Depremler, yangınlar, savaşlar, seller ve sair felâketler karşısında gördük ki, sebepler sustu. Teknoloji ve teknik yerle bir oldu. İnsanın yardımına ne akrabası, ne tekniği, ne teknolojisi, ne zenginliği, ne malı gelebiliyor. Şu halde, herşeyi kabza-i tasarrufunda tutan, gücü, ilmi, merhameti sonsuz olan Allah’a sığınmaktan, duâ etmekten başka ne yapılabilir?
Mü’min, her zaman ve bilhassa musîbet ve felâket zamanlarında Allah’a yalvarmalı, sığınmalı, hacâtını Ona arz etmeli. Zaten, sıkıntıların hikmetlerinden birisi budur.
Duânın yapılış sebebi insanlar açısından bakıldığında; insan, içinde bulunduğu zor ve sıkıntılı durumlardan kurtulmak, kötü durumlara maruz kalmamak için Allah’ı hatırlar. Aczini ve kusurlarını samimiyetle itiraf ederek Ondan yardım ister (istiâze ve istiâne). Kötü durumdan kurtulma isteği, onu, işlediği günah ve kusurlar sebebiyle pişmanlık duymaya ve kalbini temizlemeye, Allah’ı övüp yüceltmeye, af dilemeye sevk eder (hamd, sena, tevbe, istiğfar). Bazan sıkıntıdan kurtulduğu, nimet ve rahata kavuştuğu için memnuniyetini dile getirir. Duâ, bazen tabiattaki nizam ve estetiği derinden müşahade eder; mutlak kemal, güzellik ve gerçekliği sezen kişinin içinde meydana gelen hayranlık duygularının ifadesi olur. Her halükârda duânın bu fonksiyonları yerine getirmesi ile kul her an Allah’ı zihninde tesbit etmiş olmaktadır.
Her gecenin bir sabahı, her kışın bir baharı yok mu? Her felâketten sonra bir saadet doğmaz mı? Her zorluktan sonra bir kolaylık yok mu? Sıkıntı ve ızdıraplar, dünya çapında meyveleri vermezler mi? Meselâ, havanın kararması, göğün gürlemesi, şimşeklerin çakması, peşinden “rahmetin” gelmesiyle neticelenmiyor mu? Hamile bir annenin çektiği sıkıntı ve ızdıraplar, sancılar, yavru meyvesini vermiyor mu? Fırtına ve dalgalar ilânihaye devam eder mi?
Güneş, dünya ve zaman düz bir hat üzerinde gitmiyor ki, hep öyle devam etsin. Döndüklerine göre, sıkıntı, fırtına, karanlık, mağlubiyetlerden sonra saadet, huzûr, aydınlık gelmeyecek mi?
Ancak, bize yardım edilmesinin şartı, imtihan sırrını kavramak, duâ etmek ve çalışmaktır. Hiç şüphesiz ki, duâyı, “kavlî”, yâni “sözlü” ve “fiilî”, “çalışarak” şeklinde anlayıp ona göre davranmak gerekir.
Sebeplere müracaat etmek de, Allah’ın “kevnî şeriat”, koymuş olduğu tabiat kanunlarına müracaat etmektir.
Bu şekilde yapılan duâlar, kabule yakındır. Eğer biz duâ ediyor ve duâlarımız kabul edilmiyorsa ve başımıza musîbet ve felâket geliyorsa, demek ki, kendimizi düzeltmemiz gereken hususlar vardır. Ya Allah’ın kevnî şeriatına uymuyoruz veya sözlü duâmızın kabul edileceği bir mânâ gücüne sahip değiliz. Mânvî dünyamızı da, Kur’ânî boya ile boyamamız gerekmektedir.
Ve netice olarak biz, “depremden, yangında, selden, insanlardan, idârecilerden, şundan bundan” korkarsak, necata ulaşamayız. Yalnız Allah’tan korkmak gerekir. Allah’tan korkmanın yollarını da Kur’ân göstermiş, hadis-i şerîf açıklamıştır. İndî, nefsî mütalâalâra değil, yegâne kudsî kaynak olan bu iki meseleye müracaat etmemiz gerekir.
“Allah buyurdu ki: İki ilâh edinmeyin! O ancak bir Allah’dır. O halde yalnız benden korkun!”1
Dipnot: 1-Kur’an, Nahl, 51.
14.08.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|