Bundan yedi sene bir ay önce yapılan MGK toplantısının ertesi gün “Rapordaki ilginç cümle” başlığıyla Hürriyet gazetesine manşet olan bir haber vardı.
Habere göre, toplantıya sunulan irtica mücadelesi raporunda, “devletin tarikat ve mezhepleri yanına çektiği” şeklinde bir ifade yer almıştı.
Haberin spotunda da şöyle deniliyordu:
“Tarikat ve mezheplerin önde gelenleri ile kurulan diyaloglar ve bu çerçevede sürdürülen çalışmalar sonucu, bu grupların devlet ve hukuk sisteminin içerisine çekilmesi ve devletin yanında yer almaları noktasında önemli mesafeler alındı...” (Hürriyet, 30 Haziran 2001)
(Bu çerçevede Yeni Asya’nın farklı duruş ve tavrını anlatmaya çalıştığımız 1 Temmuz 2001 tarihli, “Yeni Asya ve pazarlık” başlıklı yazımız için bkz. “Bu Bayrak İnmez” kitabımız, s. 79)
Aradan yıllar geçti. Ve kısa bir süre önce bir siyasetçinin şu değerlendirmesi basına yansıdı:
“Adına ne derseniz deyin, tarikat, cemaat veya hareket, bugün din ekseninde çalışan gruplar devletle anlaşmak istiyor. Talepleri şu: Siz bizim varlığımızı kabul edin, biz de sizin sınırlarınızı zorlamayalım.” (Mahmut Övür, Sabah, 28.6.08)
Bu siyasetçi neye dayanarak böyle bir iddiada bulunmuş, bilemiyoruz. Ancak tarikat veya cemaat adıyla var olan bazı oluşumların devletle muhatabiyet ve ilişki noktasında öteden beri hatalı ve sağlıksız bir çizgi takip ettiklerini dikkate alırsak, en azından “Ateş olmayan yerden duman tütmez” fehvasınca, bu iddianın bazıları açısından doğru olabileceği noktasına ulaşırız.
İfade edilmek istenen şeyin altı kazındıkça, hem devlet-din ilişkileri, hem laikliğin tarif ve uygulaması, hem derin toplum dinamikleri açısından, öteden beri tekrarlanan şablon ve tekerlemelere sığmayan ve sığması da mümkün olmayan son derece girift konular ortaya çıkıyor.
Devrim kanunları kapsamında “Kapattık” demekle, asırlardır devam eden tarikat geleneğini kesip atmanın ve bitirmenin mümkün olmadığı ya da toplumun manevî ihtiyaçlarını karşılamak üzere ortaya çıkan cemaatlerin baskılarla yok edilemeyeceği gerçeği, seksen senedir devam edegelen bu tartışmalarla tekraren teyid ediliyor.
Bu itibarla, devletin cemaat ve tarikatlara “yasadışı yeraltı örgütleri” nazarıyla bakma inat ve ısrarından vazgeçip onları rahat bırakması zamanı çoktan geldi geçti bile. Zaten onların devletten tek istekleri de bu: Gölge etmesin, yeter.
Ama bunun devlet adına çizilmiş ve hukukla da, demokrasiyle de bağdaştırılması imkânsız birtakım kırmızı çizgilere kayıtsız şartsız biat ve teslimiyet şartına bağlanması ve kimilerinin bu şarta boyun eğmesi, kesinlikle kabul edilemez.
Esasen, devletle cemaatlerin varlık ve faaliyet alanları tamamen farklı. Kesişen bir tarafları yok. Cemaatler, araya başka hiçbir şey sokuşturmadan, sadece ve sadece dine hizmet için var olan sivil dayanışma kümeleri. Devlet tarafından resmen kabul edilip tanınmak gibi bir dertleri de yok. Çünkü tamamen uhrevî amaçlı olmaları, onları böyle bir ihtiyaçtan âzade kılıyor.
Burada devlete düşen, alabildiğine geniş bir hak ve özgürlük ortamını tesis etmekten ibaret.
Oysa Türkiye’de başından beri cemaat ve tarikatlar iç tehdit unsuru olarak görüldü ve takip altında tutuldu. Kitap okuyup sohbet etmek için bir araya gelen insanlar basılıp karakollara götürüldü, hapislere atıldı, mahkemeye çıkarıldı.
Son dönemlerde ise bu baskılar nisbeten azalırken, tarikat ve cemaatleri içeriden dönüştürerek zayıflatma ve çökertme taktiğine ağırlık verildiği ve bunun için en etkili araçlar olarak cemaatleri siyasîleştirme, ticarîleştirme, STK’laştırma gibi yöntemlere başvurulduğu gözleniyor.
Böylece devlet, siyaset, iktidar, kadrolaşma, zenginleşme, sosyalleşme, kitleselleşme gibi başlıklar, cemaat ve tarikatlar açısından son derece ciddî, hayatî, kritik sınav alanları haline geliyor.
“Pazarlık” iddiaları da bu sınavların bir türevi.
31.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|