|
|
Hüseyin EREN |
Hayatı ölümle, ölümü hayatla karşılamak |
|
Hayat bazen öyle sıkar ki, iyi ki ölüm var dedirtir, geçiciliği şükrettirir… Geçmemiş olsa zaman, gamlar bu zayıf belle nasıl taşınır? Acz ne kadar büyük insanda, fakr ne kadar da belirgin benliğinde…
Ne isteklerini elde edebiliyor, ne de elinde olanı tutabiliyor; boşluğun rüzgârlarında mecalsiz ve cansız savruluyor…
Fehim perdeleri aralanıyor; bir şey olmamaktansa “hiç” olmak da bir şeydir… Hiçliğin varlığına erişmek hiç de kolay değil, kesret sularda boğulmuş biz “ben”ler için… Buz parçası erimesin diye kırk dereden kırk yıl su getiriyoruz; teviller, tasannular, kasıntılar, gösterişler, şirkâlûd riyakârlıklar… Konuşmalar kemalsiz, kelimeler iz’ansız, nazarlar fikirsiz, izahlar sığ, bakışlar bayağı…
Medeniyetten istifa eden ve “Beni dünyaya, çağırma ben onda fena buldum” diyen Bediüzzaman, hayata ölümle, ölüme hayatla meydan okumuş… Dünyanın fena yüzüyle bir bağı, medeniyetin fantezileriyle bir alâkası yok ki onlar ona zarar versin… Kıyafeti, hali, tavırları, tavizsizliği, fikirleri, hürriyet aşkı, hizmet şevki; ölümle hayat arasındaki ince perdeyi kaldıran iman derinliğine sahip olmasından…
Ölüme bir nefes kadar, hayata bir ömür kadar yakın… Sıkıntıların katmer katmer indiği demlerde, eğer ahirete iman olmasaydı hayattan çoktan istifa etmiştik mânâsında konuşur… Ondan başka dayanak, Ondan başka sığınak, Ondan başka tesellî edecek bir melce ve mence bilmediğinden yine imana koşmuş, yine imana çalışmış, imansızlığı en büyük yanılgı ve yangın saymış…
Dünyaya doludizgin koşulduğu, medeniyetten istifa değil istifadede yarışıldığı bir zamanda bulanık sularda bayağılaşıyor, bocalıyor, boğuluyoruz… Başımızı kaldırıp düne ve yarına bakabilme basiretini bulamıyoruz, kapıldığımız gaflet rüzgârlarda…
Sıksa da sıkıntılar, hayatla ölüm arasında tercih edecek kadar kendini hür hissedebilmek, iki an arasında salınabilme genişliğine erişebilmek, geçicilikte gerçeği görmek, Yunus gibi “Biz bu dünyadan gider olduk, kalanlara selâm olsun” diyecek kadar sekine sahibi olmak; dünyanın fena yüzünden kaçabilecek, zalim ve aldatıcı medeniyetten istifa ettirecek kadar iman zenginliğine sahip olmaktan geçer… Bunu elde etmeyi dert edinene, bir imanî meselenin inkişafı dünya ve içindekilerinden daha sevimli gelir…
Ne kadar sevilesi, ne kadar rahat bir hayat, ne kadar ünsiyetli bir ölüm, ne kadar yaşanılası bir ömür bu, böylesi inkişaflarla geçen… Kaybettiğimiz yitiğimiz; karanlık dünyanın, kirli medeniyetin kahredici ve kandırıcı kapılarını aşındırmakta değil, zerreden yıldızlara, en küçük hadiseden en büyük hadiseye, her hâlde imana menfezler açabilmekte, hayatı o hal ile yaşayıp o hal ile ölüme gülerek yürümekte…
Sağ salim ölüp, sağ salim dirilmek; sağlığında nefesleri imanla alıp verebilmekte… Yoksa dertler, sıkar da sıkar, nefes alamayacak duruma getirtir…
Gel ey nefis, Rahman’a olan imanını tazele, Resûl-i Ekrem’e (a.s.m.) olan biatını yenile; ne dertler, ne dünya, seni yıkamaz inşallah.
12.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ahmet DURSUN |
Başbakan, Risâle-i Nur okur mu? |
|
Türkiye’nin bir çok alanda içinde bulunduğu bunalımlı halden nasıl çıkacağı pek çok akl-ı selimin kafa yorduğu bir sorudur. Meselâ Mehmet Altan, “Başbakan KOB Okur mu?” diye sorarak KOB’u bir çıkış yolu olarak önermektedir.
KOB (Katılım Ortaklığı Belgesi), Türkiye’nin 2003 yılında imzaladığı, Türkiye’yi siyasî, ekonomik ve sosyo-kültürel… bir çok alanda AB standartlarına ulaştırmayı hedefleyen ve bu alanlarla ilgili reform düzeyinde değişiklikleri amaçlayan bir belgedir. Bu anlaşmayla bize sunulan listenin gereklerini yerine getirmek, elbette ki bir kurtuluş reçetesi olabilir. Üzücü olan taraflardan birisi, 1000 yıllık bir imparatorluk geleneğinin bakiyesi üzerinde kurulan bir Cumhuriyet’in kendi içindeki değerleri dışlayarak henüz bir asır dolmadan kurtuluş reçeteleri ithal eder hale gelmesidir. Durumumuz “Ol mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler” diyen şairin tarif ettiği gaflet halinden başka bir şey değildir.
Bu ülkenin sözümona aydınları ve bu ülkeyi yönlendirebilme gücünü kendinde bulanlar bir yana; bu ülkenin yönetimine talip olanlara ve bilhassa Başbakan’a şu soruyu sormak gerekir: Başbakan Risâle-i Nur okur mu? Başbakan’ın derinlemesine bir inceleme, araştırma ve tahlil olmasa da Risâle-i Nurları bilen; ama siyasal İslâm yaftası uğruna bunu görmezden gelen bir gelenekten geldiğini biliyoruz. Bu görmezden gelme ve umursamama ülkemizin kaotik durumunu kronikleştirmekten başka, ne yazık ki, bir işe de yaramamıştır.
Ciddî olarak Risâle-i Nurları inceleyenler, Said Nursî’nin yüzyılları içine alacak bir tarzda, Türkiye’nin ve İslâm âleminin kronikleşmiş problemlerine getirdiği çözüm tekliflerini hemen fark edecekler ve Bediüzzaman’ın yaklaşımının, Türkiye’nin içinde yer almaya çalıştığı Kopenhag Kriterleri’ni bile gölgede bırakacak düzeyde olduğunu hemen söyleyivereceklerdir. Sadece bir kaçına örnek verelim.
1- Kürt Meselesi: Bediüzzaman’ın bölgenin problemlerine dikkat çekmek ve bölgede kalıcı çözümler üretmek üzere İstanbul’a gelişinin üzerinden tam bir asır geçmiştir. Henüz kalıcı çözümlere ulaşılamaması, meselenin derinliğiyle birlikte Bediüzzaman tecrübesinden yararlanamadığımızı da göstermektedir. Bediüzzaman’ın “İslâmiyet milliyeti”ni vurgulayarak etnik tartışmaların önünü tıkaması, dinin birleştirici rolünü vurgulayarak farklı eğilimlerin ve yapıların bir arada kardeşçe yaşayabileceğine işaret etmesi, eğitimle ilgili projeler sunarak meselenin özüne eğilmesi; bundan başka dinî, tarihî, sosyo-kültürel ve sosyo-psikolojik gerçekliklere dayanan bir dizi çözümler üretmesi dikkat çekicidir. Bediüzzaman’ın fikirlerini içinde barındırmayan ve bu tecrübeyi göz önünde bulundurmayan tartışmaların sağlıklı ve kalıcı bir çözümü ortaya koyması oldukça zordur.
2- Laiklik: Bediüzzaman’ın tanımı ve bu konuda getirdiği teklif; dinsizlik olarak algılanan Fransız tipi katı bir laik(çi)lik anlayışından uzaktır ve çağdaş ülkelerce benimsenmiş olan bir anlayışın ipuçlarını sunmaktadır. Bediüzzaman laikliği belli bir kesimin imtiyazına yol açacak kadar dar kalıplar içinde tanımlamamış, bu yolla toplumun “biz ve ötekiler” şeklinde kutuplaşmasına yol açacak bir modellemeden de uzak durmuştur. Bediüzzaman’ın laiklik tanımlaması “dinsizlik” de değildir. Onun laiklik vurgusunun temelinde din-vicdan ve fikir hürriyeti vardır. Onun bu prensibi dinsizlere ve dindarlara eşit mesafede olmayı gerektirmektedir.
3- Milliyetçilik: Bediüzzaman, Kur’ânî bir yaklaşımla milliyeti reddetmez; ancak ötekileştirici, dışlayıcı ve bir diğerini küçümseyici bir anlayıştan da uzak durarak çatışmayı ve bölünmeyi netice verecek bir ırkçılık anlayışından uzak durur. Bediüzzaman’ın “müsbet milliyet” dediği anlayış; dayanışmaya, yardımlaşmaya ve kendi milletinin iyi yönlerini ortaya çıkartıp bunları yüceltmeye yönelik bir anlayışa matuftur.
4- Demokrasi: Cumhuriyeti ve demokrasiyi küfür rejimi kabul edenlerle İslâm’ı demokrasiye lâyık görmeyenlerin fikren çatıştığı dönemlerde Bediüzzaman, demokratikleşmeye dinî kaynaklardan deliller getirip demokrasiye din adına sahip çıkmakta ve bu olgunun temelini hürriyet, din ve vicdan hürriyeti, millet hâkimiyeti ve eşitlik gibi kavramlarla pekiştirmektedir. Bediüzzaman, hoşgörü, fikre ve inançlara saygı, farklılıkları kabullenme, farklılıklarla bir arada yaşayabilmeyi öğrenme olarak da tanımlayabileceğimiz özgürlükçü çağdaş demokrasinin ipuçlarını bize sunmaya bir asır öncesinden başlamıştır.
5- Velev ki: Bediüzzaman olayları değil fikirleri tartışır. “Velev ki”ler yerine kalıcı çözümler üretir ve bunun haklı mücadelesini hukukî çerçevede yapar. Bediüzzaman’ın yukarıdaki meselelerden başka anayasa, insan hakları, azınlıklar, hukuk-adalet ve sosyo-ekonomik meselelerde karşılaşılan problemlere koyduğu teşhisleri ve çözüm adına bunlara getirdiği açılımları KOB ile bir karşılaştırınız bakalım, ne göreceksiniz?
Bir “kurtuluş reçetesi” olarak benim gördüğüm; bugün reformlar için AB’ye sözler veren Türkiye’nin KOB’dan önce Risâle-i Nurlara çok daha fazla ihtiyacı olduğudur.
12.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Muhtelif cevaplar |
|
Ömer Aloç: “1- Hamileler oruç tutamazlarsa ne zaman tutarlar? 2- Key ödemelerinin kullanılması dinen caiz mi? 3- Ramazan ayında evlenmenin dinen bir sakıncası var mıdır?”
1- HAMİLELER için zaten, hamilelik süresince oruç tutma yükümlülüğü yoktur. Çünkü bebeklerini beslemekle yükümlüdürler. Hamilelik süresince tutamadıkları oruçlarını bebek dünyaya geldikten sonra, yine bebeğe zarar vermeden kaza ederler. Eğer bebek zarar görecekse, yani annesi oruçlu olması dolayısıyla süt, beslenme ve gelişim açısından bebek olumsuz etkilenecekse anne peş peşe değil, belirli aralıklarla oruç tutabilir, ya da bebeği anneden bağımsız beslenir duruma gelinceye kadar kazayı erteleyebilir.
Bu arada eğer ekonomik olarak zor gelmeyecekse, tutamadığı oruç günleri için, gününe gün fidye verir. Verilen fidye, kaza yapıncaya kadar kendisi için yeterli olur. Ancak kaza yapar hâle gelince, fidye verip vermediğine bakmaksızın orucunu yeniden kaza eder.
2- Key ödemelerinin harcanmasında dinen bir sakınca yoktur. Bu, devletin sosyal niteliğinden kaynaklanan bir tasarruftur. Memurun hakkıdır. Kendisinden zorunlu kesilen paranın, bir miktar nemalandırılıp iadesinden başka bir şey değildir. Nema miktarı enflasyon farkından fazla olmazsa zararı yoktur. Nema miktarı enflasyon farkından fazla olması halinde, fazla miktar çıkarılır; geri kalanı harcanır.
3- Ramazan ayında evlenmekte dinen bir sakınca yoktur. Ancak insanlar oruçlu olacaklar. Düğün sahiplerinin ikramı sınırlı ve kayıtlı olacak. Akşam iftar, namaz vs. herkeste bir telâş olacak. Bunları düşünmek lâzım.
***
Kevser Karataş: “Bazı kimseler insanın hastalanmasının ve bu sebeple ölmesinin Allah’ın (cc) bileceği bir iş olması sebebiyle organ bağışında bulunarak bu kadere karşı çıkıldığına dair bilgiler yaymaktadır. Ben ise Allah’ın (cc) başkasının derdine çare olabilecekken seyredip beklemeye razı olacağına inanmıyorum. Allah rızası için öldükten sonra alınması üzere organ bağışında bulundum. Dinde yeri nedir? Günah olduğu söyleniyor. Ben ise aksine Allah rızasını gözeterek bağışta bulundum. Hatta tüm ailemi de buna teşvik ettim. Gönlüm rahat değil eğer günahsa ailemin de günahına girdim. Bana detaylı bir bilgi verebilir misiniz?”
İslâmiyet’te tevekkül elimizden geleni yaptıktan sonra Allah’a güvenmek, dayanmak ve sığınmaktır. Elimizden geleni yapmayarak Allah’a teslim olduğunu söylemek, ya da atmamız gereken meşrû adımı atarsak kadere karşı çıkmış olacağımızı zannetmek teslimiyet değil; tembelliktir, bilgisizliktir, işten kaçmaktır ve aslında Allah’ın verdiği imkânların kadrini bilmemektir, şükürsüzlüktür.
Allah rızası için öldükten sonra alınmak kaydıyla, güvenilir bir tıp kurumuna organ bağışında bulunmanın veya bunu teşvik etmenin dinen hiçbir sakıncası yoktur. Siz yapılması gerekeni, bir Müslüman’a yakışanı, imanın güzelliğinin gerektirdiği şeyi yapmışsınız. Organ bağışının, güvenilir bir kuruma yapılması ve öldükten sonra alınması şartıyla, günah olduğunu söylemeye imkân yoktur. Ancak organ mafyası gibi bir çete alır ve organı alıp satmaya kalkarsa, yani kişi buna âlet olursa, bu günah olur. Bunun dışında güvenilir bir kuruma yapılan bağış sadakadır. Günah değil, sevaptır.
***
Arda Yalçın: “Kabir’de azap olacaksa cesedi kabirde olmayanlar ne olacak?
Herkesin cesedi kendi kabrinde, ruhu da berzah âlemindedir. Dört başı mamur bir kabir herkese nasip olmayabilir şüphesiz. Ancak sorgu ve hesap için dört başı mamur bir kabre ihtiyaç yoktur. Orası mânâ âlemidir. Orada insan kaybolmaz.
Cesedinin bulunduğu yer, kişinin kendi kabridir. Cesedin taşınması veya toprağa defni gecikmiş olsa bile o bundan etkilenmez. Münker ve Nekir adlı melekler onu bulurlar ve soracaklarını sorarlar, gereğini yaparlar. Çünkü berzah âlemine girmiş kişi için artık berzah âleminde hayat başlamıştır.
***
Afra Aksu: “Bayanlarda Ramazan ayında âdetin bitmesi gündüze rastlarsa, hemen niyetimizi getirip oruca başlasak ve sonraki gün sabah erkenden gusül abdesti alsak, o günkü orucumuz kabul olur mu?”
Âdetin biteceği gün niyetlenip, gündüz kaba kuşluktan önce kan kesilirse o an (akşamı beklemeden) gusül abdesti alabilir ve oruca devam edebilirsiniz. Gusül alırken su yutmazsanız o günkü orucunuz zarar görmez. Eğer o an gusül almaz ve geceye bırakırsanız, ibadet usulüne uygun olmayan bir iş yapmış olursunuz. Çünkü sadece oruç değil, bu arada kılmanız gereken namazlar da vardır.
Netice itibariyle, kan kesildikten sonra guslü geciktirmek caiz değildir.
12.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Sabun kullanılırsa temizler, din yaşanırsa… |
|
Dinî inancı olmayan bir sabun imâlâtçısı, bir vaize: “Sizin anlattığınız dinin, dünyaya iyilik getirdiği görülmüyor! Bunca zaman geçmesine rağmen, dünya kötülerle dolu.”
O sırada, çamur içinde oynayan bir küçük çocuğun yanından geçiyorlarmış. Vaiz demiş ki: “Sabunun da pek bir fayda getirmediği anlaşılıyor. Zirâ, dünya pis ve pislerle dolu!”
“Ama, sabun kullanıldığı zaman faydalıdır.”
“Evet, din de aynen öyledir. Eğer öğrenilir, anlaşılır, yaşanır ve uygulanırsa dünyaya ve herkese iyilik getirir.”
***
Bediüzzaman’ın, “ifsat, dinsiz, zındık komiteleri” diye tâbir ettiği bir kısım odaklar, özellikle İslâmiyete saldırarak, dini, maneviyâtı beşerin hayatından çıkarmak istiyorlar. Daha doğrusu, insanları kendilerine benzetmek istiyorlar. Bunun için de her türlü dolabı çevirip, hile ve desiseleri işletip, insanlığı, bilhassa gençliği sefahete sürükleyerek mâneviyâttan uzaklaştırmak istiyorlar.
Modern toplumlar da, çok pahalı bu tecrübeden sonra şu noktaya ulaştı: Dinsiz fen, mâneviyatsız teknoloji; insanın bin bir muamma yüklü mânevî cephesini, sayısız ihtiyaç ve arzularını tatmin edemez, edememiş... Beşer, bilimde ve fende ne kadar ilerlerse ilerlesin, hiçbir zaman dinsiz yaşayamaz.1 Zira, baş döndürücü bir hızla ilerleyen teknoloji ve maddî imkânlara rağmen; kâinatın hücûmlarına karşı dayanacak ve sınırsız kabiliyetlerine neşv ü nemâ verecek hak dini elde etmezse hayatını sürdüremeyeceği2 anlaşıldı. Zira, çirkin, kötü, menfî haslet ve duyguların yegâne törpüsü din/imândır. Çünkü, fıtrî olan dinin sözü daha yüksek, etkisi daha büyük, hükmü daha yücedir.3
Ahlâkı güzelleştirmenin iksiri; hattâ hukuk, san’at, mimarî, ilim, felsefe, teknik gelişmelerin kaynağı da dindir.
Bin yıl önceki toplum gerçeklerinin hepsi mazide kaldı. Zenginler, hükümdarlar, ideolojiler, toplumlar, sınıflar, hattâ birçok millet tarih sahnesinden silindi. Hepsi, ama hepsi ya değişti, ya kayboldu. Fakat, din ayakta.4
Bütün bu gerçekler şunu göstermektedir: Beşer dinsiz yaşayamaz!
***
Acaba, bu ehl-i bid’a (dinden olmayanları uydurup dine mal edenler) ve doğrusu ehl-i ilhad (din düşmanları, dine karşı olanlar), bu dinsizlikte hangi menfaati buluyorlar? Eğer idare ve âsâyişi düşünüyorlarsa, Allah’ı bilmeyen dinsiz on serserinin idaresi ve şerlerini def etmesi, bin ehl-i diyanetin idaresinden daha müşküldür. Eğer terakkîyi düşünüyorlarsa, öyle dinsizler idare-i hükûmete (yöneticilere) muzır oldukları gibi, terakkîye dahi mânidirler; terakkî ve ticaretin esası olan emniyet ve âsâyişi kırıyorlar. Doğrusu, onlar meslekçe tahribatçıdırlar. Dünyada en büyük ahmak odur ki, böyle dinsiz serserilerden terakkî ve saadet-i hayatiyeyi (hayat mutluluğunu) beklesin.5
Dipnotlar:
1- İnal Savi, Ailede Din Eğitimi, T. DES, Ank., 1981, s. 252.; 2- Münâzarât, s. 86. 3- Münâzarât, s. 45.; 4- Der Spigel, 1998.; 5- Mektûbât, s. 424.
12.08.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Emirdağ Hatıraları (14) |
|
Ardı sıra dizilmiş meyveler
Her meyvenin, her sebzenin bir pişme, olgunlaşma zamanı var. Bir de aynı cinsten olan bazı meyvelerin birbiri ardı sıra pişen olgunlaşan türleri var. Tam bir fıtrî seyir içinde bir birini takip ederek bizlerin istifadesine sunuluyor.
Bilhassa erik ve elma gibi bu memlekette bolca yetişen meyve cinslerinin öyle türleri var ki, dört mevsim değilse bile, en az üç mevsim boyunca bunları ağaçların dallarında görmek mümkün.
Meselâ, bunların bir kısmı bahar mevsiminin ta başlangıcında çiçek açar ve sür’atle koruklaşır. Üstelik, bunlar koruk halinde iken yenir ki, tazesine doyum olmaz.
Erik ve elmaların bir başka türü var ki, bunlar da yaz mevsiminde olgunlaşır. Böylece bahardan yaza bir köprü kurulmuş, bir geçiş sağlanmış olur. Ancak, dahası var. Bazı erik ve elma türleri de var ki, bunlara da ‘kışlık’ denir. Köy yerinde bu türlerin son baharda, hatta kış aylarının başlangıcına kadar dalda sağlam durduklarını görmekteyiz.
Bu meyvelerin kesintisiz şekilde ve birbirini adeta takip ederek yetişmesi, şüphesiz bizlere Cenâb-ı Hakk’ın bir lütf u ikramıdır. Şükrünü edadan geri kalmamalıyız.
Bahçelerde gördüğümüz bir başka sıralama da şudur: Bahar mevsiminin ilk sırada yetişen meyvelerinden biri kirazdır. Fakat, ağaçların tamamı aynı anda olgunlaşmaz. Bakıyorsunuz, bir ağaçtaki meyvelerin tamamı kızarmış ve pişmiş bir halde iken, yanı başındaki ağacın kirazları henüz koruk derecesinde. Kızarmışlar toplandıktan kısa bir süre sonra, ardından diğerleri kızarmaya başlar. Böylelikle, Nisan’dan Temmuz ayı başlarına kadar aynı bahçenin kirazlarından istifade edilir.
Yine, bir başka lütuf ise, kirazlar olgunlaşıp bitmeye doğru giderken, insanların ve mahlûkatın imdadına şurup damlaları gibi tatlı dutlar pişmeye başlar. Ancak, dutların da değişik çeşitleri var. Beyazı, alacası, siyahı var. Bir de rengi mürekkep gibi olan ‘kara dut’ diye ayrı bir tür var ki, başlı başına bir ilâçtır.
Bunların hepsinin de ayrı ayrı pişme zamanı var. Biri biterken, diğeri başlar ki, bütün bir bahar ve yaz mevsimini içine alır.
Ne gariptir ki, meyveler gibi sebzelerin de farklı ve birbirini takip eden zamanlarda pişen, olgunlaşan cins ve türleri var: Domates, biber, kavun, salatalık, vesâire…
Bunlar da, yaz mevsiminin ilk günlerinden başlar, sonbaharın son günlerine kadar aralıksız şekilde pişmeye devam ederler. Bir türün taneleri bitmek üzere iken, bir diğer türün taneleri yenecek kıvama gelir.
Oysa, çoğunun ekim veya dikim zamanı aynıdır. Aynı anda toprağa ekildikleri ve yine aynı zamanlama ile su, gübre verilip çapalandığı halde, mahsûlâtı ise farklı zamanlarda alınıyor.
Bütün bunları düşünerek, Rezzak-ı Kerim olan Cenâb-ı Hakk’a bol bol şükretmemiz lâzım. O’nun yanında hiçbir şey zor değil. O’na hiçbir şey ağır gelmez. Bizleri türlü nimetlerle perverde ettiği halde, hazinesinden hiçbir şey eksilmez. İsterse, daha fazlasını da verir. Bunda hiç şek yok, şüphe yok. Ancak, biz O’nun verdiği nimetlerin şükrünü hakkıyla edâ edebiliyor muyuz? İşte, bir tek orası şüpheli.
Tarihin yorumu = 12 Ağustos 1930
Tuzaklı Serbest Fırkası
M. Kemal'in direktifiyle teşkil edildiği söylenen "Serbest Cumhuriyet Fırkası", eski başbakanlardan Fethi Okyar tarafından resmen kuruldu. Kuruluş aşamasında, Fethi Bey Anadolu'yu dolaşarak muhtelif şehirlerde mîtingler düzenledi, hararetli konuşmalar yaptı.
Sonradan ise, bunun bir kumpas ve bir çeşit nabız yoklaması olduğu ortaya çıktı. Parti, kısa süre sonra (17 Kasım) kurulduğu aynı yöntemle kapatıldı.
Daha evvel CHP'den ayrılan Yahya Kemal, Serbest Fırka’nın, muhalifler için kurulmuş bir tuzak olduğu kanaatiyle, bu yeni partiye sıcak bakmadığını, dolayısıyla onlarla müşterek hareket etmediğini söylüyor.
12.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Atike ÖZER |
Kadın nasıl olmalı? |
|
Kadınlar!
Huri olabilmemiz, yapacağımız erdemli mücadelelerle gerçekleşir.
Yoksa boynumuza bükülmüş bir iple ateşe odun taşıyacağız!
Tercih bize ait. Gayret bizden beklenir. Zordur, ama doğrudur. Çırpınırken yok olacak gibi olunur, ama çabalarımız gizli bir el olur da her yokluğa giderken elimizden yapışır. Zira çabalarımızın mahiyeti çok yüksek, bizim yok olmamıza izin vermez. Hayat çabalarla işler. Hayat işlemek için çaba-layanları arzular ve onlara destek verir. Çabalarımızın şiddeti kadar yardım alırız canlı cansız her şeyden.
Hayatı hayatlandırmak için vazifeli olan insan türü eğer görevi kötüye kullanmaya başlamışsa bir müddet sonra, sular tersten akmaya, güneş doğmamaya kuşlar uçmamaya başlayacaktır. Kâinat adeta biribirine saldıran harp meydanına dönecektir.
Dev dalgalar şehirleri yok edip, toprak bütün hışmıyla kabararak altüst ediverecektir hayat sahnesinin azgın kısmını.
Zira güneş insan için yaratılmış. Denizler, dalgalar, balıklar, kuşlar, bulutlar, toprak, dağlar, bağlar ne varsa sayabileceğin her şey insana ise; insanın azgınlığına hiçbiri tahammül etmeyecek ve nefretini kusacaktır, Tusunamilerle, depremlerle, tufanlarla...
Böylesi galeyana gelmiş dünyayı dindirecek, sakinleştirecek, sakin ruhlara ve sağlam kalplere muhtacız. Akl-ı selim olanlara muhtacız.
Kadın anamın şefkatine,
Hanım ağamın gücüne, zekâsına,
Hanımefendimin zerafetine, letafetine,
Leylaların, Şirinlerin, Aslıların, Rabiaların aşkına muhtacız.
Meryemlerin sadakatine muhtacız.
Asiyelerin metanetine,
Hacerlerin arayışına,
Fatımaların ahlâkına
Haticelerin anlayışına, desteğine,
Havvaların yalvarışına muhtacız.
Kadın doğmuş, kadınca yaşamış, kadınsı kalabilmiş, kadınlara, annelere, ablalara muhtacız.
Duygularıyla şekillenmiş ve yansımış kadınlara muhtacız.
Kadın eli değen evlere, eşlere muhtacız.
Kadın elinden çıkmış mideleri değil gönülleri doyuran aşlara muhtacız.
Yürekleriyle yürekleri saran kadının aşkına muhtacız.
Bu aşkla nesiller yetiştiren kadınlara muhtacız.
Sevgiyle bakışına, gülüşüne, nefesine muhtacız.
Lütfen kadına izin verir misiniz?
Yoluna engel olmaktan, duygularını da kötüye kullanmaktan vazgeçer misiniz?
12.08.2008
E-Posta:
|
|
Faruk ÇAKIR |
Ne olacak bu eğitimin hali? |
|
“Şu okullar olmasaydı, Millî Eğitimi ne güzel idare ederdim” diyen zamanın ‘bakan’ı haksız değilmiş. Gerçekten de pek çok devletin nüfusundan daha fazla öğrenciye sahip olan Türkiye’de, idaresi en zor konulardan biri de eğitimdir.
Aslında, ‘baştan savma’ anlamında ‘idare’ etmek isteyen yönetici için zor olmaz. Problemleri öteleyen, erteleyen ve her şeye bahane arayanlar için her şey ‘kolay’dır. Ama sıkıntılara çare arayan, eğitim sistemindeki aksaklıkları düzeltmek isteyen, gençlerin gerçekten de kültürlü ve bilgili olmasını isteyen yöneticiler için eğitim sisteminde ‘kolay’lık yok.
Milyonlarca öğrenciyi yakînen ilgilendiren ‘dershane’ler konusu bile başlı başına bir problem. Meselâ, neticeleri açıklanan ve bu yıl son kez yapıldığı ifade edilen Ortaöğretim Kurumları Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Sınavı (OKS) sonuçları bunu gösterdi. (Aynı şey, ÖSS sonuçları için de söylenebilir.) OKS’de hem çok sayıda ‘başarılı’ öğrenci, hem de ‘sıfır puan’ alan öğrenci var. 913 bin 612 öğrencinin katıldığı OKS’de Matematik-Fen (MF) ve Türkçe-Matematik (TM) puan türlerinde 97 öğrenci 500 tam puan alarak birinci oldu. Bu başarılı sonuçların yanı sıra, 31 bin 221 kişi de ‘ham puan’ barajını aşamadı.
Elbette maddî imkânları farklı olanların farklı seviyelerde eğitim alması mümkündür. Her öğrencinin de farklı kabiliyetleri olduğu muhakkak. Fakat, devlet eliyle sunulan eğitim sisteminin mümkün olduğu kadar ‘eşit’ olması icap eder. Ülkemizde ise bu nokta ihmâl ediliyor. Bir yerde ‘beş yıldızlı eğitim’ veriliyor, öte yanda az da olsa bazı okullarda dersler ‘boş’ geçiyor. Bir yanda 25 kişilik sınıflar, öte yanda 60 kişilik sınıflar.
Eğitimciler haklı olarak ‘dershane’lere de itiraz ediyorlar. Ancak dershanelerin bir netice olduğunu unutmamak lâzım. Eğitim sistemi bu şekilde devam ettiği sürece, çocukları dershaneye gönderme isteği de devam eder. Hadiseye velilerin cephesinden bakılınca da ‘başka çare’ görünmüyor. İmkânı olan herkes, çocuğunun daha iyi imkânlarla okumasını arzuluyor. Bugünkü şartlarda bunun yolu da maalesef büyük ölçüde dershanelerden geçiyor. Dolayısı ile, bu ihtiyacı karşılayan bir sistem kurulmadıktan sonra, velilerin çocuklarını dershanelere göndermesini önlemek mümkün görünmüyor.
Yaz tatili olması sebebiyle eğitim sistemindeki aksaklıklar gündemden düşmüş görünüyor. ‘Uzun yaz tatili’ yakında sona erer ve asıl sıkıntı da o zaman hissedilir. Eğitim sistemine el atmışken, okullardaki kıyafet mecburiyetini de tartışmak gerekiyor. Meselâ, geçen yıllarda bütün ilkokul öğrencileri ‘siyah önlük’ giyerdi ve başka renkte bir önlük giymek, teklif etmek ‘suç’ addedilirdi. Şimdi ise önlükler renklendi, ama kıyamet kopmadı.
Aynı şekilde bir adım daha atılarak ‘önlük ve forma’ mecburiyeti de sona ermeli. Çünkü maalesef bazı okulların ‘forma’yı ticarete âlet ettiği iddiası dillendiriliyor. Bırakın, öğrenci ‘forma’ mecburiyeti olmadan, makul bir kıyafet giysin. İşe, bakkala, markete gider gibi okula gitsin. Kimse korkmasın, kıyamet yine kopmaz... Hem bugün değilse, bir gün mutlaka böyle olmayacak mı? O halde, o ‘bir gün’ niçin bugün, bu yıl olmasın?
12.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Tahrikin amacı… |
|
Terörde taşeronları kullanan karanlık mahfillerinin maksadının ülkenin birlik ve bütünlüğünü bozmak; iç çatışma, kavga ve kargaşa ile kaosa itmek olduğu, son olaylarla iyice tebârüz etmekte.
Aslında iki bin beş yüz sayfalık ve dört yüz klasörlük “Ergenekon iddianâmesi”ndeki “itiraflar” ve “belgeler,” dış ve iç odakların öteden darbe ve antidemokratik ara dönemler öncesinde sahneye sürdükleri tipik provokasyonları su yüzüne çıkarıyor.
Amacın, bombalama olaylarıyla kamuoyunu infiâle itmek, etnik ve dinî farklılıkları kışkırtmakla milletin birliğini zaafa uğratmak olduğu açıkça anlaşılmakta. Öncelikle “laik-anti laik” kamplaşmasını, Türk- Kürt” çatışmasını ve “Alevî – Sünnî ayrışmasını” hedeflediği tetikçilerin itiraflarıyla deşifre olmakta.
Kaos ortamı oluşturarak darbeye zemin hazırlamak maksadıyla Kürt vatandaşların yoğun olarak yaşadığı Mersin gibi şehirlerin “pilot bölge” seçilmesi; ve bayrak yakma eylemleriyle karşıt mitingler düzenlenerek milletin kutuplara sürüklenmesi, “iddianâme”de de geçen bunun tipik bir örneği.
Bundandır ki “iddianâme”deki, cebir ve şiddet kullanmak, askerî itaatsizliğe sevk, silâh, patlayıcı madde bulundurmak ve attırmak ifâdeleri dikkat çekici…
“ERGENEKON”U SULANDIRMA OYUNU…
Ancak asıl önemli olan, tetikçileri ve kod adlı “itirafçıları” bulmak değil, olayları tezgâhlayan, azmettiren kanlı ve kirli elleri bulmaktır.
Bu bakımdan yapılması gereken, taşeronları değil, asıl fâilleri yakalamaktır.“Danıştay saldırısı”ndan Cumhuriyet gazetesi bombalamalarına, İstanbul’da üç polisin şehid olmasıyla sonuçlanan ve tetikçilerin öldürüldüğü Amerikan Başkonsolosluğu önündeki saldırıdan, Göngören’deki kanlı bombalamalara ve en son 1. Ordu Komutanlığı karargâhının bulunduğu Selimiye Kışlasını hedef alan havan topu ıskalamasına kadar, katliâm ve cinâyetlerin arkasındaki örgüt ve gizli servisleri ortaya çıkarmaktır.
Bunun içindir ki Meclis Susurluk Komisyonu üyesi Fikri Sağlar’ın, “İddianâme on yıl önce yapılması gereken bir çalışmaydı. O zaman devletin çete kurmasıyla ilgili iddianâmesi daha genişletilip; sâdece bürokratların değil siyasilerin de bu yapı içinde bulunduğu bilgisine ulaşıldığına yer verilseydi, bu karanlık yapının geldiği yer ortaya çıkardı” sözü bugün daha da anlam kazanmakta.
Bu açıdan Sağlar’ın, “Ergenekon iddianâmesi”nde yer alan ifâdelerin daha önce basına sızdırılmasının iddianâmeye ilgiyi azaltıp ciddiyetini gölgelediği” uyarısı, son süreçte güya “iddianâme”yi parça parça tefrika edip, üzerinden “demokrasi havariliği”ne soyunan medyanın maksadının ne olduğu, açığa çıkmakta.
Gerçek şu ki Sağlar’ın da işaret ettiği gibi, insanların ‘okuduklarımız dışında bir şey yok’ diye haberleştirilen bu bilgileri kanıksaması, çok ciddî iddiaları sıradan inzibatî olaylara dönüştürmekte; bu tür sözde “demokrasi tarafı” ifşaatlar, meseleyi magazinleştirip “Ergenekon iddianâmesi”ni sulandırmakta. Çoğu zaman belirsizlikler içinde muammaya dönüşen darbe ve ara rejimlere zemin hazırlayan ve zâhiren zıt kutuplardan gelen fâil-i meçhul terör olaylarını, suikastları, dehşet verici eylemleri, kardeş kavgası ve iç savaş plânlarını, sıradan bir polisiye roman haline getirmekte…
PARÇALARLA UĞRAŞIRKEN,
BÜTÜNÜ GÖZDEN KAÇMASIN…
Böylece Türkiye’de öteden beri bir yandan terör örgütlerine her türlü para ve silâh desteği sağlayan, uluslar arası arenada gizli-açık arka çıkan, diğer yandan şehit cenâze merâsimlerine kadar sızıp vatandaşları kışkırtan dış mihraklar ve içteki işbirlikçileri, yine gözden kaçmakta. Parçalarla uğraşırken bütünü ihâta edilememekte…
Bir taraftan toplantı ve mitinglerde provokatif sloganlar attırıp çeşitli sivil toplum örgütleri adı altında eylemler plânlayıp “Alevî-Sünnî”, “Türk-Kürt”, “laik-anti laik” benzeri tarikler için stratejiler üretip uygulayanlar, diğer yandan asimetrik tahrikle-karşıt eylemlerle ülkeyi anarşi, terör ve kargaşaya sürüklemeye zemin hazırlayanlar, çetrefilli, kalabalık ve karanlık ilişkiler ağının ortasında âdeta kaybolmakta.
Hangi ülkelerin bölücü terör örgütüne silâh ve malî yardım yaptığı, hangi gizli istihbarat servislerinin ve subaylarının teröristleri eğittiği; hangi küresel lobilerde Türkiye’nin bölünüp parçalanmasının plânlandığı, “darbe günlükleri”nin yer aldığı defterler gibi meçhulde kalmakta. Birbirini besleyen tahrik ve terör projeleriyle, Türkiye’yi Müslüman komşu bölge ülkelerine yönelik işgal, saldırı ve yaptırımlarına ortak etme emelinin üzeri örtülmekte. En vahimi de bütün dikkatler, taşeronlar ve tetikçiler üzerine odaklanıp, gerçek failler ve azmettirenler görünmez hale getirilmekte. Türkiye’nin demokratik sürecinden, AB’den koparılıp küresel gücün eksenine kaymasına, ekonominin uluslar arası sermaye, IMF ve Dünya Bankası gibi finans kuruluşlara havale edilmesine seyirci kalınmakta…
12.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|