Varlık algısı maddî alanın şeklî sınırlılığına münhasır kaldığı sürece olayların gerçek yüzünü ve varlığın asıl anlamını tesbit edebilmek imkânsız hale geliyor. Tevhid algısı içinde bakıldığında aralarında çok güçlü bağlantılar olan olaylar ve varlıklar arasında bu bağlantıları görebilmek ve varlığı bütün içinde değerlendirebilmek imkânı kalmıyor. Çatışmaların önemli bir kısmında da bu dar alanda algılanmış benlik ve varlığa yüklenmiş anlamın günümüz ifade şekillerinden en çok kişiselleştirme kavramına yakın teşahhusat hakikatinden kaynaklanıyor. Her varlığın kendi sınırını ve alanını korumak ve de genişletmek eğilimi içinde hayat bir mücadeleye ve güçlü olanın ayakta kalacağının zannedildiği bir alana dönüşüyor.
Çatışma psikolojisi insanların teşkil ettiği topluluklarda hayatın bir parçası denebilecek ölçüde hayatın içinde yer almıştır. Aslında varlığın mertebelenmesi yaklaşımında canlılığın üst düzeyi olan hayvaniyet mertebesinde çatışmalarda daha çok ortaya çıkmaktadır. Bu kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye dengesinin oluşumunda yaşanan bir süreç olmalıdır. Varlık mertebesi yükseldiğinde daha bariz olarak ortaya çıkan çatışmalar vahşetten bedeviyetten medeniyete doğru geçildikçe de azalan bir süreç takip etmektedir. Ancak nübüvvet ve felsefe ayrımında felsefe tarafının şekillendirdiği ruh yapısı menfaatler üzerine oturtulduğundan çatışmalardan, savaşlar ve kavgalardan uzak bir toplum yapısı oluşmamış menfaatler uğruna binlerce katl rahatlıkla işlenebilmiştir.
Burada asıl problemli nokta nübüvvet tarafında yer aldığı düşünülen insan ve topluluklarında çatışma davranışının kaynağıdır. Tevhid ve dayanışma esaslı bir hayat algısı sunan nübüvvetin tarafında bütün davranışlar birliğe yönelik olmalı ve dayanışmayı esas kılmalı ve gerçek medenilik olan problemleri makul zeminde çözmek şeklinde yansımalıdır.
O halde etnik ya da coğrafî gibi tanımlamalarında nübüvvet tarafında yer alması gereken insan topluluklarında kavga ve çatışmaların kaynağı nedir? Herhalde tanım olarak nübüvvet tarafında yer almak ile ruh ve davranışlarda nübüvvet tarafında olmak arasında fark olmalıdır. Yani İslâm toplumu içinde olan ve Müslüman olan her ferdin davranışı ya da bir ferdin bütün davranışları nübüvvet ölçüleri ile şekillenmemekte ve acz ve fakrın yerini alan katı bir benlik duygusu ile eşya ve insanlara yön verme arzusu kaderin hükmüne razı olamama duygusu ön plana çıkmaktadır. Daha hafifletilmiş tanımlama ile adalet-i mahza ve adalet-i izafiye ayrımında karşı tarafın olumsuz tek yönü ile topyekûn yargılanması ve bütün olumlu yönlerinin göz ardı ve bertaraf edilmesidir.
Batı kendi hayat standartlarını bütün dünyaya yaymaya ve kendi değer yargılarını dayatarak tek tip global bir kültür oluşturmaya yönelirken, hedef kitle olarak çoğunlukla Müslümanları ön plana çıkarmakta ve onların nefis mücadelesinin merkezinde yer alan hazlara yönelik ruhunu istismar edebilmektedir. Oluşturulan eğlence ortamları, şehevî arzuları galeyana getiren her türlü aracın kullanılması, düşünceden uzaklaştıran bütün oyalayıcı araçların kullanılması gençlikte var olan güçlü bir benlik, acz ve fakrını hatırlatacak hastalık, sıkıntılar ve ölümlerle nisbeten seyrek olarak yüzleşmesi ve kendinden uzak bilmesi, bunları unutturma amacına yöneliktir. Manen zayıf ruh hali ise buna çok yatkın ve bu yönden aldatılmaya fazlası ile müsaittir. “Cazibedar bir fitne” terimi bu mânâyı karşılıyor olmalıdır. Bediüzzaman bu probleme en güçlü darbeyi Hazret-i Muhammed’den (a.s.m.) aldığı dersle ölümü hatırlatmakla vurmaktadır.
Asır, duygulara hitap eden ve duyguların ön plana çıktığı bir asır olmuştur. Bu dönemin nefis terbiyesinde duygu eğitimi önemli bir yer tutmaktadır. Bu alanda tekvinî kanunların zamanın gereği içinde ele alınması ve duyguların hedeflendiği bir eğitim modeli elzem hale gelmiştir. Bu anlamda zamanın teknolojik imkânlarına karşı bir duruş da çözüm olmamaktadır. Asrın gereği bu teknolojik imkânları duyguların doğru şekillenmesine hizmet edecek şekilde kullanılabilir hale getirmektir. Bu Rahman’ın teknolojik nimetlerine bir şükür mânâsına da gelecektir.
Bediüzzaman’ın “beşerin nefs-i emmaresi” olarak adlandırdığı, ben merkezli şekillenmiş modern hayat, cazibeli ancak geçici ve günü birlik bütünü kuşatmayan sadece algıların alanına sınırlı, dar bakışlı çözümler sunabilir. Bunlar birer çözüm olmaktan çok göz boyama ve aldatmacadır. Duygular köreltilerek, belirli noktalardaki hassasiyetler kırılarak bu noktaya ulaşılır. Bu aldatmaca karşısında herkes, özellikle de hanımlar risk altındadır. Dâvâmıza gönül vermiş hanımlar ve erkekler aynen Üstad gibi karşılarında büyük bir yangın var içinde arkadaşları kalmışcasına imanlarını ve dostlarını kurtarma gayreti içinde olmalı ve bu koşturmaca esnasında ayaklarına dolaşanlara ehemmiyet vermemelidirler.
Son zamanlarda nübüvvet tarafında yer alan çatışmaların çoğunlukla Batı kaynaklı ve felsefe eksenli olduğu dikkate alınmalı ve tez elden tevhid eksenli davranış modelleri geliştirilmelidir. Aksi davranış şekilleri tanım olarak İslâm alanında ancak duygu ve davranışlarda felsefe alanında olmayı gerekli kılar. Bu kaygan bir zemindir ve girdiğinizde nerede duracağınızı kestiremez ve kontrol edemezsiniz. Müslüman kimliğin en açık ve vazgeçilmez yönü birliği ön plana çıkarmasıdır. Dolayısı ile İslâm çatışmanın karşısındadır hükmünü çok rahat bir şekilde ortaya koyabiliriz.
Hayat ne şekilde geçerse geçsin sonunda karşılaşılacak vazgeçilmez hakikat ölümdür. O noktadan sonra yaranmaya çalıştığınız ve güzel gözükmeye çalıştığınız hiç kimse yanınızda ve yardımcınız olmayacaktır. Çatışmaların ise o andan sonra kazandıracağı sadece acılar ve pişmanlıklardır. Ruhunda o Cemal Sahibi Zat’ın sıcaklığını hissetmemiş bir ruh bu anlamda kısmen mazur olabilir. Ancak o kuşatıcı muhabbetin sıcaklığını hissetmiş bir ruhun bu o anlamda kaçabileceği hiçbir yer yoktur. O anlamda İslâm, Tarık bin Ziyad ruhlu olmayı gerekli kılar. Girerken iyi düşünülmeli ve geri çıkmamak üzere girilmelidir. İslâm kimliği kalıcı ve salâbetli olmalıdır. Kırılgan, zayıf ve otorite karşısında değerlerini savunamayan kimlikler sadece kendi ruhlarını dejenere etmediklerini ve İslâm dünyasının kuvve-i maneviyesine zarar verdiklerini unutmamalıdırlar.
Rusya ve Gürcistan arasında son yaşanan olaylar da bu bakış açısı ile ele alındığında olayların anlamı daha netleşecek ve dünyanın geleceğine yön verecek ve barışı hakim kılacak olanın İslâmiyetin müsellematı yani Müslüman kimlikli olanların şu anki yaşantılarından ziyade Kur’ân’ın ve Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) ortaya koyduklarının olacağı daha iyi anlaşılacaktır. Bu anlamda, Moskova başta olmak üzere bütün Rusya ve eski demir perde ülkelerinde nurun hızla yayılıyor olması kalplerde tevhidin ve yakın gelecekteki dünya barışının müjdecisidir. Gelecek asır Rusya’da nurun hızla inkişafı ile dünya barışı arasındaki bağlantının daha rahat algılanabildiği ve varlık algısında aklın duygulara hizmet eder bir konum kazandığı dönem olacaktır. Bu da her yönü ile aydınlık yarınların müjdecisidir.
11.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|