Türkiye’nin bir çok alanda içinde bulunduğu bunalımlı halden nasıl çıkacağı pek çok akl-ı selimin kafa yorduğu bir sorudur. Meselâ Mehmet Altan, “Başbakan KOB Okur mu?” diye sorarak KOB’u bir çıkış yolu olarak önermektedir.
KOB (Katılım Ortaklığı Belgesi), Türkiye’nin 2003 yılında imzaladığı, Türkiye’yi siyasî, ekonomik ve sosyo-kültürel… bir çok alanda AB standartlarına ulaştırmayı hedefleyen ve bu alanlarla ilgili reform düzeyinde değişiklikleri amaçlayan bir belgedir. Bu anlaşmayla bize sunulan listenin gereklerini yerine getirmek, elbette ki bir kurtuluş reçetesi olabilir. Üzücü olan taraflardan birisi, 1000 yıllık bir imparatorluk geleneğinin bakiyesi üzerinde kurulan bir Cumhuriyet’in kendi içindeki değerleri dışlayarak henüz bir asır dolmadan kurtuluş reçeteleri ithal eder hale gelmesidir. Durumumuz “Ol mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler” diyen şairin tarif ettiği gaflet halinden başka bir şey değildir.
Bu ülkenin sözümona aydınları ve bu ülkeyi yönlendirebilme gücünü kendinde bulanlar bir yana; bu ülkenin yönetimine talip olanlara ve bilhassa Başbakan’a şu soruyu sormak gerekir: Başbakan Risâle-i Nur okur mu? Başbakan’ın derinlemesine bir inceleme, araştırma ve tahlil olmasa da Risâle-i Nurları bilen; ama siyasal İslâm yaftası uğruna bunu görmezden gelen bir gelenekten geldiğini biliyoruz. Bu görmezden gelme ve umursamama ülkemizin kaotik durumunu kronikleştirmekten başka, ne yazık ki, bir işe de yaramamıştır.
Ciddî olarak Risâle-i Nurları inceleyenler, Said Nursî’nin yüzyılları içine alacak bir tarzda, Türkiye’nin ve İslâm âleminin kronikleşmiş problemlerine getirdiği çözüm tekliflerini hemen fark edecekler ve Bediüzzaman’ın yaklaşımının, Türkiye’nin içinde yer almaya çalıştığı Kopenhag Kriterleri’ni bile gölgede bırakacak düzeyde olduğunu hemen söyleyivereceklerdir. Sadece bir kaçına örnek verelim.
1- Kürt Meselesi: Bediüzzaman’ın bölgenin problemlerine dikkat çekmek ve bölgede kalıcı çözümler üretmek üzere İstanbul’a gelişinin üzerinden tam bir asır geçmiştir. Henüz kalıcı çözümlere ulaşılamaması, meselenin derinliğiyle birlikte Bediüzzaman tecrübesinden yararlanamadığımızı da göstermektedir. Bediüzzaman’ın “İslâmiyet milliyeti”ni vurgulayarak etnik tartışmaların önünü tıkaması, dinin birleştirici rolünü vurgulayarak farklı eğilimlerin ve yapıların bir arada kardeşçe yaşayabileceğine işaret etmesi, eğitimle ilgili projeler sunarak meselenin özüne eğilmesi; bundan başka dinî, tarihî, sosyo-kültürel ve sosyo-psikolojik gerçekliklere dayanan bir dizi çözümler üretmesi dikkat çekicidir. Bediüzzaman’ın fikirlerini içinde barındırmayan ve bu tecrübeyi göz önünde bulundurmayan tartışmaların sağlıklı ve kalıcı bir çözümü ortaya koyması oldukça zordur.
2- Laiklik: Bediüzzaman’ın tanımı ve bu konuda getirdiği teklif; dinsizlik olarak algılanan Fransız tipi katı bir laik(çi)lik anlayışından uzaktır ve çağdaş ülkelerce benimsenmiş olan bir anlayışın ipuçlarını sunmaktadır. Bediüzzaman laikliği belli bir kesimin imtiyazına yol açacak kadar dar kalıplar içinde tanımlamamış, bu yolla toplumun “biz ve ötekiler” şeklinde kutuplaşmasına yol açacak bir modellemeden de uzak durmuştur. Bediüzzaman’ın laiklik tanımlaması “dinsizlik” de değildir. Onun laiklik vurgusunun temelinde din-vicdan ve fikir hürriyeti vardır. Onun bu prensibi dinsizlere ve dindarlara eşit mesafede olmayı gerektirmektedir.
3- Milliyetçilik: Bediüzzaman, Kur’ânî bir yaklaşımla milliyeti reddetmez; ancak ötekileştirici, dışlayıcı ve bir diğerini küçümseyici bir anlayıştan da uzak durarak çatışmayı ve bölünmeyi netice verecek bir ırkçılık anlayışından uzak durur. Bediüzzaman’ın “müsbet milliyet” dediği anlayış; dayanışmaya, yardımlaşmaya ve kendi milletinin iyi yönlerini ortaya çıkartıp bunları yüceltmeye yönelik bir anlayışa matuftur.
4- Demokrasi: Cumhuriyeti ve demokrasiyi küfür rejimi kabul edenlerle İslâm’ı demokrasiye lâyık görmeyenlerin fikren çatıştığı dönemlerde Bediüzzaman, demokratikleşmeye dinî kaynaklardan deliller getirip demokrasiye din adına sahip çıkmakta ve bu olgunun temelini hürriyet, din ve vicdan hürriyeti, millet hâkimiyeti ve eşitlik gibi kavramlarla pekiştirmektedir. Bediüzzaman, hoşgörü, fikre ve inançlara saygı, farklılıkları kabullenme, farklılıklarla bir arada yaşayabilmeyi öğrenme olarak da tanımlayabileceğimiz özgürlükçü çağdaş demokrasinin ipuçlarını bize sunmaya bir asır öncesinden başlamıştır.
5- Velev ki: Bediüzzaman olayları değil fikirleri tartışır. “Velev ki”ler yerine kalıcı çözümler üretir ve bunun haklı mücadelesini hukukî çerçevede yapar. Bediüzzaman’ın yukarıdaki meselelerden başka anayasa, insan hakları, azınlıklar, hukuk-adalet ve sosyo-ekonomik meselelerde karşılaşılan problemlere koyduğu teşhisleri ve çözüm adına bunlara getirdiği açılımları KOB ile bir karşılaştırınız bakalım, ne göreceksiniz?
Bir “kurtuluş reçetesi” olarak benim gördüğüm; bugün reformlar için AB’ye sözler veren Türkiye’nin KOB’dan önce Risâle-i Nurlara çok daha fazla ihtiyacı olduğudur.
12.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|