|
|
Her şeyi kısa bir ana sıkıştırıyoruz.
Kısa bir anda aşık oluveriyoruz. Bir önceki anda hayatımızda bile olmayan biri, o kısa anda hayatımızın merkezine konuveriyor, her şeyimiz oluveriyor.
Kısa bir zamanda bitiyor aşkımız. Ayrılıveriyoruz, hayatımızın merkez üssünden. Acı çekiyoruz belki, ama o da kısa bir anda bitiveriyor.
Kısa bir zamanda bitiriverelim önümüzdeki yemeği diye, hızlı yemek diye tercüme edebileceğimiz restoranlar açılıyor. Onlar mönüyü kısa bir zamanda getiriyorlar, biz de kısa bir zamanda yiyiveriyoruz.
Kısa bir zamanda şiirler yazıyoruz. Kısa bir zamanda bitiyor hikâyelerimiz. Romanlar çıkıveriyor ortaya, çok kısa bir zamanda. Ve yine aynı kısalıkta bir zamanda unutuluveriyor, roman ve kahramanları…
Daha önce hiç kimsenin tanımadığı birileri çok kısa bir zamanda meşhur oluyor. Çok kısa bir zamanda tanıyoruz o ünlünün her şeyini. Daha önce hiçbir şeyimizken, birden her şeyimiz oluveriyor. Hiçbir konuda hiçbir şey bilmesek de, onun hakkında her şeyi biliyoruz.
Çok geçmiyor, yani yine kısa bir zamanda, o ünlü de ünsüzler arasına katılıveriyor. Bildiğimiz her şeyi unutuyoruz ve artık onun hakkında hiçbir şey bilmeyiveriyoruz.
Çok kısa zamanda gidip geliyoruz dünyanın bir ucundan bir ucuna. Çok hızlı yaşıyoruz her şeyi. Her şeyi bir şeye sıkıştırıveriyoruz.
Belki haklıyız, zaman sorunumuz var. Belki sorsanız zamanın da bizimle sorunu var, o ayrı.
Hiç olmayan belki de tek şeyimiz vakit. Bir an önce sevmek, bir an önce acı çekip o acıdan kurtulmak, bir an önce bir yerlere yetişmek, bir an önce eve dönmek, bir an önce yemek, uyumak, doymak ve uyanmak zorundayız.
En azından zamanın kıymetini biliyoruz. Ama kıymet anlayışımız, zamanınkiyle aynı mı, o ayrı.
11.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hakan YALMAN |
Dünyada barışın formülü: İnsanî tevhid algısı |
|
Varlık algısı maddî alanın şeklî sınırlılığına münhasır kaldığı sürece olayların gerçek yüzünü ve varlığın asıl anlamını tesbit edebilmek imkânsız hale geliyor. Tevhid algısı içinde bakıldığında aralarında çok güçlü bağlantılar olan olaylar ve varlıklar arasında bu bağlantıları görebilmek ve varlığı bütün içinde değerlendirebilmek imkânı kalmıyor. Çatışmaların önemli bir kısmında da bu dar alanda algılanmış benlik ve varlığa yüklenmiş anlamın günümüz ifade şekillerinden en çok kişiselleştirme kavramına yakın teşahhusat hakikatinden kaynaklanıyor. Her varlığın kendi sınırını ve alanını korumak ve de genişletmek eğilimi içinde hayat bir mücadeleye ve güçlü olanın ayakta kalacağının zannedildiği bir alana dönüşüyor.
Çatışma psikolojisi insanların teşkil ettiği topluluklarda hayatın bir parçası denebilecek ölçüde hayatın içinde yer almıştır. Aslında varlığın mertebelenmesi yaklaşımında canlılığın üst düzeyi olan hayvaniyet mertebesinde çatışmalarda daha çok ortaya çıkmaktadır. Bu kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye dengesinin oluşumunda yaşanan bir süreç olmalıdır. Varlık mertebesi yükseldiğinde daha bariz olarak ortaya çıkan çatışmalar vahşetten bedeviyetten medeniyete doğru geçildikçe de azalan bir süreç takip etmektedir. Ancak nübüvvet ve felsefe ayrımında felsefe tarafının şekillendirdiği ruh yapısı menfaatler üzerine oturtulduğundan çatışmalardan, savaşlar ve kavgalardan uzak bir toplum yapısı oluşmamış menfaatler uğruna binlerce katl rahatlıkla işlenebilmiştir.
Burada asıl problemli nokta nübüvvet tarafında yer aldığı düşünülen insan ve topluluklarında çatışma davranışının kaynağıdır. Tevhid ve dayanışma esaslı bir hayat algısı sunan nübüvvetin tarafında bütün davranışlar birliğe yönelik olmalı ve dayanışmayı esas kılmalı ve gerçek medenilik olan problemleri makul zeminde çözmek şeklinde yansımalıdır.
O halde etnik ya da coğrafî gibi tanımlamalarında nübüvvet tarafında yer alması gereken insan topluluklarında kavga ve çatışmaların kaynağı nedir? Herhalde tanım olarak nübüvvet tarafında yer almak ile ruh ve davranışlarda nübüvvet tarafında olmak arasında fark olmalıdır. Yani İslâm toplumu içinde olan ve Müslüman olan her ferdin davranışı ya da bir ferdin bütün davranışları nübüvvet ölçüleri ile şekillenmemekte ve acz ve fakrın yerini alan katı bir benlik duygusu ile eşya ve insanlara yön verme arzusu kaderin hükmüne razı olamama duygusu ön plana çıkmaktadır. Daha hafifletilmiş tanımlama ile adalet-i mahza ve adalet-i izafiye ayrımında karşı tarafın olumsuz tek yönü ile topyekûn yargılanması ve bütün olumlu yönlerinin göz ardı ve bertaraf edilmesidir.
Batı kendi hayat standartlarını bütün dünyaya yaymaya ve kendi değer yargılarını dayatarak tek tip global bir kültür oluşturmaya yönelirken, hedef kitle olarak çoğunlukla Müslümanları ön plana çıkarmakta ve onların nefis mücadelesinin merkezinde yer alan hazlara yönelik ruhunu istismar edebilmektedir. Oluşturulan eğlence ortamları, şehevî arzuları galeyana getiren her türlü aracın kullanılması, düşünceden uzaklaştıran bütün oyalayıcı araçların kullanılması gençlikte var olan güçlü bir benlik, acz ve fakrını hatırlatacak hastalık, sıkıntılar ve ölümlerle nisbeten seyrek olarak yüzleşmesi ve kendinden uzak bilmesi, bunları unutturma amacına yöneliktir. Manen zayıf ruh hali ise buna çok yatkın ve bu yönden aldatılmaya fazlası ile müsaittir. “Cazibedar bir fitne” terimi bu mânâyı karşılıyor olmalıdır. Bediüzzaman bu probleme en güçlü darbeyi Hazret-i Muhammed’den (a.s.m.) aldığı dersle ölümü hatırlatmakla vurmaktadır.
Asır, duygulara hitap eden ve duyguların ön plana çıktığı bir asır olmuştur. Bu dönemin nefis terbiyesinde duygu eğitimi önemli bir yer tutmaktadır. Bu alanda tekvinî kanunların zamanın gereği içinde ele alınması ve duyguların hedeflendiği bir eğitim modeli elzem hale gelmiştir. Bu anlamda zamanın teknolojik imkânlarına karşı bir duruş da çözüm olmamaktadır. Asrın gereği bu teknolojik imkânları duyguların doğru şekillenmesine hizmet edecek şekilde kullanılabilir hale getirmektir. Bu Rahman’ın teknolojik nimetlerine bir şükür mânâsına da gelecektir.
Bediüzzaman’ın “beşerin nefs-i emmaresi” olarak adlandırdığı, ben merkezli şekillenmiş modern hayat, cazibeli ancak geçici ve günü birlik bütünü kuşatmayan sadece algıların alanına sınırlı, dar bakışlı çözümler sunabilir. Bunlar birer çözüm olmaktan çok göz boyama ve aldatmacadır. Duygular köreltilerek, belirli noktalardaki hassasiyetler kırılarak bu noktaya ulaşılır. Bu aldatmaca karşısında herkes, özellikle de hanımlar risk altındadır. Dâvâmıza gönül vermiş hanımlar ve erkekler aynen Üstad gibi karşılarında büyük bir yangın var içinde arkadaşları kalmışcasına imanlarını ve dostlarını kurtarma gayreti içinde olmalı ve bu koşturmaca esnasında ayaklarına dolaşanlara ehemmiyet vermemelidirler.
Son zamanlarda nübüvvet tarafında yer alan çatışmaların çoğunlukla Batı kaynaklı ve felsefe eksenli olduğu dikkate alınmalı ve tez elden tevhid eksenli davranış modelleri geliştirilmelidir. Aksi davranış şekilleri tanım olarak İslâm alanında ancak duygu ve davranışlarda felsefe alanında olmayı gerekli kılar. Bu kaygan bir zemindir ve girdiğinizde nerede duracağınızı kestiremez ve kontrol edemezsiniz. Müslüman kimliğin en açık ve vazgeçilmez yönü birliği ön plana çıkarmasıdır. Dolayısı ile İslâm çatışmanın karşısındadır hükmünü çok rahat bir şekilde ortaya koyabiliriz.
Hayat ne şekilde geçerse geçsin sonunda karşılaşılacak vazgeçilmez hakikat ölümdür. O noktadan sonra yaranmaya çalıştığınız ve güzel gözükmeye çalıştığınız hiç kimse yanınızda ve yardımcınız olmayacaktır. Çatışmaların ise o andan sonra kazandıracağı sadece acılar ve pişmanlıklardır. Ruhunda o Cemal Sahibi Zat’ın sıcaklığını hissetmemiş bir ruh bu anlamda kısmen mazur olabilir. Ancak o kuşatıcı muhabbetin sıcaklığını hissetmiş bir ruhun bu o anlamda kaçabileceği hiçbir yer yoktur. O anlamda İslâm, Tarık bin Ziyad ruhlu olmayı gerekli kılar. Girerken iyi düşünülmeli ve geri çıkmamak üzere girilmelidir. İslâm kimliği kalıcı ve salâbetli olmalıdır. Kırılgan, zayıf ve otorite karşısında değerlerini savunamayan kimlikler sadece kendi ruhlarını dejenere etmediklerini ve İslâm dünyasının kuvve-i maneviyesine zarar verdiklerini unutmamalıdırlar.
Rusya ve Gürcistan arasında son yaşanan olaylar da bu bakış açısı ile ele alındığında olayların anlamı daha netleşecek ve dünyanın geleceğine yön verecek ve barışı hakim kılacak olanın İslâmiyetin müsellematı yani Müslüman kimlikli olanların şu anki yaşantılarından ziyade Kur’ân’ın ve Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) ortaya koyduklarının olacağı daha iyi anlaşılacaktır. Bu anlamda, Moskova başta olmak üzere bütün Rusya ve eski demir perde ülkelerinde nurun hızla yayılıyor olması kalplerde tevhidin ve yakın gelecekteki dünya barışının müjdecisidir. Gelecek asır Rusya’da nurun hızla inkişafı ile dünya barışı arasındaki bağlantının daha rahat algılanabildiği ve varlık algısında aklın duygulara hizmet eder bir konum kazandığı dönem olacaktır. Bu da her yönü ile aydınlık yarınların müjdecisidir.
11.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Kendimize dönelim |
|
Kendimize dönelim de, kim olduğumuzu, ne için bu dünyaya gönderildiğimizi, sonunda nereye gideceğimizi anlamaya çalışalım. Sadece bir an değil, hayatımızın bütün anları kendimizi anlamaya çalışmakla geçmeli. Bir süre tanımak, sonra da unutmak çare olmamaktadır. Tanımada ve anlamada süreklilik olmazsa insan olma hedefine varmamız zor olacaktır.
Dünyada meydana gelen olaylara bakıp da kendimizi ihmal etmememiz gerekir. Zira her şeyden önce kendimizi bulmamız, gerçek mahiyetimizi anlamamız lâzım. Kendimizi tanımadığımız takdirde hayatta hiçbir konuda muvaffak olabilme imkânımız olmayacaktır. Kendini tanımayan insan hayattaki hiçbir şeyi gerçek mahiyetiyle tanıyamaz. Böyle birisine her şey yabancı, her şey düşman olur.
İnsanoğlu dünyaya gözünü açtıktan sonra bir arayışın içine girer. Arayış hayatın ilk günlerinden itibaren başlar, hayatın bitimine kadar devam eder. Arayışlarından netice alanlar olduğu gibi, netice almayıp âvâreleşen ve başta kendilerine, sonra bütün varlıklara yabancılaşan insanlar da bulunmaktadır.
Biz insanların en büyük problemi de kendimize yabancılaşmamız değil mi? Kendimizden uzaklaştıkça dışımızdaki âlemde arayışlara çıkıyor, ama hiçbir yerde aradığımızı bulamıyoruz. Böylece hem kendimizi kaybediyor, hem de dünyanın gerçeklerinden uzaklaşıyoruz. Varlıkların mahiyeti bizlerden gizleniyor, bizim için yaratılan varlıklar adeta bize düşman görünmeye başlıyor.
Gerçeklere ulaşmak için tefekküre daldığım zamanlar, her şeyden önce kendime dönmem gerektiğini düşünüyorum. Kendimi öncelikle tanımam gerektiğine inanıyorum. Kendime dönmem ve kendimi tanımam ölçüsünde kendime geliyorum. Ancak böylece asıl vazifelerimi hatırlamaya başlıyorum. O zaman âfâka dalmaların tehlikeleri aklıma geliyor. Geniş dairedeki boğulmaların ve boğuşmaların elim vaziyeti beni korkutuyor. Rabbime dönüyor, O’na yalvarıyor ve kendime dönmem için bana güç ve kuvvet vermesini diliyorum.
Kendini bulan bu dünyaya ne için gönderildiğini anlar, misafir olduğunu hatırlar. O zaman bir misafir gibi hareket etmesi gerektiğini düşünür. Misafir ev sahibinin izni haricinde hareket edemez elbette. O zaman ev sahibinin arzularının ne olduğunu araştırmaya başlar aklı başında olan insanoğlu. Bazen bu arzuların ne olduğunu bulur, bazen de karşısına engeller çıkar.
Rabb-i Rahîme isyana sürükleyen şeytanlar, insanoğlunun bu dünyadaki en büyük düşmanları. Hele bu düşmanların içimizdeki temsilcileri durumundaki nefis ise en tehlikeli düşman durumundadır. Bizden görünüp bizleri ebedî bir felâkete sürükleyen bir düşman. İşte nefis, işte şeytan.
Arayışlarda bu düşmanların hep peşimizde olduklarını unutmamamız gerekir. Ehemmiyetsiz gibi görünen sapmalarla bizleri can evimizden vurmaktadırlar. Küçük gibi görünen günahlarla bizleri insanlık yolundan saptırmaktadırlar.
Hâsılı, insanın kendine dönmesini çok önemsiyorum. Kendimizi ihmal ettiğimiz zamanlar içeriden vurulduğumuz anlardır. İşimiz olmayan dış işlerle uğraşırken, insanlık kalemizin içerden fethedildiğini ve düşmanın dünyamızda taht kurduğunu çoğu zaman geç anlarız. O zaman anlarız ki, asıl olan iç kalemizi sağlam tutmaktır.
Kendimizi iyi tanımalı, nefis ve şeytan gibi düşmanların nereden ve hangi silâhlarla bize hücum edebileceklerini hesaplayabilmeliyiz. Kendi dünyamızdaki keşifleri iyi yapmalıyız. Kendini keşfeden, kendisini bu dünyada misafir eden yüce Rabbini de tanımaya başlar.
İnsanın kendini bulması ve kendini tanıması, dünya hayatının temelini iyi ve sağlam atması demektir. Kendini tanımadan yaşayanlar temelsiz ve çürük bir hayat yaşamaktadırlar. Böyle bir hayat ağacından meyve alınamaz. Böyle bir hayat, ebedî bir saadetin temelini atamaz. Hayat binamızın temellerini sağlam atmamız gerekir. Öyle sağlam olmalı ki, üstünde kurulan hayat ebedîyen devam etsin.
11.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Mahlûkatla ülfet ve münasebet |
|
Emirdağ Hatıraları (13)
ŞU sıralar hemen her gün uğradığım bahçenin etrafındaki çalılık ve fundalıkların içinde çeşitli hayvanat ve mahlûkatı görürüm. Bunların bir kısmı fazlasıyla ürkektir. Sizi fark ettikleri anda, olanca hızlarıyla kaçar giderler.
Oysa, ben onlarla yakınlaşmak, samimane bir ülfet ve münasebet kurmak istiyorum.
Acaba bu mümkün olur mu diye, uzun uzun düşündüm ve bir yolunu bulmaya çalıştım.
Sekiz-on gün süren bir uğraşının neticesinde, maksadıma bir derece olsun nihayet ulaşabildim. O çeşit çeşit mahlûkatın içinde iki tanesiyle hafif yollu bir ülfet ve münasebet peyda etmeye muvaffak olabildim.
Bunlardan biri, orta büyüklükteki kuşlardan füme renkli bir ardıç kuşu.
Diğeri ise, küçük sürüngenlerden koyu yeşil renkli birkaç kertenkele.
Bunların hal ve hareketlerini seyretmeye doyamazsınız. Yeter ki, bir yolunu bulup da onları uzun uzun seyretme imkânını sağlayınız.
İşte, ilk başlarda bizden fazlasıyla ürken ve gözden kayboluncaya kadar hızla kaçıp giden bu iki tür hayvancıkla şimdi orta şeker derece bir dostluk ve ahbaplık kurmuş durumdayız.
Tatlı sözlerle, sevgi gösterileriyle ve ürkütmeyecek derecede çok yavaş davranışlarla onların itimadını kazanmaya çalıştık. Zaman zaman önlerine yem attık. Artık anladılar ve itimat ettiler ki, bizden onlara bir zarar gelmez. Bu yüzden fazla kaçmıyorlar. Bazen iki metre, hatta bazen bir metrelik mesafeye kadar yakınlaşabiliyoruz.
Asıl maksadım ve nihaî hedefim, onlara ellerimle dokunmak ve sevmektir. Bunda muvaffak olur muyum, bilemiyorum. Ama, bu işin hiç de kolay olmadığını gayet iyi biliyorum.
Vaktim olsa ve uzun süre uğraşsam, eminim ki, onlarla tam bir samimiyet ve münasebet kurabilirim. Zira, canavar kısmı dahil, hemen bütün hayvanat türlerini ehlileştirmek, hatta onları çeşitli işlerde istihdam etmek mümkün.
Mahlûkat içinde, esasında en tehlikeli olanı insandır. İnsanın vahşisi, hayvanın vahşisinden çok daha tehlikelidir.
Zira, Üstad Bediüzzaman’ın da Barla Dağlarında bir talebesine dediği gibi, vahşi hayvanların dizgini Cenâb-ı Hakk’ın elindedir. Eğer o dizginlememiş olsaydı, o vahşi canavarlar bizi evimizde dahi rahat bırakmazdı. İnsanlar ise, Cenâb-ı Hak onların dizginini serbest bırakmış. Onun içindir ki, insanın vahşisi en tehlikeli olanıdır. Girmediği ev, saldırmadığı kimse, zarar- ziyan vermediği yer yoktur.
Demek ki, insan daha çok insanın vahşisinden korkmalı ve ondan kendini korumaya çalışmalı.
Biz gelelim tekrar masum, munis ve sevimli hayvanlarla ülfet ve samimiyet peyda etme konusuna…
Biliyorsunuz, kedilerle yakınlık kurmak, onlarla çabucak kaynaşmak mümkün ve kolayca bir iş. Ama, bununla iktifa edemiyor insan. Biz daha evvelki senelerde sansargillerden gelinciklerle de bir hayli mesafe kat etmiş, onlarla dost-ahbap seviyesinde bir irtibat kurmuş ve bir hayli de faydasını görmüştük.
Şimdi niyetimiz sevimli diğer hayvancıklarla da mümkün olduğunca bir yakınlık kurmak. Ancak, bu işin ilmini bilmediğimiz gibi, usulünü de tecrübelerle öğrenmeye çalışıyoruz.
Bu gibi hususlarda ilmi ve tecrübesi olanlara ihtiyacımız var. Bize yardımcı olurlarsa fevkalâde sevinir, memnuniyet duyarız. Çünkü, bizim bu işi bir şekilde öğrenmemiz ve alışkanlık peyda etmemiz lâzım. Zira, zarurî zamanların dışında imkân, fırsat buldukça, büyük şehirlerin gürültüsünden uzaklaşmaya ve kırlara kaçmaya çalışıyoruz. Şehirlerin can sıkıcı havasından, fıtrî mekânlara adeta can atıyoruz.
Onun için, yabanî hayvanlarla, kuşlarla, böceklerle, sürüngenlerle diyalog ve iletişim kurma hususunda sizlerin yardımına, bilgisine ihtiyaç duymaktayız. Yardımlarınız için şimdiden teşekkürler.
Tarihin yorumu (11 Ağustos 1961)
Yassıada duruşmaları
HUKUK tarihine kara bir leke olarak geçen ve on yıldır ülkeye hizmet eden siyasîlerin yargılandığı "Yassıada duruşmaları", nihayet sona erdi. Sıra, maznûnlara verilen cezanın infazına geldi.
14 Ekim 1960 günü başlayan ve 11 ay süren Yassıada dâvâları, tam 203 mesai günü görüşüldü. Bunlar için toplam 872 oturum yapıldı. 1068 şahidin dinlenildiği bu oturumların saat hesabı olarak yekûnu ise 1033 saat. Yassıada'da 19 ayrı dâvâya bakıldı. Bunların içinde üzerinde en çok durulanı ise, önemli dâvâ olan "Anayasayı ihlâl" dâvâsı. Bu dâvâlar, kasdî ve göstermelik olduğu gibi, verilen cezalar da hiçbir şekilde vicdanlarda mâkes bulmadı. Tatbik edilen cezaların milletin vicdanında açtığı derin yaralar ise, maalesef kanamaya devam ediyor.
11.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Şimdi ne oldi? |
|
Partileri millet açmalı, millet kapatmalı. Postlu, postsuz, yargılı, yargısız bütün darbelere karşıyız. Ve istibdat / diktatörlük nerede karşımıza çıkarsa çıksın, sillemizi indirmeliyiz. AYM, AKP’yi kapatmadı!
Dış sermaye, bankalar, sanayi ve askerî çevreler böyle istedi, ekonomik istikrar istiyor… Gördünüz mü, askerî üyenin reyini: “AKP kapatılmasın!” şeklinde… AKP’liler de seviniyor ki, partimiz kapatılmadı! Kapatılmadı, ama, kapatılmaktan beter edildi. Oysa ekonomik istikrar da, idarî istikrar da demokrasiden, insan haklarından geçer. Böyle bir gelişme var mı?
Adamın birisi, anadan doğma, üryan hamamın kapısına çıkar ve:
“Derler ki, kavunla birlikte bal yiyen delirirmiş. İşte ben yedim, bakın hiçbir şey olmadı!”
Bak kapatılmadık, bize bir şey olmadı! Adamlar yargı ile işlerini halletti, ne diye kapatıp, dünyanın şimşeklerini üzerlerine çeksin! Şimdi AKP’nin önceliği ne, sonralığı ne acaba?
Başörtülüler üniversite imtihanlarına bile alınmadı! Meslek okulu katsayısı meselesi halledilemedi. Kur’ân kurslarına gitme problemi duruyor. YÖK’e zaten dokunamıyorlar! Anayasa paketi raflarda. AB meselesi sürüncemede. Başörtülülerin, imam-hatiplerin, çocuğunu Kur’ân kursuna göndermek isteyenlerin, vatandaşların büyük ekseriyetinin işini halledemedi, kimin işini halletti? Dış sermaye, bankalar ve sanayi ve askerî çevrelerin… AKP’liler, “Bak, kapatılmadık, bize bir şey olmadı!” diye seviniyor. “Başörtüsü namus borcumuzdur, halledeceğiz!” demişlerdi… Halletmeye kalkınca, onları hallettiler! Demoklesin kılıcını başları üzerine asarak, “Sakın başörtüsüne dokunma!” dediler. Kaç sene, “Kurumsal mutabakat arıyoruz!” diye milleti oyaladılar? Başbakanın hemşerisinin dediği gibi, “Ne oldi şimdi?”
Şimdi kiminle mutabakat arayacaklar acaba? Peki ne olacak şimdi? Müridlerden birisi şeyhine giderek; suç işleyip hapse giren oğlunun salıverilmesi için girişimde bulunmasını ister. Şeyh: “Bizler derviş kimseleriz! Dünyaya ait işlere müdahale edemeyiz!” diye reddeder. “Peki, bir tavsiyenâme yazınız, şefaat ediniz de, cehennemden kurtulalım!”
“Allah’ın emriyle olacak işe karışmak benim haddime mi düşmüş?”
“Be adam, dünyada şefaat etmezsin, âhirette etmezsin; ne diye enayiler gibi peşinden geleyim?”
Eh, artık vatandaş ne yapacağını bilir! Köylünün birisinin çocuğu harika bir proje geliştirmiş. Padişah onu dinlemek istemiş. Baba, oğlunu alarak padişahın huzuruna çıkmış. Çocuk anlatmaya başlamış: “Bu böyle Padişahım, anlıyor musunuz, şu şöyle olacak Padişahım anlıyor musunuz, bu da şöyle olur Padişahım, anlıyor musunuz,?”
Çocuğun babası dayanamamış: “Oğlum, işlek değil ya, Padişah bu, elbette anlıyor!”
Adam oğluna sık sık, “Böyle devam edersen, aklını başına almazsan sen adam olamazsın!” dermiş. Babasının bu sözüne içerlemiş ve yıllar yılı okumuş, büyümüş ve bir vilâyete vâli olmuş. Kendisine saray yavrusu gibi bir ev yapmış. Sert mizaçlı, astığı astık, kestiği kestik biri olmuş. Emir verince herkes pervane gibi etrafında dolanıyormuş.
“Babam, oğlunun nasıl bir adam olduğunu görsün, övünsün ve söylediği sözden de pişman olsun!” demiş, adam göndertip çağırtmış:
“Hastayım, gelemem!”
“Gidin zorla getirin!” diye emrini tekrarlamış.
“Valinin emridir!” deyip yaka-paça götürmüşler vâlinin huzûruna: “Baba, sen bana sık sık ‘Adam olmazsın!’ derdin ya, işte bak, vâli oldum!”
“Oğlum, ben sana vâli olamazsın demedim ki, adam olamazsın dedim, adam! Adam olsaydın, böyle davranmazdın!”
Ya, işte böyle, biz AKP’ye ve sayın Erdoğan’a iktidar ve başbakan olamazsın demedik, bu kafayla bu işleri halledemezsin!” dedik. Şimdi ne oldi?
Biz AKP iktidar olamaz demedik, muktedir olamaz dedik. Olmaya kalktığında oldurmazlar dedik, bu bir tuzak dedik, bu tuzağı bozalım dedik! Şimdi ne oldi?
11.08.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Kemal BENEK |
Net ve cesur siyaset ihtiyacı |
|
Geçtiğimiz Cumartesi DP’nin dâvetlisi olarak Isparta’daydık. Partinin il kongresi vardı. Kongreye Genel Başkan Süleyman Soylu da katıldı.
Bu vesileyle Soylu’yu daha yakından gözlemleme imkânı bulduk. İlginç bir siyaset tarzına sahip Soylu. Bildiğimiz klâsik siyasetçi kalıbını aşan bir yapısı var. En önemli özelliği “net ve cesur” olması. Ne söylemediğinden ziyade söylediği ile öne çıkıyor. Anlaşılmamak yerine anlaşılmak için konuşuyor. Onun için seçmen tarafından daha kolay kabul görüyor. Bu tutumu zamanı da iyi okuduğunu gösteriyor. 39 yaşında olması değişen seçmen ruhunu kavramasında büyük avantajı oluyor.
Aslında bir siyasetçide olması gereken tutum da bu. Ama geçer akçe “kaypaklık ve korkaklık” olduğu için olması gereken bir tutum bile maalesef ilginç hale geliyor.
**
Soylu, DP gibi iktidar olmaya alışkın bir partinin mensuplarını girdikleri “travma”dan kurtarmak için yoğun çaba sarf ediyor. Bunda muvaffak da oluyor. Bunun için en başta kendi partisini özeleştiriye tabi tutuyor.
Geçmişteki hataları, yanlışları komplekse girmeden dile getirip doğru olanı ortaya koyuyor. En taze örneğine kongre sonrası il başkanlarıyla bir araya geldiği toplantıda şahit olduk.
“Zaman içinde misyonumuzdan uzaklaştık. Kimi zaman MHP’den fazla milliyetçi, kimi zaman CHP’den fazla laikçi, kimi zaman ulusalcılardan daha fazla ulusalcı olduk. Fakat ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabildik. Biz demokratız. Biz komüniste de şeriatçıya da—başkasının özgürlüğünü engellememek şartıyla—hoşgörü ile bakarız. Aslî misyonumuzdan uzaklaştıkça kendimiz olmaktan çıktık. Millet de bize uzak durdu. Şimdi tekrar özümüze, demokratlığa dönme zamanıdır.” Bu sözleri büyük kabul görüyor. Benzer açıklamalar teşkilât mensuplarından da geliyor.
Özeleştiri bununla sınırlı değil. Tüzük çalışmasının da son aşamaya geldiğini öğreniyoruz. Soylu, yeni tüzüğün “bomba etkisi” yapacağını, parti içi demokrasiyi gerçek anlamda sağlayacağını söylüyor.
Şöyle devam ediyor; “Yeni tüzük şeffaf, liderin iki dudağı arasına esir olmayan, tabanın sesini en iyi yansıtan, görevden almanın vermenin zorlaştırıldığı bir tüzük oldu. Seçmenler özgür iradeleri ile, ön seçimle adam gibi kendi milletvekillerini seçebilecek.”
GİK üyesi Doç. Dr. Vedat Demir de yeni tüzüğü şu sözlerle özetliyor: “Kendi demokrat olmayan başkasını nasıl ikna edecek?”
Tüzüğün yanında parti programı çalışmalarının da çok yakında başlayacağı bilgisine ulaşıyoruz. Aynı hassasiyetin burada da gösterileceği ve iddialı bir program hazırlanacağı belirtiliyor.
**
Soylu’nun ifadesiyle “Ankara’nın kokuşmuş siyaseti”nden kurtulmanın tek yolu da parti içi demokrasiyi “gerçek anlamda” sağlamaktan geçiyor. Seçmeni cezb etmenin tek yolu “ezber bozan” doğru, samimî, ötekileştirmeyen, ayrıştırmayan bir siyasetten geçiyor.
Soylu ile birlikte siyasete yeni bir soluk getirmeye başlayan DP, alternatif olduğu konusunda ciddî veriler sağlıyor. Eğer şimdiye kadar yansıyan çizgide bir kırıklık yaşanmazsa seçmen tercih yapmakta zorlanmayacak.
11.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Zamanın Cüneydi |
|
Son sıralarda dev isimler birer ikişer aramızdan ayrılıyor, dünyadan göçüyor. Bunların en sonuncularından birisi şüphesiz Filistinli Şair Mahmut Derviş oldu. Ondan önce Mısırlı düşünür Abdulvehhab el Mesiri de bu hamuşanlar kervanına katıldı. Son klâsik Soljenitsin’in sadası ise bitmek bilmiyor. Ülkemizden de Erdem Beyazıt ve tarihî Üsküdar’ın son bekçisi Ahmet Yüksel Özemre de bu kervanın son salikleri arasında yerlerini aldılar. Hepsine değinemedim. İçlerinde en yakından tanıdığım Abdulvehhab el Mesiri idi onu da bir İstanbul ziyaretinde tanıdım. Ötekiler Türkiyeli olsa da; ancak uzaktan uzağa temaşa ettim. Ahmet Yüksel Özemre bunlar arasındaydı. Bu yazının kahramanı ise zaman zaman eski ismiyle Haktaş Dergâhın’da (Ebuzziyafe Şevket Demirci Bey’in mekânı) karşılaştığım Bandırmalı Ali Efendi (Öztaylan). Son yıllarda dergâhla biz hem fizikî hem de metafizikî anlamda uzak düştük. Elbette ayrılık gayrılık anlamında değil. Hamdolsun kalplerimizde tenafur hali yok. Dergâhı biraz boşlamıştık. Karşı tarafta bir sanayi sitesine taşınmıştı. Oysa ki Gaziosmanpaşa günlerinde neredeyse ayağımız kesilmezdi. Böyle bir fizikî engelimiz yoktu. Ali Öztaylan Ağabeyi Gaziosmanpaşa’daki dergâhtan tanımalıyım. Birçok kez görüşmüş ve kendisini dinlemiş olmalıyım. Ama şimdi neredeyse kendisini sis perdelerinin ardından hatırlıyorum. Vefatını ilk önce gazeteye giderken yolda iken Almanyalı Selim’den haber aldım. Sonra Mümin Vatansever Ağabey Bandırmaya cenazesine yetiştiğini söyledi. Daha sonra Şevket Eygi Bey de cenazeyi anlattı. Teşyi ve tevdi edenler arasında yine eski dostlarından Şevket Demirci Bey de varmış. Esasında maksadım onun cenazesini anlatmak değil. O nesillerin ve kâmil insanların tükenmekte olduğunu ve yerlerinin doldurulamadığını nazara vermektir. Kendisi kudve-i misal ve temsil makamında bir zat idi. Artık örnekler nesli kalmadı. Dünyevileşme, ümmet-i Muhammed’in manevî damarlarını kuruttu.
***
Vefatından sonraki Cuma günü Sefa Saygılı eski ismiyle Haktaş Dergâhı’nda Ali Öztaylan Ağabeyi anma gecesi tertipleneceğini söyledi. Bu anma gecesine katılmadan da Ali Ağabey gibilerin kuşağını nazara vermek istiyordum. Ali Öztaylan gibiler zaten her nesilde kibrit-i ahmer hükmünde nadirattan idiler. Ama bizim nesilde giderek daha da azalıyorlar. Bu zevata Mevlânâ, ‘zamanın Cüneyd’i’ derdi. Cüneyd bütün güzelliklerin camisi ve hakkın serdengeçtisidir. Hak erlerinin diğer ismi Cüneyd idi. Mevlânâ’ya kadar hikmetten nasibi olanlara zamanın Cüneyd’i denilirdi. Mevlânâ’dan sonra da zamanın Mevlânâ’sı tabiri yerleşmiştir. Cüneyd alperendir. Sırların ve sınırların bekçisi. Arapça Mehmetçik’in karşılığıdır. Cüneyd rical-i gaybın ve erenlerin önde gelen isimlerinden birisidir. Cüneyd ‘seyyidu’t taife’ yani erenlerin piridir. Ali Öztaylan’ın da bu makama bakan bir yüzü olmalı. Zaman’daki ölüm haberinden öğrendiğimize göre Ali Öztaylan, Cüneyd ahvalini takınmış bir insandı. Ali Efendi, yıllar önce Ali Haydar Efendi hakkında ulaşabildiği malûmatı toplayıp bir deftere kaydetmek isteyen ve bunun için kendisine de müracaat eden bir gence şu cevabı vermişti: “Ricalin hangi halini kaydedeceksiniz? Onlar bir anda sayısız âlemleri seyrederler. Yazılıp çizilenler kuru kuruya zahiri malûmattan ileriye gidemez. Yine de bu hususları ciddî mânâda araştırıp kayda geçirmek lâzımdır…” Bu Cüneyd’in de cevabıdır. Ali Öztaylan’ın cevabı Cüneyd’i kendisine tevhidden soran birisine verdiği aynı cevaptır. Birisi Cüneyd’e tevhidin sırrını sorar. O cevabını verir ve çok hoşuna gider ve söylediği sözü kaydetmek ister. Sözünü tekrar etmesini istirham edince bu defa Cüneyd başka bir makamda başka bir cevap verir. Bunun üzerine soran kişi (sail) öncekini yazamadığını söyler. Bunun üzerine Cüneyd tevhidle alâkalı bir üçüncü makamdan bahseder. Bunun üzerine soran der ki; ‘Ne yapayım kaydedemiyorum siz birinci makamda kalın…” Bunun üzerine Cüneyd dile gelir ‘Söz benden sadır olsa ve ezberimden olsa hay hay. Ama öyle değil…” Cüneyd muhatabına sözlerinin sunûhat tarzı olduğunu anlatmak ister.
***
San'atçı da böyledir. İlhamla yazar ve yapar. Zahirde bir hattat hep aynı tarzda yazar. Fakat derin tetkik ettiğinizde hepsinin ayrı ayrı olduğunu görürsünüz. Tornadan çıkmış gibi değildir. Makamdan içeri makam vardır. İbn-i Arabi bu sırra ‘halk cedid’ der... ‘Tecdidu’l halk fi külli anat”: Her anda; salise, rabia ve hamiselerde yani saniyenin bölümlerinde dahi yeni yaratmalar vardır. Mevlânâ ve ondan sonra Şeyh Galip’in ‘Cancağızım şimdi yeni şeyler söylemek zamanıdır…” demesi de işte bu sırrı ifade eder Kur’ân-ı Kerim de hep bize yeni şeyler söyler. Çünkü o lisan-ı gaybdır. Kur’ân-ı Kerim’in bu özelliğini en güzel Üzeyir Garih ifade etmiştir. Şöyle der: “Herkes kendine göre tefsir ediyor âyetleri. Arapça çok zengin bir lisandır. Piyanoda, ‘do’ ile ‘re’ arasında bir diyez ve bir bemol vardır. Halbuki, kemanda ‘do ile ‘re’ arasında, yorumlama durumuna göre, sonsuz aralıklar bulunur…”
Kur’ân kemana değil keman Kur’ân’a benzetilebilir. Yine keman kaşlı değil ama keman sözlü şahsiyetlerden birisi de Cüneyd idi. O bütün makamlardan seslenirdi. Dolayısıyla sözleri tekrar değildi ve dinleyene asla bıkkınlık vermezdi.
Bugün Cüneyd’i anlattık yarın Cüneydleri anlatalım.
Not: ‘Ergenekon İmamı ve teflon Baykal’ yazısında sehven Kanaltürk yerine Habertürk ibaresi yazılmıştır, doğrusu Kanaltürk olacaktır düzeltir, özür dileriz.
11.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Kur’ân ayına Kur’ân hediyesi |
|
Yeni Asya, Kur’ân ve duâ ayı Ramazan’ı, okuyucularına hediye etmeyi planladığı Cüz Cüz Kur’ân kampanyası ile karşılamaya hazırlanıyor.
Yaz aylarına girmeden gerçekleştirilen temsilci toplantıları ile başlayan kampanyanın hazırlıkları da hız kesmeden sürüyor.
Kupon neşrine 1 Eylül’de başlanacak kampanyada abone olan herkese cüzleri özel kabı içerisinde peşinen verilecek.
Bilgisayar hattı ile yazılmış ve telif hakkı Osmanlı Yayınevinde bulunan örnek cüzler, el ilânları ve afişlerle birlikte saha çalışması yapacak bütün temsilcilerimize gönderildi.
Mahallî tv ve radyolarda reklâm yayınlatmak isteyen büro ve temsilcilerimiz için de bir hatırlatmada bulunalım: Kampanya için hazırlatılan reklâm filmi cd’leri de bu hafta elinizde olacak. Arzu edenler ve erken çalışma yapmak isteyenlerin reklâm filmini www.yeniasya.com.tr adresimizden indirip kullanmaları da mümkün.
Tüm temsilcilerimiz kendilerine gönderilen örnek cüzlerle, abone kampanya çalışmalarına vakit geçirmeden başlayabilirler. Okuyucularımıza verilecek cüzlerin sevkiyatı yapılmakta olup, önümüzdeki günlerde bütün bölgelere mevcut ve yeni aboneler sayısınca cüzlerin gönderimi tamamlanacak.
Kampanya öncesi, geçmiş tecrübeleri paylaşmak ve yeni stratejiler geliştirmek için büro ve temsilcilerimizle yeniden bir araya gelmeyi planlamaktayız.
Abone çalışmalarına reklâm desteği de verilecek. Reklâm bütçemizin elverdiği imkânlar çerçevesinde bazı ulusal tv ve radyo kanallarında kampanya reklâmlarımız dönecek.
Kampanya için emek sarf edecek herkese, özellikle de ‘saha çalışması’ yapan kardeşlerimize başarılar diliyoruz.
Gayret bizden, tevfik Allah’tan...
Not: Daha fazla bilgi için 0212 655 88 59 (Dahili 219-220) no'lu telefondan Abone ve Dağıtım birimimizle irtibat kurabilirsiniz.
***
Ramazan sayfası
Üç Aylar ile birlikte Ramazan hazırlıkları da hız kazandı. Ramazan sayfası için daha önce de yaptığımız duyuruyu tekrar hatırlatmak istiyoruz.
Babıalide Yeni Asya ile birlikte başlayan güzel bir gelenek olan ve bugün pekçok gazete tarafından benimsenen Ramazan sayfamız her yıl farklı bir şekil ve muhteva ile öne çıkmakta.
Önemli bir bölümü eli kalem tutan okuyucularımızın katkılarıyla hazırlanan sayfamız için, bu sene de aynı çağrıyı tekrarlamak istiyoruz. Çağrımız hem geçen yıllarda sayfamıza katkıda bulunan, hem de bu sene için hazırlık yapmış eser sahipleri için geçerli. Ramazan sayfasının mânâ ve muhtevasına uygun çalışmalarınızı önümüzdeki hafta elimizde olacak şekilde bekliyoruz. Mümkünse bilgisayar ortamında yazılmış, Ramazan sayfası formatına uygun, kısa, öz ve çarpıcı, tefekküre dayalı düz yazı, şiir ve fotoğraf çalışmalarınızı [email protected] adresine bekliyoruz.
***
İmsakiyelerimiz hazır
Ramazan’ın ‘alâmet-i farika’larından biri olan imsakiyede sezon açıldı. Yeni Asya bu sene de beğenilen kalite ve çeşitleriyle piyasadaki yerini alacak.
Ürün yelpazesine yeni açılımlar getiren Yeni Asya İmsakiye birimi, dördü kuşe kâğıt, dördü de yaldızlı lüks gofreli karton baskılı olmak üzere sekiz çeşit imsakiyeyi müşterilerinin beğenisine sundu.
Birim yetkililerinin verdiği bilgiye göre, bire bir imsakiye örnekleri büro ve temsilciliklerimize gönderildi. Daha detaylı bilgi için ilgili birimimiz aranabilir.
Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz.
11.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Taşeron… |
|
Selimiye kışlasına üç yüz metre mesâfedeki Karacaahmet Mezarlığından atılan dört havan mermisinin “ıskalaması”, son dönemdeki benzerî olayların ardındaki fâilleri ve amaçlarını sözkonusu ediyor.
Ne var ki bu saldırıda olduğu gibi, resmî açıklamalarda dehşet verici patlamalar, bölücü terör örgütüne ya da ne idüğü belirsiz “El Kaide” üzerine atılıyor; maskelerin arkasındaki gerçek katiller, maksatları ve “mesajları” tıpkı havan topları gibi ıskalanıyor.
Bilindiği gibi geçtiğimiz yıl Ankara Anafartalar Çarşısına atılan ve onlarca insanı öldürüp yaralayan bombalama da “El Kaide’nin işi” denilerek bir nev'î üzeri kapatılmıştı. Patlamada hâdisenin sıcaklığıyla medyada verilen Türkiye’de bulunan Pakistanlı nükleer enerji uzmanlarının da öldüğü haberi derhal “sansür”e uğramış, “sansür”ün niçin yapıldığı bile anlaşılamamıştı.
Keza İstanbul’daki Amerikan Konsolosluğu kapısında bekleyen polisleri katleden saldırı da alelacele El Kaide’ye atfedilmiş, peşinden “küçük bir kopya hücresi”ne verilerek âdeta geçiştirildi. “küçük kopya hücre”nin hangi gizli servisin ya da terör örgütünün taşeronu olduğu âdeta geçiştirilmişti…
TERÖRÜN AMACI; KARGAŞA VE KAOS
En son Güngören’de Adnan Menderes caddesine konulan ve onlarca mâsum insanı katleden iki bombanın üzerinden daha bir saat geçmeden Validen diğer ilgililere kadar patlamaların “PKK’nın işi olduğu” âcil açıklaması gelmişti. Gerekçe bombanın şekli ve düzeneği idi…
Oysa olayın hemen ardından Başbakan Erdoğan, “Kuşkusuz bu cinâyetin zamanlaması da, cinâyeti işleyenler, cinâyetin arkasındaki elleri bulmak, deşifre etmek ve adalete teslim etmek için, bütün delilleri kılı kırk yararak güvenlik güçlerimize önemli ipuçları verecektir” tesbitinde bulunmuş; “maskenin ardındaki yüz, er ya da geç ortaya çıkacaktır” teminatını vermişti.
Ve günler sonra İçişleri Bakanı Atalay, “Olay kesin tesbitler ve güçlü delillerle tereddüde mahal bırakmayacak şekilde bütün boyutlarıyla aydınlatılmış; yardım eden, yataklık yapan, fiilen eyleme katılanlar yakalanmıştır” demekle yetinmişti. Böylece Göngören’deki katliâm da isim verilmeden ilk andaki demeçlerde olduğu gibi PKK’nin üzerinde kalmıştı.
Peki bu vahşetteki “kesin tesbitler” ve “güçlü deliller”, “tereddüde mahal bırakmayacak şekilde” kimleri, hangi örgütü göstermekte? En önemlisi, Başbakan’ın taahhüd ettiği, “cinâyetin arkasındaki eller” hangi hâricî şebekenin elleri?
Gerçek şu ki dış mihraklar ve içteki işbirlikçileri, Türkiye’yi terörle, iç karışıklık ve çatışmalarla kutuplaştırmak, kargaşa meydana getirmek için maşaları istimal etmekte, eylemleri terör örgütlerine yaptırmaktalar.
Fâil-i meçhul suikastların, şüpheli olayları ardındaki karanlık eller şüphesiz her zaman olduğu gibi “taşeronlar”a yaptırmaktalar.
Amaç, Türkiye’yi dinî, mezhebî ayırımlarla kamplaştırmak, etnik ayrışmalarla kutuplaştırmak; “laik – anti laik”, “Türk- Kürt” ayrışmasıyla çatışmayı tezgâhlamak, anarşi ve terörle zaafa uğratmak. Demokratikleşme ve AB sürecini baltalamak; Türkiye’nin başta İran ve Suriye olmak üzere Müslüman bölge ülkeleriyle arasını açmak…
“Ergenekon iddianâmesi”nde okunduğu gibi, halkı birbirine düşürtmek için ülkeyi kaos ortamına sürüklemek. Kardeş kavgasıyla hâriçten üflenen senaryoları ve Amerika’nın “ılımlı İslâm”la başlayan, “demokrasi ve özgürleşme vaadi”yle “büyük Ortadoğu projesi”ne uzanan uluslar arası hegemonya ve çıkar projelerine teşne hale getirmek…
TETİKÇİLERİ YAKALAMAKLA KALINMAMALI…
Hemen sormak lâzım; Göngören katliâmından sonra havan toplarıyla 1. Ordu karargâhının bulunduğu Selimiye kışlasını hedef alan ve çok yakın mesâfeden ıskalayan saldırıyı kimler yaptı?
Emniyet yetkilileri, soruşturmanın terör örgütü PKK üzerinde yoğunlaştığını belirtiyorlar. Bu durumda Göngören cinâyetinde olduğu gibi, ilk kez bir metropolde havan topu saldırısını terör örgütüne kim yaptırdı? PKK bu eylem ihâlesini kimden, hangi küresel güç ya da yapılanmadan aldı?
Sonra bu saldırıyı yapanlar neden “ıskaladılar”? Bu provokasyonların amacı nedir? Vermek istedikleri “mesaj” nedir?
Yapılacak olan, “olay aydınlatılmıştır, failleri yakalanmıştır” türü genel tâbirlerle, resmî demeçlerle olayları geçiştirmek ve salt tetikçileri yakalamak değil; ölüm tâcirlerinin, vahşet bezirgânlarının, kör şiddet ve terörün arkasındaki karanlık kanlı elleri ortaya çıkarmaktır.
Başbakan’ın söz verdiği gibi, cinâyetin arkasındaki elleri, yüzleri ve amaçlarını deşifre etmektir.
Taşeronlarla meseleyi tavsamaya bırakmak değil…
11.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|