İçimiz yanıyor, dışımız yanıyor, ciğerlerimiz yanıyor. Yangınlar, seller, terör, hastalıklar, keneler, iflâslar, savaşlar… 40 civarında âfât… Sık sık belâ ve mûsibetlerle karşılaşmamız; onların hayatın en önemli unsuru olduğunu gösterir. Öyle ise, onların da dilini çözmemiz gerekir. Acaba mûsibetler bize ne anlatıyor? Ve onlardan nasıl bir ders çıkarmalıyız?
Küfür, inkâr, kıyamete dek devam edecek. İnsan ise, nisyandan alındığından hatalı, kusurlu, olmasının yanında zaaflarla da örülmüştür. Dolayısıyla haksızlık, zulüm dahil, pekçok hataya imza atabilir! İşte, bunların sonucunda meydana gelen mûsibetlerde bizim payımız vardır.
Suâl: “Bâzı eşhâsın hatâsından gelen bu mûsîbet, bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?”
Cevap: “Umumî mûsîbet, ekseriyetin hatâsından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zâlim eşhâsın harekâtına fiilen veya iltizâmen veya iltihâken taraftar olmasıyla, mânen iştirak eder, mûsîbet-i âmmeye sebebiyet verir.”1
Haksızlara, zalimlere, cahillere “ya fiilen, ya iltihaken, ya iltizamen” taraftar oluruz. Yani, ya alkışımızla, ya susmamızla, ya hoş karşılamamızla veya fiilen iştirak etmemizle zulme sebebiyet veririz. Kader adalet eder ve mûsibetlerle cezamızı verir.
Ancak, işin hakikatine bakılırsa mûsîbetlerin en büyük müsebbibi, ehl-i imân; ehl-i imân içinde de hizmet ehlidir. “Bu nasıl bir mantık ve değerlendirme?” diye itiraz edilebilir. Lâkin, meselenin zahirine, mülk boyutuna değil, melekûtuna, yani hakikî yönüne ve kader cihetine bakılırsa, gerçekten de asıl suçlunun onlar olduğu gayet açıkça görülür! Şu cümleyi okuyalım:
“İşte, ey Risâle-i Nur şakirtleri ve Kur’ân’ın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin âzâlarıyız. Ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz. Ve sahil-i selâmet olan Dârüsselâma ümmet-i Muhammediyeyi (asm) çıkaran bir sefine-i Rabbâniyede (Rabbani gemide) çalışan hademeleriz.”2
Gemi seyrü sefer halinde iken, yolcular kamaralarında dinlenebilir, uyuyabilir veya salonlarda bir araya gelip sohbet edebilir, eğlenebilir, başka bir iş ile meşgul olabilir. Fakat, kaptan dahil personel, asla işini bırakıp eğlenemez, uyuyamaz, başka şeylerle meşgul olamaz! Onlar, bütün duygularıyla hedefe kilitlenip vazifelerine konsantre olmalıdırlar. Ehl-i imân ve hizmet ehli vazifesini terk ederse, gemi çarpar, karaya oturur veya batar.
Psikolojik baskı veya nefsimizin oyununa gelerek başkasına atmaya gerek yok. İşte herc ü merc içinde belâlara hedef olmamızın teşhisi şöyle konmuştur: Müslümanlar İslâmiyete sarıldıklarında ilim, san’at, teknoloji, mimarî ve hukukta muhteşem medeniyet örnekleri sergilemiş. “Ve ehl-i İslâmın hakîkat-i İslâmiyede zaafiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini, vahşete ve tedennîye düştüklerini ve herc ü merc içinde belâlara, mağlûbiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor. Sair dinler ise bilâkistir (tam tersidir).”3
Ehl-i imân dünyaya meylettiğinde, dünyevîleştiğinde, vazifesini terk ettiğinde, eyyamcılarla yarışa giriştiğinde, iktidar kavgasına, dünya işlerine daldığında savaş ve belâlar üst üste gelir.
Kendimizi gözden geçirelim…
Dipnotlar:
1- Said Nursî, Sözler, s. 158.; 2- Lem’alar, s. 165.; 3- Tarihçe-i Hayâtı, s. 80.
13.08.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|