadışı yeraltı örgütleri” nazarıyla bakma inat ve ısrarından vazgeçip onları rahat bırakması zamanı çoktan geldi geçti bile. Zaten onların devletten tek istekleri de bu: Gölge etmesin, yeter.

Ama bunun devlet adına çizilmiş ve hukukla da, demokrasiyle de bağdaştırılması imkânsız birtakım kırmızı çizgilere kayıtsız şartsız biat ve teslimiyet şartına bağlanması ve kimilerinin bu şarta boyun eğmesi, kesinlikle kabul edilemez.

Esasen, devletle cemaatlerin varlık ve faaliyet alanları tamamen farklı. Kesişen bir tarafları yok. Cemaatler, araya başka hiçbir şey sokuşturmadan, sadece ve sadece dine hizmet için var olan sivil dayanışma kümeleri. Devlet tarafından resmen kabul edilip tanınmak gibi bir dertleri de yok. Çünkü tamamen uhrevî amaçlı olmaları, onları böyle bir ihtiyaçtan âzade kılıyor.

Burada devlete düşen, alabildiğine geniş bir hak ve özgürlük ortamını tesis etmekten ibaret.

Oysa Türkiye’de başından beri cemaat ve tarikatlar iç tehdit unsuru olarak görüldü ve takip altında tutuldu. Kitap okuyup sohbet etmek için bir araya gelen insanlar basılıp karakollara götürüldü, hapislere atıldı, mahkemeye çıkarıldı.

Son dönemlerde ise bu baskılar nisbeten azalırken, tarikat ve cemaatleri içeriden dönüştürerek zayıflatma ve çökertme taktiğine ağırlık verildiği ve bunun için en etkili araçlar olarak cemaatleri siyasîleştirme, ticarîleştirme, STK’laştırma gibi yöntemlere başvurulduğu gözleniyor.

Böylece devlet, siyaset, iktidar, kadrolaşma, zenginleşme, sosyalleşme, kitleselleşme gibi başlıklar, cemaat ve tarikatlar açısından son derece ciddî, hayatî, kritik sınav alanları haline geliyor.

“Pazarlık” iddiaları da bu sınavların bir türevi.

31.07.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

‘Gâvur’u çileden çıkaran ‘Müslüman’



İSLÂMI gayri Müslimlere ve hatta galiz tabirle ‘gâvur’lara şikâyet etmek moda oldu. Bu adamlar sözde Müslümanların İslâm düşmanlığı karşısında apışıp kalıyorlar. Adeta kulaklarına inanamıyorlar. Dilleri tutuluyor. Sözgelimi en son Habertürk’te Mümtaz Soysal Hoca ile Joost Lagendijk ‘Türkiye’yi ve bahusus başörtüsünü tartışmışlar. Bununla birlikte, Mümtaz Soysal’ın başörtüsü söylemi karşısında Avrupalı muhatabının nutku tutulmuş. Mümtaz Hoca muhatabını çatlatmış. Söyleyecek bir şey bulamamış ve ‘tartışma bu yönde seyrederse daha fazla dayanamayacağım’ diyerek "oturumdan çekilebilirim" telmihinde bulunmuş. Burada adamı şaşkına çeviren Mümtaz Hocanın söylemi olmuş. Başörtüsünü bir nevî Nazi kıyafetine ve gamalı haça benzetmiş. Halbuki biz Güler Kömürcü vak’asından biliyoruz ki; Hoca gibi düşünenlerden bazıları gamalı haçı gamalı hilâlle değiştirmişler. Gerçekten de bu başörtüsü düşmanlığını anlamak mümkün değil. Lagendijk, Soysal’ın söylemi karşısında gayri ihtiyari şunları söylemiş: “Gamalı haç veya Nazi urbasıyla Müslüman kız çocuklarının giymiş oldukları başörtüsü arasında bir benzerlik yok ve kurulamaz. Başörtüsü zorla dayatılan bir kıyafet değil ve bunu giyenler sonuçta reşit insanlar” demiş. O yok dese de Mümtaz Hoca benzerlik yakalamakta mahir yani üstüne yok. Şeair-i İslâmiyeye (İslâm’ın sembol değerlerine) düşmanlık noktasında ‘bizim Müslümanlar’ gâvurlara taş çıkarmaktan maada aslında ‘gâvurları’ çileden çıkartıyorlar. Olmaz böyle bir şey. Olmaz böyle bir düşmanlık. Ülkemizde kadınların yüzde 70’i kapalı ve başörtülü. Tarih içinde de yüzlerce yıldan beri kadınlarımız benzeri kapalı kıyafetler giyerler. Açıklık modernizmin bir ürünü ve arizî bir dönemin karakteridir. Maalesef Soysal'ın temsil ettiği bu anlayışa kimileri ‘laikçi engizisyon’ diyorlar. Hayrunnisa Gül’ün , The Times’a yaptığı konuşmada ‘beynimi örtmüyorum, başımı örtüyorum' sözüne cevap veren Hürriyet’ten Tufan Türenç ise buna öfkesinden, “Beyni örtmeden başı örtmek olası mı?” başlıklı bir yazı döşenmiş. Yazının başlığından dahi ne demek istediğini anlıyorsunuz. Yani başını örten beynini de örtmüş olur demek istiyor. Peki beynini örten kızlar neden çoğu kez okul veya sınıf birincisi oluyor? Sanki Tufan Türenç’in bu cevabını Suudi Arabistan’da yayınlanan El Beyan dergisi kapağına taşımış ve kapağından cevap veriyor: “İlmaniyyu Türkiye yertedune hicabe’l akl (Temmuz sayısı 2008)” yani “Türkiye laikleri beyinlerini (akıllarını) örtüyorlar…” Yani Lagendijk’i bile isyan ettiren bir akıl tutulmasına haizler. Mümtaz Soysal ve Tufan Türenç benzerlerine veya onların söylemlerinin benzerine ne Batı’da ne de Doğu’da tesadüf ediliyor. Tesadüf edilmeyen hususlardan birisi de belki dünya tarihinde bir ilk olan iktidar partisine kapatılma dâvâsı açılmasıdır.

***

Sözde Müslümanların İslâm’ı veya İslam'dan şikâyetleri ise dizboyu. Bunlardan birisi Türkiye’deki katı laikliği (kimilerine göre laikçilik engizisyonunu) savunma sadedinde Mesut Yılmaz, İslam’ın tabiatının ve kimyasının sert olduğunu ve dolayısıyla sert mukabele gerektiğini söylemiştir. Onun kimyasının Hıristiyanlık gibi olmadığını ve bilakis bu granit gibi sert yapısını ancak sert laikliğin dengeleyebileceğini söylemişti. Bu şikâyetler bitmek bilmiyor. Mesut Yılmaz’dan sonra bu kervana YARSAV Başkanı Eminağaoğlu da katılmış. İngiliz Guardian gazetesine konuşmasında sanki gizli bilgilere ulaşmış gibi konuşuyor.

Yargıçlar ve Savcılar Birliği (YARSAV) Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu, iktidardaki AKP’nin ülkenin laik sistemini yok edecek ve İslâmî bir devlete dönüştürecek bir şeriat sistemi arayışı içinde olduğunu öne sürmüş. İngiliz Guardian gazetesine konuşan Eminağaoğlu, hükümetin gerçek gündemini, gıda üretimine helâl standartlar getirmeye çalışarak, dostu olan İslâmi ülkelerle “İslâmi kanunları” esas alan ikili anlaşmalar imzalayarak, devlet okullarında dini eğitimi artırarak ve üniversitede kız öğrencilerin türban takmasına izin vermeye çalışarak ortaya koyduğunu ileri sürüyor. AKP’ye karşı açılan dâvânın temel noktasının “müsamahasızlık” olduğunu öne süren Eminağaoğlu, Mesut Yılmaz’ın kaldığı noktadan sözlerini şöyle sürdürüyor: “Şeriat sistemi tabiatı gereği diğer düşüncelere, inançlara ve adetlere müsamahasızdır. Aynen İtalya’daki faşizm ve Almanya’daki nazizm gibi, şeriat Türkiye’nin hassas bir konusu. Küçük bir kıvılcımla sosyal bir harekete dönüşebilir. Osmanlı zamanında şeriat temelli bir sistemimiz vardı ve toplumuz hâlâ onun izlerini taşıyor. Ona geri dönmek istemiyoruz.” AKP’ye karşı açılan kapatma dâvâsının AB kurallarına önem verdiğini ve Avrupalı eleştirmenlerin Türkiye’yi de, İslâm’ı da anlamadığını öne süren Eminağaoğlu şöyle konuştu: “İslâm Hıristiyanlık gibi değildir. Sadece inanç boyutunda uygulanmasını amaçlamıyor, aynı zamanda devleti düzenlemek ve yönetmek de ister. İslâm ülkelerine bakarsanız türban sadece dinî inancın ifadesi değil aynı zamanda İslâmî rejimin de sembolüdür. Türkiye İslâmî bir ülke değil, demokratik bir ülke. Avrupa’nın doğru bir biçimde bilgilendirilmesi için Avrupalı yetkililer sadece laiklik karşıtı etkinlikler içinde olan iktidardaki parti ile değil Türkiye’nin diğer kurumlarıyla da görüşmelidirler.”

Bu sözler veya modern engizisyon söylemi ‘gâvurları’ bile çileden çıkarıyor. Bunun tek nedeni var, adına tapındıkları akıl tutulması.

31.07.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır