Rububiyet; İlâhî terbiye, Allah’ın bütün varlıkları eksik bir hâlden mükemmel bir hâle doğru götürmesi, bu esnada her nevî ihtiyaçlarını vermesi ve onları emrine itaat ettirmesi anlamına gelmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursî, Âyetü’l-Kübrâ’da, Birinci Makam’ın birinci basamağında Rububiyet hakikatını uzun bir paragrafta bütün açıklığıyla şu şekilde tarif etmektedir:
“Bir kısmı arzımızdan bin defa büyük ve o büyüklerden bir kısmı top güllesinden yetmiş derece sür’atli yüz binler ecram-ı semâviyeyi direksiz, düşürmeden durduran ve birbirine çarpmadan fevkalhad çabuk ve beraber gezdiren; yağsız, söndürmeden mütemadiyen o hadsiz lâmbaları yandıran ve hiçbir gürültü ve ihtilâl çıkartmadan o nihayetsiz büyük kütleleri idare eden ve güneş ve kamerin vazifeleri gibi, hiç isyan ettirmeden o pek büyük mahlûkları vazifelerle çalıştıran ve iki kutbun dairesindeki hesap rakamlarına sıkışmayan bir nihayetsiz uzaklık içinde, aynı zamanda, aynı kuvvet ve aynı tarz ve aynı sikke-i fıtrat ve aynı surette, beraber, noksansız tasarruf eden ve o pek büyük mütecaviz kuvvetleri taşıyanları, tecavüz ettirmeden kanununa itaat ettiren ve o nihayetsiz kalabalığın enkazları gibi, göğün yüzünü kirletecek süprüntülere meydan vermeden, pek parlak ve pek güzel temizlettiren ve bir muntazam ordu manevrası gibi manevrayla gezdiren ve arzı döndürmesiyle, o haşmetli manevranın başka bir surette hakikî ve hayalî tarzlarını her gece ve her sene sinema levhaları gibi seyirci mahlûkatına gösteren bir tezahür-ü rububiyet ve o rububiyet faaliyeti içinde görünen teshir, tedbir, tedvir, tanzim, tanzif, tavziften mürekkep bir hakikat...”1
Yukarıdaki paragrafın son cümlesinde bahsedilen ve Rububiyet hakikatının anlaşılmasında büyük etkisi olan “teshir, tedbir, tedvir, tanzim, tanzif, tavzif” fiillerini de, şu açıklamalardan sonra daha iyi anlayabiliriz herhalde: Teshir: Emir altına alma, boyun eğdirme. Tedbir: Hikmetle idare etme. Tedvîr: Döndürme, yönetme. Tavzif: Görevlendirme. Tanzif: Temizleme. Tanzim: Düzenleme.
Bu fiillerden başka, Allah, Rububiyetini, bütün mahlukatında şefkât ve rahmetiyle de göstermektedir. Şöyle ki:
“Hiç mümkün müdür ki, en ednâ bir haceti en ednâ bir mahlûkundan görüp kemâl-i şefkatle, ummadığı yerden is’âf eden (yardıma koşan) ve en gizli bir sesi en gizli bir mahlûkundan işitip imdad eden, lisan-ı hâl ve kal ile istenilen herşeye icabet eden nihayetsiz bir şefkat ve bir merhamet sahibi bir Rab, en büyük bir abdinden, en sevgili bir mahlûkundan, en büyük hâcetini görüp bitirmesin, is’âf etmesin, en yüksek duâyı işitip kabul etmesin? Evet, meselâ hayvanâtın zayıflarının ve yavrularının rızık ve terbiyeleri hususunda görünen lûtuf ve sühûleti gösteriyor ki, şu kâinatın Mâliki, nihayetsiz bir rahmetle rububiyet eder. Rububiyetinde bu derece rahîmâne bir şefkat, hiç kabil midir ki, mahlûkatın en efdalinin en güzel duâsını kabul etmesin?”2
Rububiyet hakikatının neleri, ne kadar ve ne sûretle kapsadığını ise Üstad Hazretleri, açıkça belirtmektedir:
“Zât-ı Vâcibü’l-Vücud ve Hâlık-ı Hakîm ve Rahîmin, umumî rububiyet ve şümul-ü rahmeti noktasında herşey hissedardır. Herşeyin hissesine isabet eden cihette, hususî onunla münasebettardır. Hem kudret ve irade ve ilm-i muhîtiyle herşeye tasarrufâtı, herşeyin en cüz’î işlerine müdahalesi, rububiyeti vardır. Herşey, her şe’ninde Ona muhtaçtır; Onun ilim ve hikmetiyle işleri görülür, tanzim edilir. Ne tabiatın haddi var ki, o daire-i tasarruf-u rububiyetinde saklansın ve tesir sahibi olup müdahale etsin; ve ne de tesadüfün hakkı var ki, o hassas mizan-ı hikmet dairesindeki işlerine karışsın. Risâlelerde, yirmi yerde kat’î hüccetlerle tesadüfü ve tabiatı nefyetmişiz ve Kur’ân kılıcıyla idam etmişiz, müdahalelerini muhal göstermişiz. Fakat, rububiyet-i âmmedeki daire-i esbab-ı zâhiriyede, ehl-i gafletin nazarında hikmeti ve sebebi bilinmeyen işlerde, tesadüf nâmını vermişler. Ve hikmetleri ihata edilmeyen bazı ef’âl-i İlâhiyenin kanunlarını, tabiat perdesi altında gizlenmiş, görememişler, tabiata müracaat etmişler.
İkincisi, hususî rububiyetidir ve has iltifat ve imdad-ı Rahmânîsidir ki, umumî kanunların tazyikatı altında tahammül edemeyen fertlerin imdadına, Rahmânü’r-Rahîm isimleri imdada yetişirler, hususî bir surette muâvenet ederler, o tazyikattan kurtarırlar. Onun için, her zîhayat, hususan insan, her anda Ondan istimdat eder ve medet alabilir. İşte bu hususî rububiyetindeki ihsânâtı, ehl-i gaflete karşı da tesadüf altına gizlenmez ve tabiata havale edilmez.”3
Cenâb-ı Hakk’ın rablığının göstergesi olarak; “Rahmân ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelâlin, umumî kanunların tazyikatları ve hadisâtın tehacümatı altında ağlayan ve sızlayan o sevimli memlûklerine, kanunların fevkinde olarak, ihsânât-ı hususiyesi ve imdâdât-ı hâssası ve doğrudan doğruya herşeye karşı rububiyet-i hususiyesi ve herşeyin tedbirini bizzat kendisi görmesi ve herşeyin derdini bizzat dinlemesi ve herşeyin hakikî mâliki, sahibi, hâmîsi olduğu...” 4 çok açık bir şekilde gözükmektedir.
Biz insanlar için bir mesken hükmünde olan dünyadaki Rububiyet hakikatının tecellîsine baktığımızda ise bazı gerçekler yanında haşir hakikatını da görmekteyiz: “...bu âlemde pek ihtişamlı bir rububiyet âsârıyla şâşaalı bir saltanatın şuâları görünmektedir. Evet, görüyoruz ki, koca arz, sekenesiyle beraber, ehlî, zelil, mutî bir hayvan gibi o rububiyetin emri altında beslenir. Güzde ölmesi, baharda dirilmesi ve bir Mevlevî gibi raks ve hareketi ve sâir bütün işleri o emre tâbi olduğu gibi, şemsin de seyyârâtıyla tanzim ve teshiri ve sair vaziyetleri o emre bağlıdır. Halbuki, azametli şu rububiyet-i sermediye ve bu saltanat-ı ebediye, şöyle zayıf, zâil, muvakkat temeller ve esaslar üzerine bina edilemez. Ve bu mütebeddil, belâlı, kederli, fâni dünya üzerine kaim olamaz. Ancak, bu dünya, o azametli rububiyetin pek azîm ve geniş dairesi içinde insanları tecrübe ve imtihan, kudretin mucizelerini teşhir ve ilân için kurulmuş muvakkat bir menzildir ki, tahrip edilip pek muazzam, geniş, ebedî ve bâkî bir âleme cüz olmak için tebdil edilecektir. Binâenaleyh, bu tebeddülât ma’razı olan âlemin Sânii için, diğer tagayyürsüz, sabit bir âlemin vücudu zarurîdir.”5
Üstad Said Nursi, Mesnevî’sinde, insan âleminde Rububiyet ve ubudiyet dairelerinin bulunduğunu ve bunların ne mânâya geldiğini anlatarak aslında, insanın ubudiyet dairesinde bulunmakla Allah’a karşı nasıl davranması gerektiğini ve Onu nasıl bilmesi gerektiğini söylüyor. Diğer bir deyişle, biz inanan insanlara bir nevî şükür ve itaat için bazı ipuçları veriyor:
“Ey gözleri sağlam ve kalbleri kör olmayan insanlar! Bakınız, insan âleminde iki daire ve iki levha vardır:
“Birinci daire: Rububiyet dairesidir. İkinci daire: Ubudiyet dairesidir.
“Birinci levha (yani, Rububiyet dairesi): Hüsn-ü san’attır.
“İkinci levha ise: Tefekkür ve istihsandır.
“Bu iki daireyle iki levha arasındaki münasebete bakınız ki, ubudiyet dairesi bütün kuvvetiyle rububiyet dairesi hesabına çalışıyor. Tefekkür, teşekkür, istihsan levhası da bütün işaretleriyle hüsn-ü san’at ve nimet levhasına bakıyor.
“Bu hakikati gözünle gördükten sonra, rububiyet ve ubudiyet dairelerinin reisleri arasında en büyük bir münasebetin bulunmamasına aklınca imkân var mıdır? Ve Sâniin makasıdına kemâl-i ihlâsla hizmet eden ubudiyet reisinin Sâni ile azîm bir münasebeti ve kavî bir intisabı ve o intisapla her iki daire reisleri arasında bir muârefe ve mükâleme ve alışverişin olmamasına ihtimal var mıdır? Öyleyse, bilbedâhe tahakkuk etti ki, ubudiyet reisi, rububiyetin has mahbup ve makbulüdür.
“Ey insan! Bu süslü masnuâtı envâ-ı mehasinle tezyin eden ve bütün zîhayat olanların zevklerine, iştahlarına göre bu kadar nimetleri in’âm eden Sâni’in, en kâmil, en cemîl ve ibadetine kemal-i iştiyakla teveccüh eden ve Sâni’in mehasin-i san’atına takdir ve istihsânâtıyla arş ve ferşi taraba, sevinmeye getiren ve Sâniin ihsânâtına yaptığı teşekkürât ve tekbirât ile berr ve bahri cezbeye getiren şu güzel mahlûk ve masnûuna iltifat edip sözünü nazar-ı itibara almaması ve teşekkürâtına mukabele ve teveccüh etmemesi ve kendisiyle konuşmaması ve iktidarına göre bütün mahlûkata bir imam ve mürşid yapmaması imkânı var mıdır?”6
Dipnotlar:
1- Âyetü’l-Kübrâ, 1. Makam’ın 1. Basamağı
2- 10. Söz, 5. Hakikat
3- Mektûbât, 28. Mektub, Yedinci Mesele’nin Hâtimesi, 3. Nükte
4- 2. Şuâ, Tevhidin 1. Meyvesi
5- Mesnevî-i Nuriye, Lasiyyemalar’ın sonu.
6- Mesnevî-i Nuriye, Reşhalar, 12. Reşha’nın sonu
14.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|