Uzun bir aradan sonra, geçtiğimiz hafta Topkapı Sarayı’nı ailece gezmeye gitmiştik. Her bir eserin önünde durup, san'atı ve san'atçısını takdir ederken bir yandan da sahip olduğumuz bu müthiş değerlerin pek de farkında olamamamıza hayıflandım. Ancak doğrusu görmeyi sabırsızlıkla arzuladığımız Kutsal Emanetlerin sergilendiği bölüme yaklaştıkça, ailece heyecanımızın en üst seviyeye çıktığını hissediyorduk. Aman Allah’ım! İşte adeta farklı bir dünyaya ait olduğunuzu hissettiren Mukaddes Emanetler. İki cihan sevgilisinin mübarek Sakal-ı Şerif’i orada duruyor. Hırka-ı Saadet’inin muhafazası da yanında. Şu da o güzeller güzelinin ayak izi. Az ilerde de kullandığı 3 adet kılıcı var. Hayatta en yakınında oldular şimdi de kılıçları yine yanı başında: Hz. Ebu Bekir’in, Hz. Ömer’in Hz. Osman’ın, Allah’ın Arslanı Hz. Ali’nin ve sahabenin kılıçları. Hz. Musa’nın asası da orada. Daha nice hayranlıkla izlediğimiz bakakaldığımız mukaddes hatıralar. İnsanın hiç çıkası gelmiyor, ama sıra halinde ilerleyen pek çok ziyaretçiyi de düşünmek zorundayız. Elbette bu ziyaretçilerin hepsi Müslüman değil. Pek çok yabancının da ilgisini çekiyor bu eserler. Ancak problem de burada başlıyor. Eserlerin sergilendiği bu bölümün kapısında “içeriye uygun olmayan kıyafetlerle girmenin yasak olduğu” belirtilmesine rağmen ne yazık ki bunu dikkate alan kimse yok. Yabancıların da bu eserleri görmesi uyandıracağı etki açısından elbette iyi bir şey. Ancak Müslümanlarca bunca değer verilen o mübarek hatıraların eserlerin bulunduğu, sürekli hafızların Kur’ân-ı Kerim okuduğu bir mekâna gelen herkesin başta kıyafetlerine ve davranışlarına dikkat etmesi gerekir. Sokakta giyilmesi bile uygun olmayan açık kıyafetlerle yerli ya da yabancı kim olursa olsun böyle bir mekâna girmesi kabul edilemez. Görevlilere yaptığım uyarıya karşın bana söyledikleri şuydu “ Haklısınız ama ne yapalım kimse bizi dinlemiyor ki”. Maalesef yaptıkları tek uyarı ise fotoğraf çekilmesini engellemeye çalışmalarıydı. Bu durum içimi çok acıttı.
Şu anda bile yazıyı yazarken aynı üzün
tüyü yaşıyorum.
Topkapı Sarayı Müzesi Müdürlüğü’nü halen ifa eden değerli bilim adamı Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın şu ana kadar yaptığı önemli ve başarılı çalışmaları ortada. Kendisi zaten kamuoyunun takdir ettiği bir bilim adamımızdır. Eminim ki İlber Bey, bu durumdan haberdar olduğu takdirde bizden de çok üzülüp, kendisine Müslümanın diyen herkesi rencide eden bu vahim yanlışı düzeltmek için gerekli tedbirleri alacaktır. Topkapı Müzesi yetkililerinin bu konuda alacağı tedbirler ve iyi haberleri yine bu köşede yazmak beni ve herkesi eminim çok memnun edecektir.
Geçmiş zaman olur ki...
Eskiler boşuna dememiş “Ummadığın taş baş yarar” diye. Herhalde bu söz aşağıda nakletmeye çalışacağım hatıra için söylenmiş olsa gerek. Dışarıda görüp “Canım müzikten, san'attan ne kadar haberdardır ki “gibi önyargıyla yaklaştığınız kimseler yeri gelir sizi mahcup edebilir. Aşağıdaki hatıra aynı zamanda geçmişten bugüne toplumumuzdaki müzik anlayışı ve kalitesindeki düşüşü göstermesi bakımından da bence kayda değer. Neyse sözü fazla uzatmadan değerli mûsıkîşinas İsmet Elbaşı’ya kulak verelim:
“O yıllarda Şan Sineması’nda konserler verilirdi. Koronun şefi de rahmetli Münir Nurettin Selçuk olurdu çok zaman. Bu konserleri radyolar naklen verirdi. Mevkii, kültür birikimi ne olursa olsun herkes naklen verilen o konserleri zevkle dinlerdi, ağır gelmezdi.
Bir gün Şan Sinemasının konserini önceden haber veren afişinde Dede Efendi’nin Rast makamındaki Kar-ı Natık’ının icra edileceğini okudum. O güne kadar Kar-ı Natık’ın ne olduğunu bilmiyordum. Öğrenmek için Agâh Dede’ye gitmeye karar verdim. Kapıdan girip selâm verdim. Kar-ı Natık’ın ne olduğunu sordum, Dede anlatmaya başladı. Kar muhtelif makamlardan mürekkep (bir araya gelen) eserlere deniyordu. Kar-ı Natık ise eserdeki makamların isimlerinin de güftenin içinde yer alması idi. Sohbetin en heyecanlı yerinde iri cüsseli, kaba görünümlü bir adam içeri girdi ve selâm verdi. Konuya muttali olunca da ne Kar-ı Natık mı?” dedi. Adamı yılardır tanıyordum. Kırmızı yüzlü, seyrek dişli çok gülen biri idi. Caddenin üzerinde marul, kıvırcık, yeşil sebze satardı. Adam içeri girince canım sıkıldı. İçimden “nereden çıktı bu adam, mûsikîyle, şiirle hiçbir ülfeti olmayan alt tarafı soğan salata satan biri’ diye düşünürken adam hafifçe mırıldandı, arkasından “Rast getirip fend ile seyretti hümayı” diye Kar-ı Natık’ı okumaya başladı. Doğrusu bu kadarını beklemiyordum. Adam eseri yarıya kadar okudu, sonra “unutmuşum” dedi. Yıllardır hiç okumadığına esef etti. Gözleri de oldukça terlemişti. O gün bambaşka bir duygu yaşadım. Hergün gördüğüm sıradan bir insanın hiç tahmin etmediğim bir yönünü öğrenmiştim.
Tarihten Yapraklar
Musavver Hale
Mûsikî-i Osmanî Mektebi Ders Nazırı ve Heyeti Umumiye Muallimi İsmail Hakkı Bey tarafından gönderilmiştir:
Musavver Hale Gazetesine ihda ettiğim şu eserin iki büyük kıymeti vardır: Birincisi büyük padişahlarımızdan Sultan Beyazıd-i Veli Hazretlerinin ahlâfına bir yadigârı olması ikinciside (Farabî) ile hemasır bulunan padişahın eseri olmak itibarıyla Türk Kavminin Fenn-i Mûsikîdeki muvaffakiyetlerine mebde teşkil etmiş bulunmasıdır.
Padişah-ı muşarünileyh Hazretlerinin müessir asarıda sırası geldikçe ve huruf-i Heca tertibiyle gönderilecektir. Hale.
Aynen dercettiğimiz bu varaka ile peşrev ve semai hakkındaki mütalâamızın gelecek nüshamızla Vazülenzar Karin okunması mukarrerdir.
Gönülden Dile
“Kapısını kurcalayan her yabancı değere in misin cin misin diye soruşturmadan buyur etmek, cemiyet adına çekilecek üzüntülerin ve düşülecek telâşların en haklılarından biridir. ” Sâmiha Ayverdi
05.08.2008
E-Posta:
alioktay@alioktay. net
|