|
|
Rububiyet; İlâhî terbiye, Allah’ın bütün varlıkları eksik bir hâlden mükemmel bir hâle doğru götürmesi, bu esnada her nevî ihtiyaçlarını vermesi ve onları emrine itaat ettirmesi anlamına gelmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursî, Âyetü’l-Kübrâ’da, Birinci Makam’ın birinci basamağında Rububiyet hakikatını uzun bir paragrafta bütün açıklığıyla şu şekilde tarif etmektedir:
“Bir kısmı arzımızdan bin defa büyük ve o büyüklerden bir kısmı top güllesinden yetmiş derece sür’atli yüz binler ecram-ı semâviyeyi direksiz, düşürmeden durduran ve birbirine çarpmadan fevkalhad çabuk ve beraber gezdiren; yağsız, söndürmeden mütemadiyen o hadsiz lâmbaları yandıran ve hiçbir gürültü ve ihtilâl çıkartmadan o nihayetsiz büyük kütleleri idare eden ve güneş ve kamerin vazifeleri gibi, hiç isyan ettirmeden o pek büyük mahlûkları vazifelerle çalıştıran ve iki kutbun dairesindeki hesap rakamlarına sıkışmayan bir nihayetsiz uzaklık içinde, aynı zamanda, aynı kuvvet ve aynı tarz ve aynı sikke-i fıtrat ve aynı surette, beraber, noksansız tasarruf eden ve o pek büyük mütecaviz kuvvetleri taşıyanları, tecavüz ettirmeden kanununa itaat ettiren ve o nihayetsiz kalabalığın enkazları gibi, göğün yüzünü kirletecek süprüntülere meydan vermeden, pek parlak ve pek güzel temizlettiren ve bir muntazam ordu manevrası gibi manevrayla gezdiren ve arzı döndürmesiyle, o haşmetli manevranın başka bir surette hakikî ve hayalî tarzlarını her gece ve her sene sinema levhaları gibi seyirci mahlûkatına gösteren bir tezahür-ü rububiyet ve o rububiyet faaliyeti içinde görünen teshir, tedbir, tedvir, tanzim, tanzif, tavziften mürekkep bir hakikat...”1
Yukarıdaki paragrafın son cümlesinde bahsedilen ve Rububiyet hakikatının anlaşılmasında büyük etkisi olan “teshir, tedbir, tedvir, tanzim, tanzif, tavzif” fiillerini de, şu açıklamalardan sonra daha iyi anlayabiliriz herhalde: Teshir: Emir altına alma, boyun eğdirme. Tedbir: Hikmetle idare etme. Tedvîr: Döndürme, yönetme. Tavzif: Görevlendirme. Tanzif: Temizleme. Tanzim: Düzenleme.
Bu fiillerden başka, Allah, Rububiyetini, bütün mahlukatında şefkât ve rahmetiyle de göstermektedir. Şöyle ki:
“Hiç mümkün müdür ki, en ednâ bir haceti en ednâ bir mahlûkundan görüp kemâl-i şefkatle, ummadığı yerden is’âf eden (yardıma koşan) ve en gizli bir sesi en gizli bir mahlûkundan işitip imdad eden, lisan-ı hâl ve kal ile istenilen herşeye icabet eden nihayetsiz bir şefkat ve bir merhamet sahibi bir Rab, en büyük bir abdinden, en sevgili bir mahlûkundan, en büyük hâcetini görüp bitirmesin, is’âf etmesin, en yüksek duâyı işitip kabul etmesin? Evet, meselâ hayvanâtın zayıflarının ve yavrularının rızık ve terbiyeleri hususunda görünen lûtuf ve sühûleti gösteriyor ki, şu kâinatın Mâliki, nihayetsiz bir rahmetle rububiyet eder. Rububiyetinde bu derece rahîmâne bir şefkat, hiç kabil midir ki, mahlûkatın en efdalinin en güzel duâsını kabul etmesin?”2
Rububiyet hakikatının neleri, ne kadar ve ne sûretle kapsadığını ise Üstad Hazretleri, açıkça belirtmektedir:
“Zât-ı Vâcibü’l-Vücud ve Hâlık-ı Hakîm ve Rahîmin, umumî rububiyet ve şümul-ü rahmeti noktasında herşey hissedardır. Herşeyin hissesine isabet eden cihette, hususî onunla münasebettardır. Hem kudret ve irade ve ilm-i muhîtiyle herşeye tasarrufâtı, herşeyin en cüz’î işlerine müdahalesi, rububiyeti vardır. Herşey, her şe’ninde Ona muhtaçtır; Onun ilim ve hikmetiyle işleri görülür, tanzim edilir. Ne tabiatın haddi var ki, o daire-i tasarruf-u rububiyetinde saklansın ve tesir sahibi olup müdahale etsin; ve ne de tesadüfün hakkı var ki, o hassas mizan-ı hikmet dairesindeki işlerine karışsın. Risâlelerde, yirmi yerde kat’î hüccetlerle tesadüfü ve tabiatı nefyetmişiz ve Kur’ân kılıcıyla idam etmişiz, müdahalelerini muhal göstermişiz. Fakat, rububiyet-i âmmedeki daire-i esbab-ı zâhiriyede, ehl-i gafletin nazarında hikmeti ve sebebi bilinmeyen işlerde, tesadüf nâmını vermişler. Ve hikmetleri ihata edilmeyen bazı ef’âl-i İlâhiyenin kanunlarını, tabiat perdesi altında gizlenmiş, görememişler, tabiata müracaat etmişler.
İkincisi, hususî rububiyetidir ve has iltifat ve imdad-ı Rahmânîsidir ki, umumî kanunların tazyikatı altında tahammül edemeyen fertlerin imdadına, Rahmânü’r-Rahîm isimleri imdada yetişirler, hususî bir surette muâvenet ederler, o tazyikattan kurtarırlar. Onun için, her zîhayat, hususan insan, her anda Ondan istimdat eder ve medet alabilir. İşte bu hususî rububiyetindeki ihsânâtı, ehl-i gaflete karşı da tesadüf altına gizlenmez ve tabiata havale edilmez.”3
Cenâb-ı Hakk’ın rablığının göstergesi olarak; “Rahmân ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelâlin, umumî kanunların tazyikatları ve hadisâtın tehacümatı altında ağlayan ve sızlayan o sevimli memlûklerine, kanunların fevkinde olarak, ihsânât-ı hususiyesi ve imdâdât-ı hâssası ve doğrudan doğruya herşeye karşı rububiyet-i hususiyesi ve herşeyin tedbirini bizzat kendisi görmesi ve herşeyin derdini bizzat dinlemesi ve herşeyin hakikî mâliki, sahibi, hâmîsi olduğu...” 4 çok açık bir şekilde gözükmektedir.
Biz insanlar için bir mesken hükmünde olan dünyadaki Rububiyet hakikatının tecellîsine baktığımızda ise bazı gerçekler yanında haşir hakikatını da görmekteyiz: “...bu âlemde pek ihtişamlı bir rububiyet âsârıyla şâşaalı bir saltanatın şuâları görünmektedir. Evet, görüyoruz ki, koca arz, sekenesiyle beraber, ehlî, zelil, mutî bir hayvan gibi o rububiyetin emri altında beslenir. Güzde ölmesi, baharda dirilmesi ve bir Mevlevî gibi raks ve hareketi ve sâir bütün işleri o emre tâbi olduğu gibi, şemsin de seyyârâtıyla tanzim ve teshiri ve sair vaziyetleri o emre bağlıdır. Halbuki, azametli şu rububiyet-i sermediye ve bu saltanat-ı ebediye, şöyle zayıf, zâil, muvakkat temeller ve esaslar üzerine bina edilemez. Ve bu mütebeddil, belâlı, kederli, fâni dünya üzerine kaim olamaz. Ancak, bu dünya, o azametli rububiyetin pek azîm ve geniş dairesi içinde insanları tecrübe ve imtihan, kudretin mucizelerini teşhir ve ilân için kurulmuş muvakkat bir menzildir ki, tahrip edilip pek muazzam, geniş, ebedî ve bâkî bir âleme cüz olmak için tebdil edilecektir. Binâenaleyh, bu tebeddülât ma’razı olan âlemin Sânii için, diğer tagayyürsüz, sabit bir âlemin vücudu zarurîdir.”5
Üstad Said Nursi, Mesnevî’sinde, insan âleminde Rububiyet ve ubudiyet dairelerinin bulunduğunu ve bunların ne mânâya geldiğini anlatarak aslında, insanın ubudiyet dairesinde bulunmakla Allah’a karşı nasıl davranması gerektiğini ve Onu nasıl bilmesi gerektiğini söylüyor. Diğer bir deyişle, biz inanan insanlara bir nevî şükür ve itaat için bazı ipuçları veriyor:
“Ey gözleri sağlam ve kalbleri kör olmayan insanlar! Bakınız, insan âleminde iki daire ve iki levha vardır:
“Birinci daire: Rububiyet dairesidir. İkinci daire: Ubudiyet dairesidir.
“Birinci levha (yani, Rububiyet dairesi): Hüsn-ü san’attır.
“İkinci levha ise: Tefekkür ve istihsandır.
“Bu iki daireyle iki levha arasındaki münasebete bakınız ki, ubudiyet dairesi bütün kuvvetiyle rububiyet dairesi hesabına çalışıyor. Tefekkür, teşekkür, istihsan levhası da bütün işaretleriyle hüsn-ü san’at ve nimet levhasına bakıyor.
“Bu hakikati gözünle gördükten sonra, rububiyet ve ubudiyet dairelerinin reisleri arasında en büyük bir münasebetin bulunmamasına aklınca imkân var mıdır? Ve Sâniin makasıdına kemâl-i ihlâsla hizmet eden ubudiyet reisinin Sâni ile azîm bir münasebeti ve kavî bir intisabı ve o intisapla her iki daire reisleri arasında bir muârefe ve mükâleme ve alışverişin olmamasına ihtimal var mıdır? Öyleyse, bilbedâhe tahakkuk etti ki, ubudiyet reisi, rububiyetin has mahbup ve makbulüdür.
“Ey insan! Bu süslü masnuâtı envâ-ı mehasinle tezyin eden ve bütün zîhayat olanların zevklerine, iştahlarına göre bu kadar nimetleri in’âm eden Sâni’in, en kâmil, en cemîl ve ibadetine kemal-i iştiyakla teveccüh eden ve Sâni’in mehasin-i san’atına takdir ve istihsânâtıyla arş ve ferşi taraba, sevinmeye getiren ve Sâniin ihsânâtına yaptığı teşekkürât ve tekbirât ile berr ve bahri cezbeye getiren şu güzel mahlûk ve masnûuna iltifat edip sözünü nazar-ı itibara almaması ve teşekkürâtına mukabele ve teveccüh etmemesi ve kendisiyle konuşmaması ve iktidarına göre bütün mahlûkata bir imam ve mürşid yapmaması imkânı var mıdır?”6
Dipnotlar:
1- Âyetü’l-Kübrâ, 1. Makam’ın 1. Basamağı
2- 10. Söz, 5. Hakikat
3- Mektûbât, 28. Mektub, Yedinci Mesele’nin Hâtimesi, 3. Nükte
4- 2. Şuâ, Tevhidin 1. Meyvesi
5- Mesnevî-i Nuriye, Lasiyyemalar’ın sonu.
6- Mesnevî-i Nuriye, Reşhalar, 12. Reşha’nın sonu
14.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Yalnız Allah’tan korkup, yalnız O’na ibadet edip, O’ndan isteseydik! |
|
Depremler, yangınlar, savaşlar, seller ve sair felâketler karşısında gördük ki, sebepler sustu. Teknoloji ve teknik yerle bir oldu. İnsanın yardımına ne akrabası, ne tekniği, ne teknolojisi, ne zenginliği, ne malı gelebiliyor. Şu halde, herşeyi kabza-i tasarrufunda tutan, gücü, ilmi, merhameti sonsuz olan Allah’a sığınmaktan, duâ etmekten başka ne yapılabilir?
Mü’min, her zaman ve bilhassa musîbet ve felâket zamanlarında Allah’a yalvarmalı, sığınmalı, hacâtını Ona arz etmeli. Zaten, sıkıntıların hikmetlerinden birisi budur.
Duânın yapılış sebebi insanlar açısından bakıldığında; insan, içinde bulunduğu zor ve sıkıntılı durumlardan kurtulmak, kötü durumlara maruz kalmamak için Allah’ı hatırlar. Aczini ve kusurlarını samimiyetle itiraf ederek Ondan yardım ister (istiâze ve istiâne). Kötü durumdan kurtulma isteği, onu, işlediği günah ve kusurlar sebebiyle pişmanlık duymaya ve kalbini temizlemeye, Allah’ı övüp yüceltmeye, af dilemeye sevk eder (hamd, sena, tevbe, istiğfar). Bazan sıkıntıdan kurtulduğu, nimet ve rahata kavuştuğu için memnuniyetini dile getirir. Duâ, bazen tabiattaki nizam ve estetiği derinden müşahade eder; mutlak kemal, güzellik ve gerçekliği sezen kişinin içinde meydana gelen hayranlık duygularının ifadesi olur. Her halükârda duânın bu fonksiyonları yerine getirmesi ile kul her an Allah’ı zihninde tesbit etmiş olmaktadır.
Her gecenin bir sabahı, her kışın bir baharı yok mu? Her felâketten sonra bir saadet doğmaz mı? Her zorluktan sonra bir kolaylık yok mu? Sıkıntı ve ızdıraplar, dünya çapında meyveleri vermezler mi? Meselâ, havanın kararması, göğün gürlemesi, şimşeklerin çakması, peşinden “rahmetin” gelmesiyle neticelenmiyor mu? Hamile bir annenin çektiği sıkıntı ve ızdıraplar, sancılar, yavru meyvesini vermiyor mu? Fırtına ve dalgalar ilânihaye devam eder mi?
Güneş, dünya ve zaman düz bir hat üzerinde gitmiyor ki, hep öyle devam etsin. Döndüklerine göre, sıkıntı, fırtına, karanlık, mağlubiyetlerden sonra saadet, huzûr, aydınlık gelmeyecek mi?
Ancak, bize yardım edilmesinin şartı, imtihan sırrını kavramak, duâ etmek ve çalışmaktır. Hiç şüphesiz ki, duâyı, “kavlî”, yâni “sözlü” ve “fiilî”, “çalışarak” şeklinde anlayıp ona göre davranmak gerekir.
Sebeplere müracaat etmek de, Allah’ın “kevnî şeriat”, koymuş olduğu tabiat kanunlarına müracaat etmektir.
Bu şekilde yapılan duâlar, kabule yakındır. Eğer biz duâ ediyor ve duâlarımız kabul edilmiyorsa ve başımıza musîbet ve felâket geliyorsa, demek ki, kendimizi düzeltmemiz gereken hususlar vardır. Ya Allah’ın kevnî şeriatına uymuyoruz veya sözlü duâmızın kabul edileceği bir mânâ gücüne sahip değiliz. Mânvî dünyamızı da, Kur’ânî boya ile boyamamız gerekmektedir.
Ve netice olarak biz, “depremden, yangında, selden, insanlardan, idârecilerden, şundan bundan” korkarsak, necata ulaşamayız. Yalnız Allah’tan korkmak gerekir. Allah’tan korkmanın yollarını da Kur’ân göstermiş, hadis-i şerîf açıklamıştır. İndî, nefsî mütalâalâra değil, yegâne kudsî kaynak olan bu iki meseleye müracaat etmemiz gerekir.
“Allah buyurdu ki: İki ilâh edinmeyin! O ancak bir Allah’dır. O halde yalnız benden korkun!”1
Dipnot: 1-Kur’an, Nahl, 51.
14.08.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Raşit YÜCEL |
Birleşmeyen yollar |
|
Yollar, yollar...
Uzun, ince, yokuş, iniş ve kıvrım kıvrım yollar...
Gurbeti sılaya, sılayı gurbete bağlayan yollar...
Yollar...
Yeryüzünden gökyüzüne uzanan, gökyüzünden yeryüzüne uzanan uzun yollar...
Bu yolların elbette yolcuları biziz.
Yolcu olanlar hep yollarını düşündüler.
Uçsuz bucaksız yolların kilometrelerini bir bir aşındırdılar.
“Yollar seni gide gide yoruldum,
Diken battı ayağıma kala kaldım.
Yol uzun ben yorgun kaldım.
Yollar seni gide gide yoruldum”
diyen şairin de, mısraında, yolun ve yolların ne kadar çetin olduğunu dile getirmesi, yolun ve yolların ne denli zor olduğunu göstermektedir.
Yolun güvenli ve verimli olması, yolun ve vasıtaların sıhhatli olmasına bağlıdır.
Askerin silahsız olması düşünülemediği gibi yolcunun da vasıtasız olması düşünülemez.
Uzun uzun yollar... Her insanın yolu farklı farklıdır.
İnsanın efkârı nasıl ise, yolu da ona göre şekillenir.
Hani kendi aramızda bazen dile getirdiğimiz “Sen yoluna, ben yoluma” ifadesi, her insanın bir hayat yolu olduğunu göstermektedir.
Bu anlamda iki tane temel yol vardır önümüzde:
Doğru yol, yanlış yol.
Tıpkı, Yunus Emre’nin ince ikazı gibi: “Yol odur ki, doğru vara”.
Yoldan maksat, bizi varacağımız istikamete götürmesi ve emniyet içinde ulaştırmasıdır.
Yol kurallarına uymadan, işaret ve işaretçilere aldırmadan yapılan bir yolculuk, elbette iyi sonuçlar getirmez. İşte, birleşmeyen yollar, burada karşımıza çıkar.
Düşünce ve anlayış farklılıkları, eşleri birbirinden ayırır.
Sağlıklı kurulmayan ortaklıklar, şirket hissedarlarının yollarını ayırır.
Yüksek bir ideal uğruna bir araya gelen insanlar, o yüksek idealin kurallarına uymadıklarında; yolları, birleşmeyen su damlaları gibi ayrı ayrı kalır.
Birleşen yollar ise, sahibini ve dâvâ adamını arzu ettiği istikamete ulaştırır.
14.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kötülüğe karşı tavrımız |
|
İsmet Aktaş: “Bir kötülük gördüğümüzde, biz dışarıdaki bir insan olarak olaya nasıl müdahale edebiliriz? Şayet kötülük yapanlar, meselâ kavga edenlerden biri bizim akrabamız ise ne yapacağız? Ayıracak mıyız, yoksa o bölgeyi terk mi edeceğiz, o kargaşada ne yapacağız, bunun dinimizdeki hükmü nedir?”
Bizim kitabımızda fevrîliğe ve bayağılığa karşı aynı fevrîlikle ve aynı bayağılıkla mukabele etmek yazmaz. Kur’ân’ın tavsiyesi kötülüğün kötülükle değil; kötülüğün iyilikle defedilmesidir: “Kötülüğü, iyiliğin en güzeliyle ortadan kaldır!”1 âyeti bu konuda âmirdir. Kur’ân, kötülüğe karşı mukabelede kötülüğü değil; iyilikler arasında tercih yapmayı, tercihte de daha iyisini veya en güzelini aramayı emrediyor ve “Cahillerden yüz çevir”2 âyetiyle de seviyesiz davranışlara mukabele edilmemesini emrediyor.
Kötülükler karşısında bazen içimiz öfke ve gazapla dolar. Bazen ilk işimiz, kötülük sahibini lânetlemek ve bedduâ etmek olur. Eğer fiilî zarar verme yetkisine, fırsatına ve gücüne sahip isek, gözümüzü hiç kırpmadan, adamın haddini fiilî olarak bildirmek gerektiğine hükmediveririz bazen; hatta harekete de geçiveririz.
Oysa içimizdeki bu dayanılmaz tepkiden hareketle, susturamadığımız vurma, kırma, dökme ve zarar verme isteği, şeytanın sûret-i haktan görünerek bize yaklaşıp, ruhumuzu ve duygularımızı alt üst etmesinden başka bir şey değildir. Bu yol ve bu hareket tarzı, Kur’ân’ın istediği tarz değildir.
Peygamber Efendimiz (asm), “Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse ona diliyle müdahale etsin. Buna da gücü yetmezse, ona kalben buğz etsin. (Kalben onu reddetsin.) Bu ise îmânî tavrın en zayıf olanıdır”3 buyurur.
Bu hadis rehberimiz olmalıdır: Her zaman her gördüğümüz kötülüğe karşı aynı statüde, aynı yetkide, aynı güç ve kuvvette bulunmayız. Her kötülüğü “el ile” düzeltmek de her zaman aynı davranışları sergilememizi gerektirmez. Yani el ile düzeltmek Müslüman kardeşinle kavga yapmak anlamına gelmez.
Bazen içinde bulunduğumuz sınıfa ve statüye denk olmayan ve ıslâh bakımından bizi aşan bir kötülüğü ya gözlerimizle görürüz, ya da varlığından haberdar oluruz. Bazen dilimizin kılıç gibi kuvvetlice keserek önlediği kötülükler bulunur. Bazı kötülükleri düzeltmeye ne elimiz ve yetkimiz yetişir, ne de dilimiz. Bu durumda da kalben buğz ederiz, söz konusu kötülüklerin şerrinden Allah’a sığınırız, kötülük yapanların ıslah olmaları için duâ ederiz. Veya çok fazla damarımıza dokunmuşsa Allah’ın Kahhâr ism-i şerîfine havâle ederiz.
Bunlar bizim muhtelif kötülükler karşısında sergilediğimiz muhtelif tutum ve davranış türleridir. Yukarıdaki hadîste Peygamber Efendimiz (asm) kötülüklere karşı “duruşumuzu” üç ana kategoride ele almıştır.
1-Yetkimiz dâhilinde olanları önlemek. 2-Dilimizle müdâhaleyi gerektirenlere dilimizle müdâhale etmek. 3-Ne yetkimiz dâhilinde olan, ne de dilimizle değiştirmeye güç yetiremediklerimiz konusunda da, hiç olmazsa kalben buğz yolunu tercih etmek.
Meselâ yetkili olduğumuz bir müessesede, bize bağlı bir memurun söz gelişi rüşvet alması, işini savsaklaması, iş verimini düşürmesi, işine hîle karıştırması, kaliteyi bozması... vs. gibi kötülükleri karşısında “elimizle” yapabileceğimiz bir takım tedbirler vardır. Hattâ bu durumda “el ile” tedbir almak, zarûret hâlini alır. Ya uyarırsınız, ya işini değiştirirsiniz, ya işine son verirsiniz, veya kötülüğün cinsine göre farklı cezâlar uygularsınız. Ya da kavga eden iki kişinin öfkelerini, biri akrabanız da olsa yatıştırır, kavgayı önlemeye çalışırsınız. Bütün bunlar “el ile” düzeltmek kapsamındadır. Burada yalnız dil ile sitem veya yalnız kalbî buğz yeterli olmaz. Fakat başlangıçta damarına dokundurmadan ve tatlı dil ile uyarmayı da el ile düzeltmek sınıfında saymakta fayda var şüphesiz. Yeterli derecede uyardıktan sonra kötülüğün ortadan kalkmadığını gördüğünüzde, kötülüğü düzeltme metodunu ve tarzını değiştirirsiniz. İşte bu durumda; elinizde yetki varken yetkiyi kullanmaksızın ve önlem almaksızın yalnız kalben buğz etmek, zaafiyet alâmetidir. Ancak; şimdilik bu da bir tedbirse,—gözlem devam ediyorsa—o başka mesele.
Kezâ bizim, âmirimiz statüsündeki birisinin veya söz gelişi iş arkadaşımızın bir bayağılığına veya kötülüğüne şâhit olduğumuzda sergileyeceğimiz tavır, tepki, tutum, davranış ve yaklaşım da bir nevî el ile düzeltme kapsamına girmektedir. Çünkü bu konuda ona etki edecek, ters tepmeyecek tarzda ona söz dinletecek, onu pişmanlığa ve hatasını görmeye sevk edecek davranışlar bizim bazen sert tepkimizde, bazen tatlı dilimizde, bazen bir acı çayımızda gizli olabilir. Bu ise hem hadisin “el ile düzeltme” tavsiyesine uygundur; hem de Kur’ân’ın “kötülüğü iyilikle giderme” çağrısına muvâfıktır. Bedîüzzaman Hazretlerinin, “Eğer hasmını mağlup etmek istersen, fenâlığına karşı iyilikle mukâbele et”4 tavsiyesi, bu âyet ve hadislerin tefsiri mahiyetinde, “el ile düzeltme” niteliğindedir.
Demek el ile düzeltmek demek, kavga etmek demek değil; kavgayı yatıştırmak ve kötülüğe yapıcı tedbirlerle mâni olmak demektir.
Dipnotlar:
1- Fussilet Sûresi, 41/34; 2- A’râf Sûresi, 7/199; 3- R. Sâlihîn, 184; 4- Mektûbât, s. 256
14.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ahd, yemin etme, söz verme, bir şeyi korumak anlamına gelmektedir. Dinî literatürde “Ahd-ü Misak” şeklinde geçer. Vefa ise verilen söze uymak ve gereğini yapmak demektir. Verilen söze uymamak ise vefasızlıktır. Vefalı davranan kimseye “vefakâr” denir.
Ahde vefanın en önemlisi ve en birincisi “Bezm-i Elest”te Allah’a verilen “Sen bizim Rabbimizsin, biz de senin kullarınız” diye verilen “kulluk” ahdidir. (Â’râf, 7:172) En büyük vefakârlık ise, Allah’ı tanımak ve Allah’a verilen iman ve ibadet sözünü ifa etmektir. En büyük nankörlük kulun Rabbini inkâr etmesidir. Yüce Allah, Benî İsrail’in şahsında bütün insanlığa “Bana verdiğiniz sözde durun ki, size verdiğim sözde durayım” (Bakara, 2:40) buyurur. Sözler karşılıklı anlaşmadır. Anlaşmayı bozan taraf karşıdan verilen sözün tutulmasını bekleyemez. İman ve ihlâs, Allah ile yapılan ahit ve akittir. İhlâsını bozan, Allah’a karşı verdiği sözü ve yaptığı akdi bozmuş olur.
Yüce Allah Mâide Sûresine “Ey İman edenler! Sözlerinize bağlı kalın” (Mâide, 5:1) âyeti ile başlar. Mâide, maddî ve manevi nimetlerin envaını camî ilâhî sofra demektir. İnsanın Allah’ın rahmet sofrasından istifade etmesinin “ahde vefa ve söze bağlılık” ile sıkı ilişkisini yüce Allah böyle ifade etmiştir. İnsanın bezm-i elestte Allah’a verdiği sözü ifâ etmesi ancak gönderdiği elçilerine uymak ve onlara tabi olarak Allah’a itaat etmesi iledir. Yüce Allah, bu hususu “Allah’a verdiğiniz sözü yerine getiriniz” (En’âm, 6:152) âyeti ile insanlardan ister. Mü’minlerin vasıflarını sayarken “Onlar emanetlere riâyet ederler ve ahitlerini ifa ederler” (Mü’minûn, 23:8) buyurur.
Ahd ile yemin arasında fark vardır. Bir kimse yemini bozarsa kefaret ile bunu telâfi edebilir; ama ahdi bozmanın kefareti yoktur. (İbn-i Arabî, Ahkâmu’l-Kur’ân, 3:1174) Çünkü ahde vefasızlık, kefaret ile telâfi edilemeyecek derecede büyük bir vebaldir. “Ahd bir sorumluluk gerektirir.” (İsra, 17:34) Bu sorumluluğu yerine getirmemek insana asla yakışmaz.
İnananların peygambere olan ahdi ve biatı, doğrudan Allah’a olan ahiddir. “Peygambere biat, doğrudan Allah’adır. Allah’ın eli onların elleri üzerindedir. Kim bunu bozarsa kendi zararına bozmuş olur; kim de buna uyarsa Allah ona mutlaka çok büyük bir mükâfat verecektir.” (Fetih, 48:10)
Yüce Allah, kullarından bezm-i ezelde insan olarak yaratmış olmakla fıtrî olarak büyük bir söz almıştır. Diğer varlıklar da fıtratları gereği Allah ile sözleşme yapmışlardır ve onlar verdikleri sözlerine fıtratlarının gereğini yapmakla uymaktadırlar. İnsanın da fıtratı gereği Allah’a verdiği söz ve yaptığı anlaşma “iman ve salih ameldir.” İnsan “nisyandan alındığı için” bu sözünü nefsânî arzuları peşinde koşmakla unutmakta ve şeytan da onlara dünyayı hoş göstermekle bu sözlerini unutturmaktadır. Bu sebeple yüce Allah, rahmeti gereği peygamberleri ve kitapları ile insanlara sözlerini hatırlatmakta ve dünya için, oyun ve eğlence için yaratılmadıklarını hatırlatma gereği duymaktadır. Bu husus “Ey Âdemoğuları! ‘Şeytana tapmayın, o sizin en açık ve en büyük düşmanınızdır. Bana ibadet edin. Sizi doğruya götürecek yol budur’ diye ben sizinle ahitleşmedim mi?” (Yasin, 36:60) âyeti ile sabittir.
Ahde vefa göstermek imanın gereğidir. Nitekim Peygamberimiz (asm) “Ahde vefası olmayanın, imanı ve dini yoktur” (Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, 9:231; Zehebî, Kebâir 108) buyurmuşlardır. Vefa, görülen iyiliği unutmamak ve iyilik yapana teşekkür etmekle kalmayıp minnet duymaktır. Allah’ın, insanı “ahsen-i takvim” üzere “insan” olarak yaratması ve ona insaniyet nimeti yanında “iman ve İslâmiyet” nimeti ile dünya ve ahiretin bütün nimet sofralarını önüne açması karşısında elbette bütün bu nimetlere aczi ve fakrı ile karşılık veremeyeceğinin şuurunda olarak imana ve Kur’ân’a sahip çıkması vefakârlığın gereğidir. Bunun zıddı ise “nankörlük”tür ki gerçekten “İnsan, Rabbine karşı nankördür.” (Âdiyât, 100:6) Nimetlerin değerine göre asla vefakârlık gösteremez ve hakkı ile şükredemez. Hiç olmazsa imana sahip çıkarak bu konudaki iyi niyetini göstermesigerekir. Allah’ın da kulundan istediği asgarî şey “imandır”. Ahde vefasızlık nifak alâmetidir. Kişinin kalben iman etmediğinin delilidir. (Tirmizî, İman, 14)
Devletin halkı ile münasebetlerinde de yapılan anlaşmalara riâyet etmesi çok mühimdir. Peygamberimiz (asm) “Bir kavim ahdinden dönerse Allah onlara düşmanları musallat eder” (Muvatta, Cihad, 26) buyurarak buna dikkatimizi çekmiştir. Yine Peygamberimiz (asm) “Beş şey toplumda yaygın hale gelirse artık o toplumda hiçbir hayır kalmamıştır. Bunlar: Zinanın yaygın olması, ölçü ve tartıda hile yapılması, zekât ile yardım edilmemesi, ahitlerin ifa edilmemesi, Allah’ın kitabı ile adalet üzere hükmedilmemesi” (Kütüb-ü Sitte Şerhi, 17:540) buyurur.
Yüce Allah, ahirette üç sınıf insana asla merhamet etmeyeceğini ve onlara rahmet nazarı ile bakmayacağını bize haber verir. Bunlar: “Allah’ın adı ile verdiği sözün gereğini yerine getirmeyen, hür insanı köle gibi satan, çalıştırdığı işçinin ücretini vermeyen..” (Tecrit Şerhi, 6:535) Bu hadis-i şerifte her üç davranışın da vefasızlık ile sıkı münasebeti olduğu açıktır.
14.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mikail YAPRAK |
Van Mevlidleri |
|
Bir bilseniz eskiden bu şehr-i Van ne idi…
Bir nurlu meşveretin adıydı Van Mevlidi…
Nurun has şakirdleri gelirdi bir araya…
Dersler, sohbetler merhem olurdu her yaraya…
Üstadın hizmetinde bulunan ağabeyler
Hepsi bir aradaydı; birdi fikirler, reyler…
Mevlîdler, meşveretler, haklı istişareler…
Netice üretirdi, tedbirler ve çareler…
Doğu-batı mezcinde bir akış vardı her dem…
Doğuda bir markaydı Konyalı Rahmi Erdem…
Van’ı mesken tutmuştu Mersinli Hayrettin Tan,
Vanlılar onu sevdi, Van ona oldu vatan…
Doğu-batı köprüsü Güneyli Ali Uçar…
Onun da şehr-i Van’da unutulmaz yeri var…
Bir ses dedi: Nerede Halil Uslu’nun payı?
Dedim: O Van’a doymuş, mesken yapmış Konya’yı…
Hem herkesi burada sayacak halim yoktur…
Nurun fedaileri sayılamaz, pek çoktur…
***
Dokuz yüz altmış altı… Van’da ilk Nur Mevlidi…
Diyorlar ki, o Mevlîd Nurun Bayramı idi…
Garptan bir nur halesi yayılırdı giderek…
O nuru kucaklardı Van Kalesi ve Erek…
Nursî’nin menzilleri, Nurs, Horhor, “Çilehane”
Ziyaret edilirdi..Vesileler bahane…
Mevlîdlerde Bekir Berk şimşek gibi çakardı,
Nazım Gökçek “Zernabat” suyuyla bir akardı…
Ağabeyler yan yana, kol kola görünürdü…
İttihad âşıkları neş’eye bürünürdü…
Dairemiz içinde mevcut “hocalar” bile,
El ele verirlerdi hizmet erleri ile…
Herkes kendi namına bunu fırsat bilirdi,
Hâlin anatomisi ve resmi çekilirdi…
Şahiner orada arar dururdu bir “son şahit”,
Onun sevdası buydu, bu saha ona ait…
***
Dokuz yüz altmış yedi… tam kırk bir sene önce…
Muzır başkomiser ürkmüş, bu Mevlidi görünce…
Sebepsiz müdahale, asılsız sorgulama…
Hakimler ön yargılı, maznunlar rahat ama…
Hakim sormuş: Siz neden toplandınız bu bağda?
Başka derdiniz yok mu bu dünyada, bu çağda?
Demişler: Derdimiz siz ve bizim bu hâlimiz…
Böyle devam ederse, n’olur istikbalimiz?
Toplanıp dua ettik, barış, huzur istedik…
Devlet ve millet için ferahlık, nur istedik…
***
Doğruları orada getirmişler hep dile…
Hileyi hilesizce aramışlar nafile…
Hâlbuki yargıç hanım, savcının karısıymış…
Önyargılı savcının öteki yarısıymış…
Savcı eşine demiş: Bunları tut, hapse at,
Ancak yakalamışız, ele geçmez bu fırsat…
Keyiflerine göre seçmişler yedisini,
Altmışını salmışlar, alıp ifadesini…
Bu keyfilikten sonra, ciddîyet hiç kalmamış,
Bizimkiler yargıcı pek ciddîye almamış…
İfadeler biraz da komik, alaylı geçmiş,
Maznunlar hırslarından bu basit yolu seçmiş…
Hakimler sormuş: Nerde mühimmat ve cephane?
Demişler: Karnımızda, karşınızda daha ne?
Karpuzlarımız bomba, pirinçlerimiz mermi…
Hiç böyle nimetleri insan zayi eder mi?
Çatal, kaşık ve bıçak, ellerimizde silah…
Yemeğe saldırınca ilk sözümüz “bismillah”…
Kızgın hakim mahkeme kapısını kapatmış
Yalnız yedi maznunu haksızca hapse atmış…
***
Yedi maznun sebepsiz yedi ay beklediler…
Amellerine, sabır, sevap, nur eklediler…
Müştak Zernekli ile Erol Kuralkan Van’dan,
Konyalı Rahmi Erdem, bir Vanlıydı o zaman…
Ve ihlâs abidesi bir Selahaddin Akyıl,
Üveysî bir hâli var, tartamaz onu akıl…
Gültekin Sarıgül de maznunlardan biriydi,
Her maznun gibi o da Kaderin esiriydi…
Bahaddin Gürsoy ile Mustafa Ateşmen’e
Bir selâm yollayalım, ulaşırsa şahane…
***
Bin dokuz yüz seksene kadar Mevlîdler sürdü…
Sonra kesildi, zira derin devlet öksürdü…
Kader bir silkeledi, öyle bir çalkaladı
Ve farklı vadilerde hikmetle halkaladı…
Bin dokuzyüz doksanda Kocatepe Mevlidi,
Van’daki teamülün bir versiyonu idi..
Tam bin dokuzyüz doksan dokuza kadar sürdü,
“Deprem İlahî îkaz” onu dahi götürdü..
***
Yirmi sekiz yıl sonra “kalınan yerden” dendi…
Vaziyet test edildi, ana hatlar denendi…
Mevlîdte Güney, Kuzey, Doğu, Batı buluştu…
Üstadın hatırası bir camiye doluştu…
Avunduk mazimizden kalan kalıntılarla,
Hoş olduk nümunelik nurlu alıntılarla…
Üstad’ı görenlerden dinledik hatıralar,
Daimî yansın dedik, sönmesin bu çıralar..
“Nerede kaldı”, dedik, “o siyah-beyaz günler…”
Bu renkler usandırdı, beyaza bürünseler…
Bir Mehmed hâlâ dimdik ortada duruyordu,
Bir başka Mehmed orda bir denge unsuruydu…
Birinci Mehmed zaten gelemezdi Berzah’tan,
O artık çok uzaktı beşerî her izahtan…
Şeref, güzellik size; kusur Vanlıya ait,
Son gayret sarfedilmiş, bilenler buna şahit…
Ve hanımefendiler bağışlasınlar bizi,
Seneye onlarındır, ortamın en temizi…
Allah, emeği geçen herkesten razı olsun,
Bir daha bu şehr-i Van gönüllülerle dolsun…
Bana düşer mi bilmem, bir pay, bir kaç kuruşluk…
Hani Vanlıyım sözde, olmasın hodfuruşluk…
14.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Vehbi HORASANLI |
İstiklâl Savaşı tarihi yeniden yazılmalıdır |
|
Aradan 90 yıl geçmesine rağmen yakın tarihimiz hâlâ açıklanması gereken sorularla doludur. Bunlardan sadece bir kısmına değinecek olursam konunun önemi hemen ortaya çıkacaktır.
Şüphesiz İstiklâl Savaşının birçok kahramanı vardır. Fakat ne yazık ki bunlardan sadece belirli bir kısmını biliyoruz. Örneğin Bediüzzaman, Çerkez Ethem gibi nice meşhur zatlar yapmış oldukları hizmetlerinden dolayı ödüllendirilmedikleri gibi aksine iddialar sunularak gözden düşürülmeye çalışılmaktadır.
Bir savaşta emeği geçen en küçük neferden mareşale kadar herkesin takdir edilmesi gerekir. Zaten galibiyet ve başarılar bir kişinin değil bütün bir milletin malıdır. Şeref ve zaferi ne kadar çok kişiye dağıtırsanız o kadar büyük olur. Ne kadar dar bir zümreye veya kişiye mal ederseniz o derece küçültmüş olursunuz. Bu usûl gelişmiş batı ülkelerinde yaygın olup baskı ve diktatörlüğün güçlü olduğu ülkelerde ise neredeyse yok gibidir.
Tarih genellikle galip gelenlerin ve yönetime oturanların görüşleri doğrultusunda yazılmaya çalışılır. Bugüne kadar hep böyle oldu. Fakat artık neredeyse hiçbir şeyin gizli kalmadığı bir çağda yaşıyoruz. Günümüz insanı, DNA’ları inceleyerek yıllarca önce ölmüş insanların gerçek kimliklerini ortaya çıkarabiliyorlar. Bu sayede “öldürdük ve yok ettik” düşüncesiyle kendilerine göre tarih yazanların yalanlarını bir bir ortaya dökebiliyorlar.
Artık biz de çağa ayak uydurmak zorundayız. “Türk’ün Türk’e olan propagandası” oyununa bir son verme zamanı geldi. Unutmamak gerekir ki bu oyun, kendi ülkemizdeki insanları kandırmak için hâlâ geçerli olsa da globalleşen dünyada etkisini yitirmiş durumda. Çocuklarımız daha özgür ve bilimsel olarak olaylara yaklaşıyor. İdeolojik ve tarafgir bakış açısı ile geçmişteki olayları gençlerimize anlatmak ve ikna etmek neredeyse imkânsız gibi.
O halde biz de oyunu kitabına göre oynamalıyız. Yani tarihimizi hiçbir kişi ve zümrenin etkisi altında kalmadan bilimsel verilere dayalı olarak yeniden yazmamız gerekiyor. Aksi halde çağdaş dünyanın aşağılamalarına maruz kalacağız.
Bu önemli gerçekleri bir daha takdirlerinize sunduktan sonra konuyu tekrar İstiklâl Savaşına getirmek istiyorum. Evet, Osmanlı Devletinin yıkılıp yeni bir Cumhuriyetin doğmasına sahne olan bu savaşı yeterince tartışamamış bulunuyoruz. Şu ana kadar yapılan çalışmalar “nutuk” ve tek parti iktidarı süresince yönetimde bulunanların hatıralarına dayanmaktadır. Elbette bu eserler, tarihin gerçek bilgiler üzerine dayandırılması açısından büyük öneme sahiptirler. Bunların yok sayılması değil ama diğer kaynaklara da müracaat edilmesi bir zorunluluktur. Yok, eğer “ben sadece tek bir kaynağı esas alırım” diyerek tarih yazılmasına kalkışılırsa, aşağıda sadece bir kısmına değineceğim sorular karşısında acze düşüleceği açıktır.
İstiklâl Savaşı bir hafta veya birkaç ay sürmüş değildir. Eğer başlangıç tarihi olarak İzmir’in işgalini ele alırsak 3 yıl, yok eğer Musul ve Kerkük’ün işgalinden başlarsak 4 yıl sürmüştür. Bu süre zarfında yüzlerce irili ufaklı savaş olmuş bunlardan bir kısmından galip, bir kısmından ise mağlup çıkmışızdır. Eğer sadece galip geldiğimiz savaşları ele alır ve buna uygun tarih yazmaya kalkışırsak hata etmiş oluruz. Gerçekler ortaya çıkmaz, hayali kahramanlar üretmiş oluruz. Ayrıca mağlup olduğumuz savaşları araştırarak elde edilen zaferi küçültmeyiz. Bilakis sonuçta elde edilen başarının büyüklüğünü daha belirgin bir şekilde ortaya çıkarmış oluruz.
Şimdi akla gelen en basit soruları sormak istiyorum. İsmet İnönü, ki 1. ve 2. İnönü Savaşlarında cephe komutanıydı, niçin mareşal olmamıştı? Zaferle sonuçlandığı ileri sürülen bu savaşlardan sonra neden Yunan Ordusu geriye doğru atılmadı da tam tersi Ankara önlerine kadar geldi. Yoksa bu arada bazı savaşları kaybetmiş miydik?
Değerli yazar İsmet Bozdağ, bir kitabında Altıntaş Muharebesinden bahsediyor. Bu savaş sonucunda Batı Cephesi Komutanının hataları olduğu ifade ediliyor. Fakat bu savaşı ve daha nicelerini tarihe meraklı olan ben bile daha ilk defa duyuyorum. Demek ki neredeyse 4 yılı bulan ve milyonlarca şehit ve gazi kazandığımız bir dönemi atlamış olduğumuz ortaya çıkıyor.
Çerkez Ethem, İstiklâl Savaşının en önemli kahramanlarından biridir. Yunanlılara karşı kazanılan birçok zaferde ve Kuva-yı Millîyenin çok zor durumda kaldığı iç isyanlarda çok büyük yararlılıklar göstermiştir. Fakat kendi eserinde belirttiği gibi iktidar mücadelesinde mağlup olmuş, yerine geçen kişiler tarafından “hain” olarak damgalanmıştır. İster hain denilsin, ister kahraman olsun şu bir gerçektir ki İstiklâl Savaşının en önemli kişilerinden bir tanesidir. Bunu ne kadar inkâr edersek edelim gerçekleri gizleyemeyiz.
Bediüzzaman Said Nursî de bir İstiklâl Savaşı kahramanıdır. Savaş süresince İstanbul’da büyük hizmetlerde bulunmuştur. Kuva-yı Millîyenin başarısında en önemli imza sahiplerinden birisidir. İngilizler, hakkında “vur emri” çıkarmışlardır. Hatta onun bu kahramanca direnişi sonucunda halkın Milli Kuvvetleri desteklemesi sağlanmıştır. Daha sonra Ankara’ya davet edilerek törenle karşılanan Bediüzzaman, savaş ganimetlerinden yararlanmak yoluna gitmemiş milletine karşı en büyük hizmetin imanı güçlendirmek olduğunu düşünerek eserler yazmak yoluna gitmiştir.
İşte bu nedenlerle İstiklâl Savaşımızı yeniden yazmak zorundayız. Akla gelen sorulara makul cevap verebilmek için her türlü kaynağa müracaat etmeli ve ideolojilerden arındırılmış olarak tarihimizi yeniden yazmalıyız, vesselâm…
14.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Soros dalgası sönüyor mu? |
|
Mısır’ın Can Paker’i olan İbni Haldun Araştırma Merkezi Başkanı Sadettin İbrahim iki yıla mahkum oldu. Nedeni elaleme Mısır’ı karalaması. Dışarıda Mısır’ın imajını karaladığı gerekçesiyle gözünün yaşına bakılmadı. Bilindiği gibi, daha öncesinde şeker hastası olan Kifaye Lideri Eymen Nur da hapse atılmıştı. Bir dönem bu hareketle birlikte olan ve koordinasyonunu sağlayan Abdulvehhab el Mesiri de bundan bir müddet önce bu dünyadan göçtü ve Hakkın rahmetine kavuştu. Böylece Mısır Lideri Mübarek hasımlarından birer birer kurtulmuş oldu. Bu da Kifayecilerin veya Türkiye’de tanındıkları isimle Soroscuların elemine edildiklerini ve talihsizliklerini gösteriyor. Lübnan’da durumları Mısır’dan daha iyi olmadı.
***
Gürcistan’a geçersek; Saakaşvili yine Mısır’dan örnekleme yoluyla anlatacak olursak bir Arap atasözünde ifade edildiği gibi, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan oldu. Hakikaten de böyle oldu. Güney Osetya’yı kurtarmaya giderken siyasî kariyerinde büyük bir kurşun deliği açıldı. Ruslar askerî başarılarını siyasî başarıya dönüştürmek istiyorlar. Aslında onların da amaçları üzüm yemek değil bağcıyı dövmek. Saakaşvili değişse ve yerine Rus yanlısı birisi gelse keyifleri yerine gelir ve bir dönem daha Güney Osetya meselesini uyumaya terk edebilirler. Şimdi Ruslar Güney Osetya üzerinden kazandıkları askerî başarıyı siyasî zafere tahvil etmek istiyorlar. İlk günden beridir de asıl amaçlarının bu olduğunu hiç gizlemediler. Tiflis üzerindeki askeri baskıyı sürdürerek Saakaşvili’yi düşürmek ve yerine Moskova eksenine yakın başka bir ismi getirmek. Bunu yaptıkları takdirde, 2003 yılında başlayan turuncu dalga veya Soros devrimleri ateşini kaybetmiş olacak. Eski statü geri gelecek. Aslında Soros devrimlerine ilk darbeyi vuran Putin değil bizzat Bush olmuştur. ‘Kelin merhemi olsa başına sürer’ misali yabancılar Soros’un devrimini ilk önce kendi ülkesinde gerçekleştirmesini bekliyorlardı. Tabii ki haklı olarak.
***
Şimdi Ruslar ve Çinliler Amerikan silâhını kendisine karşı kullanıyorlar. Düşmana kendi silâhıyla karşılık veriyorlar. Olan da aradaki Saakaşvili gibi ‘inanmış liberallere’ oluyor. Olimpiyatların açılışında Bush, Çin’in insan hakları karnesinden dem vuracak oldu, Çinliler hemen lafı ağzına geri teptiler. Artık 11 Eylül istismarının ışığında ABD insan hakları ve demokrasi gibi konularda konuşamayacak hale geldi. Ebu Garib ve Guantanamo herkesin bildiği şeyler. İnandırıcılığını tamamen yitirmiş durumda. Bu durumda yandaş liberallerin veya Soroscuların işi daha da zorlaşacak. Zira arkalarındaki en büyük senedi ve desteği kaybetmiş olacaklar. ABD artık bundan böyle hep kaybeden tarafı temsil ediyor. Ruslar da Çinlilerin izinden giderek ABD’yi kendi silâhıyla vuruyor. Turuncu devrimin kahramanı ve Gürcistan demokrasisi ve insan hakları şampiyonu Saakaşvili’yi Osetlere jenosit ve soykırım uygulamakla suçladılar ve meseleyi uluslar arası mahkemelere taşıyacaklarını taahhüt ettiler. Bir yönüyle de Kosova’ya siyasî misillemede bulunuyorlar. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov daha ilk günden Rice’dan Saakaşvili’yi geri çekmelerini istemiştir. Sonra da işi aleniyete dökerek bundan böyle Saakaşvili ile çalışmayacaklarını ilan etmiştir. Bunun anlamı açıktır. Saakaşvili gitmedikçe Güney Osetya ve Abhazya meselesini Gürcü muhataplarıyla görüşmeyecekler. Yani bu iki bölge Saakaşvili gidene kadar Rusların elinde siyasî rehine olarak kalacak. Bu tablo ile birlikte amacın askerî ve işgal baskısıyla birlikte rejim değişikliği olduğu ayan beyan anlaşılmıştır.
***
Amerikalılar da ilk günden beri bunun farkındalar. New York Times gazetesine konuşan ABD’li bir askerî yetkili Moskova’nın rejim değişikliği niyetinde oluğunu ima etti. “Gürcüler tamamen çekildik’ dedikleri halde Ruslar amansız takibi sürdürdüler. Amaçları askerî değil; tamamen siyasî. Kendi alanlarındaki bir dikeni ortadan kaldırmak istiyorlar…”
Onların jeopolitik takıntısı da bu. Kaliforniya Üniversitesi öğretim üyesi olan Şener Aktürk’e göre, Saakaşvili ve ABD ittifakı, bu savaştan zayıflamış olarak çıkabilir. Keza, 2003’ten beri Kafkaslar’da ABD himayesinde yürütülen yeniden yapılanma da ciddî biçimde hasar görebilir. Bu ciddî bir ihtimaldir ve ABD’nin, Kafkas satranç tahtasında Rusya karşısında şah-mat olmasıdır. Belki de Cheney’in sıkıntısı da bu. Bu gelişme ve Amerikan nüfuzunun bölgede Saakaşvili üzerinden gerilemesi elbette Rusların maksadına uygun düşecektir. Amerikalılar Saakaşvili’ye sahip çıktıkları müddetçe Washington-Moskova hattındaki gerilim düşmeyecektir.
Galiba, aynı anda hem Ortadoğu hem de Kafkaslar’da Soros dönemine veda ediliyor.
14.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
İşler Sarp’a sardı |
|
Fillerin kavgası yine çayırların ezilmesine sebep oldu. Gürcistan’da yaşanan kargaşa, kavga ve savaşın aslında Amerika ve Rusya arasında yaşandığı ifade ediliyor ki, bu tesbiti dile getirenler haksız da sayılmazlar...
Gürcistan, Türkiye’nin sınır komşularından biri. Karadeniz’in en uç noktası olan Sarp’daki sınır kapısı, Türkiye’nin Gürcistan üzerinden Kafkaslara açılmasına sebep oluyor. Aynı şekilde Gürcistan da Sarp’taki bu sınır kapısıyla nefes alabiliyor.
Karadeniz Sahil Otoyolu Rize’nin ilçelerinden geçerek Artvin’in Hopa ilçesine, oradan da sanırdaki yerleşim birimi Sarp’a uzanıyor. Yol boyunca Gürcistan’a geçmeyi bekleyen yüzlerce, belki de binlerce tır sıra bekliyor. Biz de Gürcistan’a, Batum’a geçmek niyetiyle ‘sınır ticareti’ yapan bir esnafla Sarp Sınır Kapısına kadar gidebildik. Ancak Batum’a geçme imkânı olmadı. Çünkü güvenlik problemi devam ediyor.
Bu vesile ile, “Filler dövüşür, çayırlar ezilir” tesbitinin doğruluğunu bir defa daha görme imkânı bulduk. Çünkü savaş, görünürde Gürcistan ile Rusya arasında yaşansa da, faturayı Türkiye ödüyor. Normal günlerde yol boyu sıralanan ilçelerdeki ticari hayat canlıyken, esnafın ifadesiyle savaş sonrası işler bıçak gibi kesilmiş. Elbette asıl kayıp Gürcistan’da yaşandı, ama belki de bu kısa savaşın ikinci fatura ödeyeni Türkiye oldu. Türkiye’yi doğrudan etkilememiş görünse de sınır ilçelerindeki esnafın bu krizden zararlı çıktığı aşikâr. Gürcistan’a ‘hamur mayası’ satan küçük ölçekli bir firma, savaşla birlikte ticari hayatın tamamen kesildiğini ve normale dönmesi için belki de bir iki ay geçmesi gerektiğini hatırlattı. Tabii bunun bir de maddi faturası var.
Bütün bunların yanında savaşın siyasî ve sosyal neticelerini de ayrıca tartışmak gerekir. Maddî zararlar bir şekilde telafi edilir, peki sosyal ve siyasî neticeleri aynı ölçüde, aynı kolaylıkta telafi edilebilir mi?
Uzmanların da ifadesiyle, krizin temelinde Rusya’nın; Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği döneminde atılan ‘tohum’ların boy atması sebep oldu. O dönemde atılan ırkçılık tohumları, bu günlerde savaş sebebi oluyor. Fiilen ayrı devlet olan, ama dünya ülkelerinin tanımadığı küçük ‘devlet’ler, Rusya’nın da teşvikiyle savaşlara sebep oluyor.
Türkiye bütün komşuları ile ilişkilerini sıcak tutmak durumundadır. Rusya ile sınır komşusu olmasak bile, en az sınır komşularımız kadar ilişkilerimizin olduğu da bir gerçek. Gürcistan, belki de Amerika’ya fazla güvendi. Ya da her zaman olduğu gibi Amerika yine önce ‘menfaat’ dedi ve bu tercihinin faturasını da Gürcistan ödedi.
Türkiye-Gürcistan sınırının Türkiye tarafında yer alan Sarp, işlerin ‘sarp’a sardığını gösteriyor. Kısa süren savaşın yaralarının da kısa sürede sarılması en büyük temennimiz. Sarp sınır kapısında kötü bir huyumuza daha şahit olduk. “Bize birşey olmaz” anlayışı, orada da kendisini hissettirdi. Dışışleri Bakanlığı, işlerin normale dönme vaktine kadar Türk vatandaşlarının Gürcistan’a geçmemesi gerektiği hususunda ‘tavsiye’ açıklaması yapmıştı. Ama ‘benim işim acele’ diyen çok sayıda tır şoförü Gürcistan’a, Batum’a geçmeyi tercih etti. Uluslararası Nakliyeciler Derneği temsilcisi, çaresizlik içinde ellerini iki yanına açıp; “Bu inat bize pahalıya mâl olur” diyordu.
Bu ‘inat’ın Sadece bize değil, Gürcistan’a da pahalıya mal olmamasını ve ‘sulh’un, barışın Gürcistan’a ve bütün dünyaya hakim olmasını dileyelim.
İşlerin ‘sarp’a sarmasının sorumlusu ise maalesef yine ‘fil’ler oldu.
14.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Provokasyon… |
|
Sovyetlerin dağılmasıyla “bağımsızlığına” kavuşan Gürcistan, özellikle Macar Yahudisi Amerikalı George Soros’un, “renkli turuncu devrimi” sonrası sağa sola saldırmaya başladı.
CIA eski ajanı Karzai’nin Afganistan’ın başına geçirilmesi gibi, “kadife darbe”yle “seçtirilen” Şaakaşvili’nin, ağababası Amerika’ya dayanarak komşu küçük toplulukları işgale kalkışması, bölgenin yeniden fitnenin içine itilmesinin kıvılcımı oldu.
Bush’un Kafkasya’daki en yakın dostu Saakaşvili, Gürcü Stalin’in Güney ve Kuzey diye böldüğü Osetya’nın, güneyini Gürcistan’a bağışladığı kanaatinde. Bush ve Cheeney’in ittirmesiyle, Amerika’nın Hazar havzası enerji kaynakları ve hatları üzerindeki bölgeyi tamamen kontrolüne almasına aracılık etmekte.
Bundandır ki Abhazya ve Güney Osetya’nın yanısıra Türkiye ile tarihî derin bağları bulunan nüfusun yarıya yakını Müslüman eski Osmanlı bakiyesi Acaristan özerk cumhuriyetine karşı saldırgan ve işgalci tutumu, Gürcistan’ı bölgede ABD’nin emrinde “küçük emperyalist” haline getirmiştir.
Bu bakımdan Soros’un finanse ettiği iç darbeyle “barış, demokrasi ve özgürlükler” perdesinde Saakavaşkili’nin evvela Acaristan’ı Gürcistan’a ilhakı, peşinden Osetya ile Abhazya’ya göz dikmesi tamamen bir Amerikan projesi olduğu sırıtmakta…
ZÂLİMLERİN ZULÜMLÜ ÇIKARLARINA KURBAN
Abhazya ve Arcaristan’ın kanla biten işgal denemelerinden sonra on üç yıl aranın ardından Güney Ostetya’ya girip göz göre göre bahane arayan Moskova’yı kışkırtması, aslında açık bir provokasyon. Ve bu provokasyonla yalnız yüzlerce mâsum insan ölmedi, binlercesi evsiz kaldı, daha da acıklı perişanlığa dûçar edildi.
En vâhimi de Saakaşvili, başta Gürcistan olmak üzere bütün bölgeyi ateşin içine attı; yangın yerine dönen Kafkasya’daki fitne ateşini alevlendirdi. Sâdece ülkesini değil, bütün Kafkasya’yı zâlimlerin zulümlü ve karanlık çıkar hesaplarının, kanlı projelerinin kurbanı yapmaya teşne hale getirdi. Bölgedeki karmaşa ve bataklığı daha da içinden çıkılmaz bir bataklığa dönüştürdü, ecnebilerin istilâ emellerine taşeron durumuna soktu.
Neticede Güney Osetya üzerinden görünürde Gürcistan, gerçekte ABD ile Rusya’nın karşı karşıya gelmesi, yeni dünya düzenindeki gizli ve âşikâr ilişkileri ele veriyor.
Bush’un muavini Cheeney’in, ABD’nin binlerce kez bombalayıp işgal ettiği Afganistan’da ve Irak’ta milyonlarca insanın katliyle sonuçlanan katliamlara bakmadan, Rusya’nın burnunun dibindeki olaya müdahalesini, “Gürcistan’ın egemenliği ve toprak bütünlüğüne yönelik bir tehdit” görmesi, doğrusu gülünç geliyor.
Diğer yandan Şaakasvili’nin “yardım!” çağrılarını cevapsız bırakan Washington’un oyalaması ve vurdumduymazlığı, ABD’nin “stratejik ortağı” olmakla caka satan yönetimlere tam bir ibret dersi oluyor. Uluslararası menfaat ve küresel hegemonya peşinde koşan zâlim güçlere güvenilmeyeceğini bir defa daha hâdiselerin tasdikiyle ortaya koyuyor.
Keza Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un, krizin Güney Osetya’daki “etnik temizlikten” türediği, Soros’un “renkli devrimle” iktidara gelen bölgedeki bir diğer ABD’nin stratejik ortağı Amerikan yanlısı Ukrayna yönetimini “savaş kışkırtıcılığı”yla suçlaması dikkat çekici. Gürcistan yönetimini işgale azmettiren Washington’la birlikte Gürcistan’a her türlü desteği veren ve askerlerini eğiten ve ordusunu modernize eden İsrail’in yanısıra Ankara’yı da üstü örtülü sorumlu tutması da anlamlı…
ÇATIŞMALARIN ARDINDAKİ KARANLIK KANLI ELLER
Gürcistan’ın Yahudi kabine üyelerinden Yakubaşvili’nin, İsrail ordu radyosuna İbranice yaptığı açıklamada, İsrail’in Gürcü askerlerinin eğitimine yaptığı katkıdan dolayı ordusuyla gurur duyması gerektiğini söyleyerek İsrail silahlı kuvvetlerine teşekkür etmesi, çatışmaların arka plânındaki “her çeşit fesad şebekesine karışan ve her nevi ihtilâle parmak karıştıran” karanlık ve kanlı elleri ele veriyor. İsrail’in son yedi yıldır Gürcistan’a gelişmiş silâhlar sattığını belirten Gürcistan’ın Yahudi Bakanının, Osetya ve Abhazya’daki gelişmelerden endişe duyup “Gürcistan’ın toprak bütünlüğü”nü savunması ise tam bir komedi.
Duvarlarla kuşattığı, amansız ambargo uyguladığı ve soykırım yaptığı Filistinlileri vatanlarından eden İsrail’in, muhibbi Şaakaşvili’nin ülkesinin “bağımsızlığı”na bu denli düşkün olması, “yeni dünya düzeni”ndeki çarpıklığı açığa çıkarıyor.
Bu arada Türkiye’nin üzerinde hassasiyetle durduğu, Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattının Rus uçakları tarafından bombalandığı iddialarının, bir “Amerikan – Gürcü provokasyonu” olduğu anlaşılıyor. Rus Genelkurmayının Ankara’ya, “Irak’ta petrol yatakları ve boru hatlarının ABD işgali sırasında vurulduğunu, ancak bu şâyianın Gürcü tarafının çatışmanın boyutunu genişleterek Türkiye’yi savaşın içine çekmek için provokatif iddiası olduğu” mesajı, çatışmaları bütün bölgeye yayma plânını deşifre ediyor.
Ve bütün bunlar, “kılavuzu karga olanın” deyimini akla getiriyor; ABD’nin telkinleriyle hareket eden Gürcistan yönetiminin Rusya’yı tahrik edip bölgeyi nasıl bir felâkete sürüklediğini gösteriyor. Ne yazık ki, olan yine zavallı bölge halklarına oluyor…
14.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|