|
|
Sami CEBECİ |
Barla yazıları |
|
Sarp ve yalçın dağların eteklerindeki yamaca kurulan Barla beldesi, etrafını Torosların devamı olan Aksu Dağlarının çevrelediği Eğirdir Gölüne nazırdır.
1920-1930’lu yıllarda pek bilinmeyen bu belde, bağrında sekiz buçuk sene misafir ettiği asrın mânevî sultanı Bediüzzaman Hazretlerinin Nur Risâlelerini telifinden sonra, dünya genelinde bir çok insan tarafından bilinen mübarek bir mekân oldu.
İnanç turizmi çerçevesinde ayda sekiz on bin kişinin ziyaret ettiği bu belde hakkında nice kalem erbabı yazılar yazdı ve şiirler kaleme aldı. Duygularını ve düşüncelerini terennüm etti. Her yazar kendi penceresinden onun maddî ve mânevî güzelliklerini dile getirdi. Kadın erkek herkes orada çok şeyler hissetti. Bediüzzaman’ın ayak bastığı, Nur Risâlelerini telif ettiği her yer onlara ilham kaynağı oldu.
Gerçekten, her sabah Aksu Dağlarının ufkundan altın bir tepsi gibi doğarak Eğirdir Gölü’nde parlayan güneş ve geceleri aynı ufuktan gümüşten bir tepsi gibi doğarak gölde yakamozlar halinde ışıldayan dolunayın seyri, Barla’ya bambaşka güzellikler kazandırıyor. Gündüz masmavi gökyüzünün göle yansımış hâli, değişik renk tonlarıyla gölü bir kartpostal gibi güzel gösteriyor. Barla’dan bakıldığı zaman uyuyan bir kadını andıran Eğirdir ilçesinin yaslandığı dağ ilgi çekiyor. Barlalılar o dağa “Uyuyan Güzel” diyorlar. Barla’ya bir defa giden, tekrar tekrar yeniden gitmek istiyor. Âdetâ, insanda tiryakilik hâsıl oluyor.
Risâle-i Nurların ilk dershanesi olan Üstadın kaldığı ev, Cennet Bahçesi, Karakavak Mevkii, Barla Kabristanı, Çam Dağı gibi yerler, gelen ziyaretçilerin uğradığı mübârek mekânlardır. Bediüzzaman’ın günde beş yüz defa okuduğu Rum Sûresi 50. âyeti olan “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine! Yeryüzünü, ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O herşeye hakkıyla kâdirdir” âyetinin mânâsı kalbine açıldığı Haşir Risâlesi, 1926 yılında Eğirdir Gölü sahillerinde yazıldı. İki saat zarfında telif edilen 28. Söz Cennet bahsi, Sıddık Süleyman’ın bahçesinde kaleme alındı. Bu yüzden orası Cennet Bahçesi adını aldı. 19. Mektub Mû’cizât-ı Ahmediye (asm) Risâlesi, üç dört gün içinde, her gün üç dört saat çalışmayla toplam on iki saatte, Barla bahçelerini sulayan kaynak suyun çıktığı yerin altındaki Karakavak bahçesinde telif oldu. 17. Sözün İkinci Makamı da aynı yerde yazıldı. Mektûbât isimli eserin bir kısım bölümleri Çam Dağında kaleme alındı. Barla Kabristanı ise, sanki âhiret âlemlerinden bir köşe. Her taraf çam ağaçlarıyla dolu. Her mezarın başında bir veya daha fazla çam ağacı var. Bediüzzaman’ın birinci kuşak Barlalı talebelerinin tamamı orada medfun. İkinci ve üçüncü kuşaktan Bayram Yüksel ve Ali Uçar Ağabeyler de orada yatıyorlar. Barla’yı çok seven ve âdetâ kendi öz memleketi gibi bilen Üstadın ruhaniyeti de onlarla beraber olduğu şüphe götürmez bir hakikattir.
Her sene Ağustos ayının ilk haftasında olduğu gibi, on beş âile birlikte bu sene yine Barla’daydık. Isparta içindeki Üstadın müze olan evi, her gün su getirttiği dağ yamacındaki Sidre Mevkii ile bahsi geçen mekânları ziyaret ettik. Grup halinde yaptığımız bu ziyaretlerde bambaşka duygular içindeydik. Hususan, Barla Kabristanında Yasin-i Şerif okurken, oradaki Nur talebelerinin ve Üstadın ruhaniyetinin bizimle beraber olduğu hissine kapıldık. Dünyanın bütün olayları arkada kalmış, sanki bu âsude mekânda âhiretten bir köşe ile hemhâl olmuştuk. Hakikaten Barla görülmeye değer mübarek bir beldeydi.
Namaz saatlerine ayarlanmış günlük programlarımız, öğrenci okuma programları gibi düzenliydi. Dört buçuk saati bulan günlük müzakereli derslerimiz, sabah namazından yatsı namazına kadar yayılmıştı. 30. Lem’a’daki İsm-i Âzam derslerinden Kader Risâlesine, Desise-i Şeytaniyeler bahsinden İhlâs Risâlelerine kadar değişik müzakereli dersler yaptığımız gibi, mesleğimizin hususiyetlerini izah eden Hizmet Rehberi’nin takibini de yaptık. Ankara, Adana, Urfa, Mersin ve İstanbul gibi illerden gelen kalabalık grubun tamamı programdan fevkalâde memnun kaldıklarını ifâde ettiler.
Dolu dolu geçen bir haftalık okuma programından ayrılırken, gönlümüz Barla’da ve oradaki gönül dostlarımızda kalmıştı.
13.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Güneşin batıdan doğması |
|
Belçika’dan Rukiye Çiğci: “Kıyamet alâmetlerinden bir tanesinin güneşin batıdan doğması olduğunu biliyorum. Bununla ilgili hadisler var. Fakat konuşmuş olduğum bir şahıs bana bunu bu şekilde neden algılıyorsunuz dedi. Şu şekilde de olabilirmiş; meselâ batı tarafından bir kişinin güneş gibi doğarak İslâm dinini yayması ve herkes onu gördüğünde iman etmesi de olabilirmiş. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Ben doğma büyüme Belçikalı’yım ve şu an Belçika’dayım. Burada bu ay da yaz olması gerekirken biz burada kış mevsimini yaşıyoruz. Yani demek istediğim şey bunlar birbirini bağlayan şeyler değil mi? Sizce güneşin gerçekten batıdan doğması imkânsız olan bir şey mi?”
Güneşin batıdan doğduğunu haber veren hadisler var. Fakat hadis ve âyet yorumu ilim gerektiren bir iştir. Herkes bir şeyler söyler; ama isabetli yorumu ancak dinde âlim olanlar yaparlar. Diğer bir husus, bir yorumcunun kendi yorumunu tek yorum olarak algılayıp, diğer yorumlara kapıyı kapaması doğru bir davranış değildir.
En önemlisi ise, batı tarafından bir kişinin güneş gibi doğması ve onu gören herkesin iman etmesi düşüncesi âdetullaha aykırıdır. Bu özellikte bir peygamber bile gelmiş değildir. Batıdan geleceği zannolunan şahsın peygamberden daha ileri yetkilere sahip olacağını düşünmek, âdetullaha, yani Allah’ın koyduğu hikmet düsturlarına ve imtihan sırrına uygun değildir.
Güneşin batıdan doğuşu bir kıyamet hadisinde şöyle haber verilir: Ebû Hüreyre (ra) anlatmıştır: Resûlullah (asm) şöyle buyurdu (Uzun bir hadistir): “...Tâ ki güneş batıdan doğar. İnsanlar bunu görünce topluca iman ederler. Fakat bu zaman, daha önce iman etmemiş olan ve imanıyla hayır kazanmamış bulunan hiçbir kimseye imanının fayda vermeyeceği bir zamandır.”1
Güneşin batıdan doğuşu ile ilgili en zengin ve isabetli yorumu, Risâle-i Nur’da buluyoruz. Bedîüzzaman Hazretleri, güneşin batıdan doğuşunun artık kıyametin kopuş saatinin başlangıcı anlamına geldiğini ve kıyametin açık bir alâmeti olduğunu bildiriyor. Hatta, açık bir alâmet ve aklın ihtiyarı ile bağlı olan tevbe kapısını da kapayan bir hâdise olduğundan, Bediüzzaman Hazretleri “Tefsiri ve mânâsı zahirdir, tevile ihtiyacı yoktur” demiş ve bu hâdisenin zahiri sebebini açıklamıştır.
Bu hadise kâinatın bitişidir. Bu öyle dehşetli bir saattir ki; insanoğlunun cürümleri, isyanları, ahlâksızlıkları ve çılgınlıkları ayyuka çıktığından; kâinattan Hazret-i Muhammed’in (asm) risâlet nuru çıkmış, Kur’ân gitmiştir. Kur’ân’ın kuvve-i cazibesi kopmuş, yerkürenin ipi çözülmüştür. Kâinat, bu sıkleti ve mes’uliyeti taşıyamadığından divane olmuş, vefat etmiştir; yerküre başıboş serseri gibi olmuş, kafasını ve aklını kaybetmiş, şuursuz kalan başını bir gezegene çarpmıştır.2 Bu şiddetli çarpışma, esasen—emr-i İlâhî ile—kıyametin kopuş sürecinin de başlaması demektir. Çarpışmanın dehşetli etkisiyle yerküre mihverinden çıkar, hareketinden geri döner, batıdan doğuya olan seyahatini, doğudan batıya doğru değiştirir. Güneş, battığı ufukta bundan dolayı tekrar gözükmeye başlar.3
Üstad Saîd Nursî’ye göre, artık semavî ve ulvî küreler “Kün!” emrine, yani “Mihverinden çık!” hitabına mazhar olmuşlardır. Derken yıldızlar çarpışır, dev küreler oradan oraya savrulur, feza dev dalgalarla çalkalanır, milyonlarla güllelerin ve kürelerin müthiş sesleri ve sadâları kulakları patlatır. Dev kıvılcımlar, ateş topları, alevler dalga dalga yükselir. Dağlar uçuşur, denizler yanar ve yeryüzü düzlenir.4
Güneşin batıdan doğuşu kıyametin kopuş sürecinin başlangıcı olduğundan; artık zamansız olarak tövbe kapısı kapanmış, pişmanlık imkânı ortadan kalkmış, Âdemoğlu için dünya hayatı sona ermiştir.
Kâinatın çözülüşü, dağılışı ve yıkılışı sona erince, Cenâb-ı Hakk’ın emriyle yeni bir hayatın ve ebedî bir âlemin inşâ edileceği konusunda Kur’ân’ın beyanı ve taahhüdü vardır.5
Netice itibariyle, güneşin batıdan doğması kıyamet başlangıcında olacak bir gerçektir. Başka türlü yorumlar da yapılabilir şüphesiz. Fakat başka türlü yapılan yorumlar, dünyanın kıyamet başlangıcında dönüş yönünü değiştirip güneşin batıdan doğması gerçeğini değiştirmez.
Dipnotlar:
1- Buhârî, 12/2123; Diğer rivayetler için bakınız: Müslim, Eşrâti’s-Sâ’a, 13
2- Lem’alar, s. 329
3- Şuâlar, s. 510
4- Sözler, s. 490
5- Bakınız: Yâsîn Sûresi, 36/79; Rûm Sûresi, 30/27
13.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Suçlu biziz, kendimizi gözden geçirelim! |
|
İçimiz yanıyor, dışımız yanıyor, ciğerlerimiz yanıyor. Yangınlar, seller, terör, hastalıklar, keneler, iflâslar, savaşlar… 40 civarında âfât… Sık sık belâ ve mûsibetlerle karşılaşmamız; onların hayatın en önemli unsuru olduğunu gösterir. Öyle ise, onların da dilini çözmemiz gerekir. Acaba mûsibetler bize ne anlatıyor? Ve onlardan nasıl bir ders çıkarmalıyız?
Küfür, inkâr, kıyamete dek devam edecek. İnsan ise, nisyandan alındığından hatalı, kusurlu, olmasının yanında zaaflarla da örülmüştür. Dolayısıyla haksızlık, zulüm dahil, pekçok hataya imza atabilir! İşte, bunların sonucunda meydana gelen mûsibetlerde bizim payımız vardır.
Suâl: “Bâzı eşhâsın hatâsından gelen bu mûsîbet, bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?”
Cevap: “Umumî mûsîbet, ekseriyetin hatâsından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zâlim eşhâsın harekâtına fiilen veya iltizâmen veya iltihâken taraftar olmasıyla, mânen iştirak eder, mûsîbet-i âmmeye sebebiyet verir.”1
Haksızlara, zalimlere, cahillere “ya fiilen, ya iltihaken, ya iltizamen” taraftar oluruz. Yani, ya alkışımızla, ya susmamızla, ya hoş karşılamamızla veya fiilen iştirak etmemizle zulme sebebiyet veririz. Kader adalet eder ve mûsibetlerle cezamızı verir.
Ancak, işin hakikatine bakılırsa mûsîbetlerin en büyük müsebbibi, ehl-i imân; ehl-i imân içinde de hizmet ehlidir. “Bu nasıl bir mantık ve değerlendirme?” diye itiraz edilebilir. Lâkin, meselenin zahirine, mülk boyutuna değil, melekûtuna, yani hakikî yönüne ve kader cihetine bakılırsa, gerçekten de asıl suçlunun onlar olduğu gayet açıkça görülür! Şu cümleyi okuyalım:
“İşte, ey Risâle-i Nur şakirtleri ve Kur’ân’ın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin âzâlarıyız. Ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz. Ve sahil-i selâmet olan Dârüsselâma ümmet-i Muhammediyeyi (asm) çıkaran bir sefine-i Rabbâniyede (Rabbani gemide) çalışan hademeleriz.”2
Gemi seyrü sefer halinde iken, yolcular kamaralarında dinlenebilir, uyuyabilir veya salonlarda bir araya gelip sohbet edebilir, eğlenebilir, başka bir iş ile meşgul olabilir. Fakat, kaptan dahil personel, asla işini bırakıp eğlenemez, uyuyamaz, başka şeylerle meşgul olamaz! Onlar, bütün duygularıyla hedefe kilitlenip vazifelerine konsantre olmalıdırlar. Ehl-i imân ve hizmet ehli vazifesini terk ederse, gemi çarpar, karaya oturur veya batar.
Psikolojik baskı veya nefsimizin oyununa gelerek başkasına atmaya gerek yok. İşte herc ü merc içinde belâlara hedef olmamızın teşhisi şöyle konmuştur: Müslümanlar İslâmiyete sarıldıklarında ilim, san’at, teknoloji, mimarî ve hukukta muhteşem medeniyet örnekleri sergilemiş. “Ve ehl-i İslâmın hakîkat-i İslâmiyede zaafiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini, vahşete ve tedennîye düştüklerini ve herc ü merc içinde belâlara, mağlûbiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor. Sair dinler ise bilâkistir (tam tersidir).”3
Ehl-i imân dünyaya meylettiğinde, dünyevîleştiğinde, vazifesini terk ettiğinde, eyyamcılarla yarışa giriştiğinde, iktidar kavgasına, dünya işlerine daldığında savaş ve belâlar üst üste gelir.
Kendimizi gözden geçirelim…
Dipnotlar:
1- Said Nursî, Sözler, s. 158.; 2- Lem’alar, s. 165.; 3- Tarihçe-i Hayâtı, s. 80.
13.08.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Duman olup giden tütünlü yıllar |
|
Çocukluğumun ve gençliğimin en az on beş yılı tütün tarlalarında geçti. O yılları hatırladıkça hayıflanır, esef duyarım. Çünkü, bu meretin insanlığa faydadan çok zararı var. Üstelik, yetiştirilmesi hükûmetlerin müdahalesine tabi olduğundan, gelir ve kazanç noktasında da güvenilecek hiçbir tarafı yok. Hükümet müsaade ettiği zaman ekebiliyorsun, “Yasak, ekemezsin!” dediği zaman da o zenaati bırakmak durumundasın.
Nitekim, bizim memlekette de durum aynen öyle oldu. Bizim köylüler 1940’lı yıllarda tütün etmeye başlamışlar. O zamanki şeflik hükümeti buna müsaade etmiş.
Elli sene sonraki son Ecevit hükümeti zamanında ise, tütün ekimine kota konuldu ve mevcut mahsulatın yaklaşık yüzde seksen miktarına yasak getirildi. Bu acımasız kota sebebiyle, yüz binlerce insan bir anda işsiz ve mesleksiz kaldı.
Evet, tütün işi öyle nankörce bir uğraştır ki, diğer bütün iş ve mesleklerin önüne geçiyor, onların hemen tamamını nesillere unutturuyor.
Tütünü serbestçe ekip biçtiğiniz zaman, maddî olarak size iyi bir menfaat sağlıyor. Parası fena değil. Ancak, gayet iyi biliyorum ki, o paranın da hayrı yok, bereketi yok.
Kendimce, bu bereketsizliğin iki-üç sebebini biliyorum.
Birincisi: 1930’lu yıllarda Sason ilçesine bağlı olan köyümüz, Güneydoğu Bölgesinde tütün ekme serbestliğine sahip olan köylerin başında gelir. Sebebi de şu: 1936-37 yıllarında yaşanan “Sason İsyanı” gerekçesiyle, o dönemin İsmet Paşa hükümeti tarafından “İsyancıların kafasını kesip getirene ödül var” şeklinde bir duyuru yapılıyor. Esasında ortada bir isyan durumu falan da yoktu; bölge insanı bir hiç uğruna birbirine düşürülmüştü. Neticede, dağ başlarına muhacir olup düşen sözde isyancılardan birini, her nasılsa bizim bir köylü öldürüyor ve kafasını keserek hükümet yetkililerine götürüp gösteriyor. İşte bu iyiliğin(!) mükâfatı olarak o tarihlerde bizim köye tütün ekme serbestliği veriliyor. Haliyle, bunun övünülecek hiçbir tarafı yoktur ve olamaz. Dahası, başlangıcı vahşiyane bir cinayet olan bir gelir unsurundan da hayır-hasenat beklenilmemeli. Mazide yaşanmış bu elim vak’aları hatırladıkça, tütünlü geçen yıllarımdan büyük üzüntü duymaktayım.
İkincisi: Tütünün, dolayısıyla sigaranın çevreye ve insan sağlığına verdiği zararı yakînen bilen ve bu hususla alâkalı mükerrer yazı yazan biri olarak, tütün üretimi ile geçen yıllarıma cidden acıyorum ve hatırladıkça esef duyuyorum.
Üçüncüsü: Tütünle uğraşan babalarımız ve dedelerimiz, başkaca hiçbir işle uğraşamadılar, dolayısıyla hiçbir mesleği de öğrenemediler. Dahası, çocuklarına ve torunlarına da meslek itibariyle hiçbir miras bırakmadılar. Bütün sene boyunca tütün parası diyerek yatıp kalktılar. Sonunda o da elden gitti. Yeni nesiller ortada perperişan kaldılar.
Öte yandan, tütün işi o kadar büyütüldü ve o derece önemsendi ki, evin zarurî ihtiyacı olan sebze ve meyve üretiminin de önü kesildi. Bazı kimseler, aman bir kilo tütün fazla alayım diyerek, çoluk çocuğunu birçok tarla-bahçe nimetinden mahrum bıraktı. Verimli toprakların neredeyse her karışı tütün için işlendi, tütün için bekletildi.
İşte bunlar gibi daha başka sebepler de var ki, tütün ekimi, kırımı ve demetlenmesiyle geçen yıllarımın heba olup gittiği kanaatini uyandırıyor.
Keşke diyorum, şimdiki fikrim olsaydı da, o yıllarımı hayırlı daha başka meşguliyetlerle geçirseydim.
Fakat, hayıflanmak, esef duymakla elden ne gelir ki… Hiç olmazsa, bütün bu tecrübeler yeni nesillere yarasın istiyoruz.
Tarihin yorumu = Tarihin yorumu
Bediüzzaman, Darü'l-Hikmeti'l-İslâmiye'de
Bediüzzaman Said Nursî, Ordû–yi Hümâyûnun (Osmanlı Ordusu) kontenjanından Şeyhülislâmlığa bağlı "Dârü'l–Hikmeti'l–İslâmiye"ye (İslâm Akademisi) âzâ oldu. Kısa bir süre önce müracaatını yapan ve üyelik formunu dolduran Bediüzzaman, kendini şu şekilde tanıtıyor: "İsmim Said, şöhretim Bediüzzaman'dır. Pederimin ismi Mirza'dır. Ma'ruf/bilinen bir sülâleye nisbetim yoktur. Mezhebim Şafiîdir. Devlet–i Osmaniye tebâiyetindenim. "Tarih–i velâdetim (Rûmî) 1293'tür. Doğum yerim Bitlis vilâyeti dahilinde Hizan kazası mülhakatından İsparit nahiyesinin Nurs karyesidir."
13.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Robert MİRANDA |
Türkiye ziyaretime dair |
|
Bu yıl Temmuz ayında İstanbul, Barla, Manisa, İzmir ve Isparta şehirlerini kapsayan bir Türkiye ziyareti yapmanın keyfini yaşadım.
Bu benim Türkiye’ye üç yıl içinde beşinci gelişim oldu. Ve en kısa zamanda yeniden gidebilmeyi dört gözle bekliyorum. Çünkü Manisa’da ve Yeni Asya camiasında edindiğim yeni arkadaş ve meslektaşlarımı yeniden görmek için sabırsızlanıyorum. İnşallah hepsi şu anda çok iyilerdir.
İki haftadan daha uzun süren ziyaretim boyunca birçok Müslüman kardeşimle tanışma imkânı yakaladım. Ayrıca Türkiye ve İslâm hakkında daha da önemlisi kendim hakkında da çok şeyler öğrenme fırsatım oldu.
Türkiye gerçekten de muhteşem bir ülke.
Büyük Türk şair Cahit Sıtkı Tarancı bir şiirinin ilk iki kıtasında şunları söyler:
“Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterim
Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.”...
Ben de kardeşlerimin arasındaydım, beni kendilerinden biri olarak kabul ettiler. Benimle hayatlarını, kültürlerini ve maneviyatlarını paylaştılar.
İstanbul’a vardığım ilk gün, Yeni Asya çalışanlarıyla tanıştım. Beni gazeteye götürdüler ve orada Yeni Asya’nın önde gelen şahsiyetleriyle, yoldaş köşe yazarları ve muhabirleriyle tanıştık. Gazetedeki bu güzel tanışma turunu Sayın Mehmet Kutlular’ın liderliğinde yaptık.
Sayın Kutlular bana Yeni Asya’nın bütün birimlerini tek tek gösterdi ve buralarda ne tür hizmetler verildiğini ve gazetenin çıkarılış safhalarını ve yapılan işlemleri anlattı. Şunu söylemem gerekiyor ki; Yeni Asya çalışanları her biri kendi alanında ehil kişiler ve işlerini oldukça ustaca yapıyorlar. Ben de bir gazeteci olarak, Yeni Asya’daki meslektaşlarımdan oldukça etkilendiğimi belirtmek isterim. Bu nurlu takımın bir üyesi olmama izin verdiğiniz için de çok teşekkür ederim.
Sonra ise Barla’ya gittik. Gerçekten de Barla gezisi beni oldukça manevî iklimlere sürükledi. Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatının en sıkıntılı dönemlerinde yürüdüğü yerleri adımlamak, tam anlamıyla bir sükûnet haline girmeme sebep oldu. Diğer yandan, Bediüzzaman’ın evinin bir penceresinden dışarı bakınca, birden içimde huzur ve çözülme duyguları hissettim ve şimdi aşağıda yazacağım fikirler geldi aklıma. İçimden dedim ki, Bediüzzaman, Barla’da sıkı tarassudat ve baskı altında tam sekiz buçuk sene geçirmiş, burada Risâle-i Nur’un üç çeyreklik kısmını yazmış. Benim için, Barla Köyü, hayatın yeniden başladığı bir mekândır. Bediüzzaman’ın yazdıkları, dünya üzerindeki herkesi sihirli bir kelimeye çağıran birer yaşayan belge hükmünde: ÖZGÜRLÜK...
Bediüzzaman Said Nursî bir keresinde demişti ki; ‘’Kur’ân’ın sönmez ve söndürelemez mânevî bir güneş olduğunu dünyaya isbat edeceğim ve göstereceğim!”... İşte orada, Barla’da, Bediüzzaman’ın asla söndürülemeyecek yaşayan ‘sözleri’ yankılanıyor.
Daha sonra ise Manisa’ya gittik. Orada Manisa Belediye Başkanı Bülent Kar ile tanışma şerefine ulaştık. Başkan Kar ile önceki senelerde de, benim şehrim Milwaukee ile Manisa arasında bir ‘kardeş şehir’ anlaşması sağlamak adına teşrik-i mesaide bulunmuştuk.
Manisa çok güzel bir şehir. Orada geçirdiğim günler unutulmazdı. Manisa’da bulunduğum sürece benimle ilgilenen böylesi Müslüman kardeşlere sahip olmanın mutluluğu ve şükrünü hissediyorum. Onlar tarafından kardeş kabul edilmek benim için büyük bir onur.
Şüphe yok ki; Türkiye’nin misafirperverliği dünyaya model olacak derecededir. Yeni Asya da bu standardı çok güzel temsil ediyor. Benim ziyaretimin maddî ve manevî açıdan tatmin edici olması için ellerinden geleni ardlarına koymadılar. İzmir’deki Yeni Asyacılar, aynı derecede cömert ve misafirperverdiler. Gerçekten de, İzmir’in bu müthiş insanlarıyla bir arada olmaktan çok memnun kaldım. Ve adeta oradan hiç ayrılmak istemedim.
Gökleri mavi, dalları yeşil, tarlaları sarı ve kuşların ve çiçeklerin diyarı olan ve en önemlisi mânevî bir iklime sahip olan Türkiye’yi yeniden ziyaret etmeyi canı gönülden arzuluyorum.
TERCÜME: UMUT YAVUZ
13.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali OKTAY |
Manisa... Şehzadeler ve şairler diyarı! |
|
Geçtiğimiz Ramazan ayında Manisa Belediyesi’nce düzenlenen Ramazan faaliyetleri çerçevesinde bir konser vermek üzere bu şehirdeydim. Meydanda kurulan sahnenin önünde oturarak bu programı izleyen genç yaşlı bütün Manisalılarla Tasavvuf Müziği’mizin en güzel eserlerinden oluşan ilâhilerimizi paylaşıyor, gelen istekleri seslendiriyorduk. Konserimizin sonlarına doğru meydanı dolduran özellikle hanım izleyicilerimizi kastederek “Şu ana kadar icra ettiğimiz ilâhilerin bütün bestekârları ya da şairleri hep erkek şair ya da bestekârlar idi. Şimdi ise en çok sevilen ve bilinen ilâhilerden birini icra edeceğiz. Ancak bu ilâhimiz, bir hanım şair ve bestekâra ait: Hacı Tahsine Hanım” dedikten sonra sizlerin de bildiği Rast makamındaki “Erler demine destur alalım” ilâhimizi seslendirmiştik. Program sonrası konseri izleyenler arasında yer alan değerli Manisa Belediye Başkanı avukat Bülent Kar Beyin çok yakın ilgisi ve misafirperverliği ile oturup sohbet ederken az önce söylediğim ilâhi ile ilgili sözlerime atıfta bulunarak bana bir kitap hediye edip “Bakın bizim de bir hanım şairimiz var” dedi ve Manisa Belediyesi Kültür Yayınları arasında çıkan ve sayın Gürol Pehlivan, Bülent Bayram, Mehmet Veysi Dörtbudak tarafından yazılan “Osmanlı Taşrasında Kadın, Şair, Mevlevî olmak, Tevhide Hanım ve Divanı” isimli kitabı hediye etti. İstanbul’a döndükten sonra bu özel kitabı ve içindeki şiirleri tek tek okudum. Yazımızda kısaca da olsa bu eserden tesbitlerimden ve Tevhide Hanım’dan bahsetmeye çalışacağım:
Manisalı bir şâire: Tevhîde Hanım
Tevhide Hanım 1847 yılında Manisa’da doğmuştur. Mevlevîdir. “Ölüm sayyad-ı âlemdir elinden kimse kurtulmaz” diyen Tevhide Hanım, 1876 yılında henüz 55 yaşında iken vefat etmiştir. Mezarının nerede olduğu bilinmemektedir.
Dîvanında, Manisa’nın manevî tablosunu çizer aşağıdaki dizeleriyle Tevhide Hanım:
“Çölünde Karaca Ahmed Sultan hazırken,
Üstünde Saruhan Baba nazırken
Sağda Haki Baba solda Kırtık Sultan vezirken
Defter kaydolmaz vebali Mağnisa’nın”
Gerçektende yeşili ile birlikte huzuru da içinize çekersiniz bu şehirde. Manisa deyince akla ilk gelen “mesir macunu ve şenlikleridir” değil mi? Sultan Nevruz günü denilen her yıl 21 Mart’ta yapılan bu şenlikleri Tevhide Hanım şöyle anlatır:
“Etraf köyde şehirlerden gelirler
Handa hânelerde misafir olurlar
Sultan Camisinde saf saf dururlar
Altın kemerlidir beli Mağnisa’nın
Sultan Nevruz günü mesir saçarlar
Cem olup cümle halk avuç açarlar
Mollalar imaretden çorba içerler
Her şehre ulaşır eli Mağnisa’nın’’
İnanmış bir mü’minedir aynı zamanda Tevhide hanım. İçi Allah sevgisi ve Peygamber aşkı ile doludur. Münâcatlarını okuduğunuzda ne kadar içli bir yakarışla Rabbinden af istediğini görürsünüz.
“Rûyimin karasına bakma Ya Rab
Mahşer halkına rüsva etme Ya Rab
Kulun Tevhide’ni nâra yakma Ya Rab
Ki sensin Padişahlar Padişahı”
Şu dizeleri ise Na’t-ı Resûl’de yer alan iki cihan güneşine dairdir:
“Cemâlin şevki canlara sefâdır ya Resûlallah
Sekar-ı merhemin derde devadır ya Resûlallah
Niçe canlara cânansın niçe dertlere dermansın
Nim-nigâhın mücrimâna şifadır ya Resûlallah’’
Hazreti Ebûbekir (ra) için;
“Ol Bekir Sıddik değil mi, Resule iman eden
Hak yoluna cümle varın dağıdıp yağma eden”,
Hazreti Ömer (ra) için;
“Ol Resulün ikinci yari idi
İsm-i şerifi Ömer Faruk idi’’
Hazret Osman (ra) için;
“El hayaü mine’l-iman” tahtına sultan olup
Hayasından rûyindakı açılan gül-zarı gör.”
Hazreti Ali (ra) için
“Ol Resûlün damadı gel cânım cânanım Ali
Hem seca’atde hem sehavetde ehl-i irfanım Ali”
Hazreti Peygamber’in (asm) ciğerpâreleri Hazreti Hasan (ra) ve Hazreti Hüseyin (ra) için ise;
“Nûr-ı Hakk’a karışıp gitti o dem meh-pâreler
Haşre dek kan ağlasınlar âşık-ı bî-çâreler” der.
Yine Tevhide Hanım dîvanında, Hazreti Mevlânâ, Sultan Aziz, Sultan Hamid için de şiirler vardır.
Yine divanında bazı dizelerin sonunun Harf-i Elif’ten Harf-i Ye’ye kadar alfabenin harfleri ile biten nefis şiiirleri yer alır: Meselâ “Aşkın bir abdala düşse elbet uyandırır a (elif); Efendim iznin olursa toplayalım birkaç ahbabı (be); Ülfeti cana safadır semen-i ab-ı hayat (te); Bahr-i umman oldu ah çeşmim boşandım bu gece (cim); ...Aşık isen aşk-ı şevkullah ile yan evvelâ (lamelif)” gibi..
Bu değerli kitabı hazırlayan yazarların kanaati, bazı edebiyatçıların tesbitine göre Tevhide Hanımın şairliğinin vasat olduğu yönündedir. Elbette bir şair veya edebiyatçı değilim, ama okuduğum bu şiirlerden aldığım lezzeti pek çok usta bilinen şairlerden alamadığımı söyleyebilirim. Eğer yapabilirsem bu şiirlerden bazılarını bestelemek çabası içine gireceğim. 19. yüzyıl şartlarında bir Anadolu şehrinde hem de hanım bir şair olmakdan bahsediyoruz. Günümüzde iki üç kelimeyi yanyana getirdiğinde ünlü bir şair muamelesi yapılanları görünce Tevhide Hanım’a haksızlık yapıldığını düşünüyor insan. Eğer Manisa Belediyesi Kültür Yayınları arasında çıkan bu eseri edinebilirseniz, siz de bu dizelerdeki ahengi, duygu zenginliğini göreceksiniz. Keşke Manisa Belediyesi kültüre yaptığı bu katkıları ve yayınladıkları eserleri sadece bu ilimizde yaşayanlara değil bütün vatandaşlarımıza ulaştırabilse...
Nât-ı Resûl
Derûnum ateş-i aşkınla yansın Yâ Resûlallah
Dü çeşmim hâb-ı gafletten uyansın Yâ Resûlallah
İcazet var mıdır varam huzura eyleyem zârı
Yanıp kül olmadan dil hasretinle Yâ Resûlallah
Niçe benden gibi aciz eder isyan umar ihsân
Ümidim kesmezem hem himmetinden Yâ Resûlallah
Bu Tevhide ki âciz niçe siyah–rû karavaşlar (köleler)
Umar ihsan devletinden Yâ Resûlallah
(Tevhîde Hanım)
Gönülden Dile
“Derakab zeval ile acılanan mülâkatlar keder ve meraka değmez. İştiyaka hiç lâyık değiller. Çünkü zeval-i lezzet elem olduğu gibi zeval-i lezzet tasavvuru dahi bir elemdir. Bütün mecazî âşıkların divanları yani aşknâmeleri olan manzum kitapları şu tasavvur-u zevalden gelen elemden birer feryattır. Herbirinin bütün divan-ı eş’ârının ruhunu eğer sıksan elemkârane birer feryad damlar!”
Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 17. Söz
13.08.2008
E-Posta:
alioktay@alioktay. net
|
|
Kelimeler arasında gidip geliyor ömrüm. Bir türlü bir yerde durmayı beceremiyor.
Hangi kelimeyi yan yana getirsem, hep eksik kalıyor anlatamıyor halimi.
Oysa tek sırdaşımdı cümleler, konuştukça dinlenir hatta yazdıkça azalırdı içimde biriktirdiklerim.
Şimdilerde bütün kelimeler kırık kırık geliyor avuçlarıma.
En kırık satırbaşı olarak kalıyor sonra bütün keşkelerim.
Çocukluğumdan kalma bir huysuzluğum var geride.
Ey mazim! Sen benim tek anlamsızlığımsın.
Bütün mutlu anlarımı seninle hesaplıyorum, elimde kala kala sadece hüzün kalıyor. Eğik geçiyorum bütün dünlerimin önünden. Şimdi ki halimle gurur duyamıyorum.
Parmaklarımın ucuna basarak geçtim gençliğimin yanından dün.
Tanımadı beni. Bende bakamadım o tarafa, çekindim mi bilmem...
Belki de kırgınım bu kadar vefasız oluşuna. Bir haber vermeden çekip gidişine içerledim. Oysa ne kadar anımız vardı birlikte, hiç ayrılmayız gibi yaşamıştık her ânı. Ama şimdi tanımıyor bile beni.
«««
Kelimelerin geçmediği bir şehirde yaşıyorum, herkes birbirine bakıp gözleriyle anlaşıyor.
Bu işte tek yabancı ben kalıyorum.
Gördüğüm hiçbir işaret doğru yere çıkmıyor. Bütün köşelerde bir cellât bekliyor beni. Ah ömrüm! Neler ettin sen başıma.
Kaybolmaya mahkûm olmuş, ne aradığımı bilmeden geziniyorum sokak aralarında.
Kimden saklandığımı biliyorum aslında, “boşuna” diyor baktığım bütün gözler. Saklanmak nafile…
“O geldi mi sen gitmiş olacaksın.”
Her gün bir günü azalan, sınırlı bir ömrün başındayım. Ağıtlarımın sebebi, bu ânın kahrı.
Tutuklu kalıp, vazgeçememek düştü ellerime kaderden.
Neye sahip olduysam, hiç kaybetmeyecek gibi tutundum ellerine. Oysa her “Benim” dediğim haber bile vermeden gitti.
Korkusuz olmak gerekiyormuş. Zira kader değişmez, yazılan elbet başa gelirmiş.
Belki yenebilirdim bu korkularımı ancak hiç denemediğimden bilmiyorum sonucunu.
Bana sadece saliselerde bile başkalarını düşünmek düştü. Nedendir yaşadıklarıma karşı bu kadar hassaslığım.
Şu koca şehirde tek kalacağım.
Bu tek kaygım.
Bütün işlerim yarım, hangisine el atsam dikiliyor karşıma, yitirdiklerim. Saatlerce kalakalıyorum her nerede, hangi haldeysem öylece...
Bir ara bütün yeşilleri topluyorum penceremde, benim gözlerim takılı kalıyor camlara. Başka hiçbir şey lezzet vermiyor sonra.
Her gece yağmurlar yağıyor durmadan ve ben bu damlalarla ıslandıkça eriyorum.
Korkuyorum, ya bir daha durmazsa bu yağmur.
Bütün şehri sel alıp gidecek, kalacağım tek başıma bu karanlık yerde.
13.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Atike ÖZER |
Hayat bir magazin masalı değildir |
|
Hayatı bir magazin kültürü ile değerlendirirsek, hayatın ve insanın değerini düşürmek gibi büyük bir suç işleriz. Bu suçun cezasını da ağır bir bedelle kendimiz öderiz.
Kendi ellerimizle yaptıklarımız yüzünden kalplerimiz kararır. Huzursuzluk ve bunalımın kuşatmasından ne kadar da çırpınsak kurtulamayız…
Bir masal kahramanı gibi olmaya kalkınca, hayatı da bir masal gibi yaşar insan!
İnsan korktuğu, yorulduğu, bunaldığı anlarda en çok neye ihtiyaç duyar? En çok neyi arar?
Her şeyi unutup, sorunları bir kenara bırakıp derin bir nefes almak ister.
Yaşadığı can sıkıcı olayları hiç yaşamamış olmak ister. O kötü olayların yerine, kendi senaryosunu çizdiği, elemsiz hayatı yaşamak ister…
İşte sanır ki o zaman huzuru bulabilir.
İnsanların büyük bir kısmı, bütün dikkatini olumsuzluklara yoğunlaştırmaktadır. Böyle olunca da huzursuz ve her şeyden şikâyetçi olur. Dikkatini hep kusur bulmaya yoğunlaştıran insan sevimli ve sevecen olmaktan uzaklaşır.
Bu uzaklaşma ise, insanın aradığı huzuru bulmasında ki büyük engeldir.
Çözümü bir de şunlarda arayalım;
-Önce, yaşadığımız hayatın üzerinden kem gözlerimizi çekelim. Gözlerimiz ne renk olursa olsun, hayata pembe gözlerle bakmayı başaralım.
-Sonra, yaşadığımız hayat hakkında, konuşmaya başladığımız da şom ağızlarımızı tutalım.
Bunları başarabildiğimizde her şey yolunda gitmese bile, her şey pekâla güzel gidecektir. Hayatımızın her alanında kusursuzluk arayışından vazgeçtikçe, hayatımızın içindeki kusursuzluğu fark edip huzurun nerelerde olduğunu keşfedebiliriz.
Yaşananları nasıl yorumlar ve umarsak, karşılık olarak umduğumuzdan başka birşeyle karşılacak değiliz.
…“Haydi çevir gözünü, en küçük bir kusur görüyor musun?”
Galiba kusur sandıklarımız gerçekte kusur değiller.
Onlar, olması gerekenlermiş...
Göz kameralarımızı çevirerek bakınca kusurlar nasıl da kayboluyor.
Kusur, her şeye ters bakan gözlerimizdeymiş.
Doktor, ağır bir şekilde kendisine getirilen hastasına sorar.
“Geçmiş olsun, neyin var teyzeciğim?”
O anda kan şekeri dört yüzü aşmış olan hasta, yarı baygın bir şekilde “ Hamd olsun iyiyim evlâdım, biraz şekerim var da, o beni rahatsız ediyor. Ama buraya gelebildim ya çok şükür iyiyim.”
“Evet teyze görünüyor ki, şekerin biraz değil oldukça fazla. Ama sen gerçekten şeker gibisin. Hâlâ iyiyim diyebiliyorsun.”
Fıkra gibi değil mi? Hasta ve bitkin bir insandan duyduğumuz bu sözler !
Bunlar, hayattan alınanlardı… Bir fırka değil okuduklarınız. Yıllar önce annemle doktor arasında geçen bu konuşmaları, ben de sizin gibi hayranlıkla ve şaşkınlıkla dinlemiştim.
Dünya kurak bir çöl gibi, ıssız bir sahil gibi, insan; huzurlu olamazsa hep hasta ve bitkin yaşayacak hayatı…
Bize yediren içiren ve hastalandığımızda da iyileştiren birinin var olduğunu bilince, huzur içinde kalabiliriz…
Biz, bir tatlı huzur almaya geldik dünyaya...
13.08.2008
E-Posta:
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Stalin’in şakirdi |
|
Gürcistan’da yaşananların Stalin’in, zamanında koyduğu saatli bombaların patlamasından ibaret olduğunu biliyor muydunuz? Putin, Stalin’in levâzımatçısı gibi. Onun geride bıraktığı ganimetlerini topluyor. Geride bıraktığı kasıtlı problemlerden Rusya için çıkar devşiriyor. Durumdan vazife çıkartıyor. Şayet Machiavelli günümüzde yaşasaydı muhakkak Putin’in kılığında olur veya öyle dolaşırdı. 11 Ağustos 2008 tarihli el-Hayat gazetesinde yer alan Rusya’nın pragmatik politikalarıyla ilgili bir makaleyi okuyunca yeni Rus liderlerinin şeytanın pabucunu dama attığına kesin kanaat getirdim. Adamların Rus çıkarlarından ve onun da özelinde kendi çıkarlarından başka hiçbir kutsalı yok. Elbette Saakaşvili özensiz davrandı. Yanlışları vardı. Batı’ya çok güvendi ve boşluğa yuvarlandı. Bununla birlikte, Güney Osetya’ya yönelik ateş yoğunluğu ve keskinliği bir tarafa bırakılacak olursa, Güney Osetya, Rusların değil nihayetinde Gürcülerin bir iç işi. Bununla birlikte, Saakaşvili Osetleri ve Abhazları Ruslara kaptırmayacak ince bir siyaset güdebilir ve onları Rusların elinde kendisine karşı bir rehine ve koz durumunda bırakmayabilirdi. Elbette bu da kolay değildi. Ruslar baştan beri Kafkaslar’da böl-yönet ve şantaj politikası izliyorlar. Sözgelimi, Yukarı Karabağ, Azerbaycan’a karşı sürekli olarak Rusların ellerinde tuttukları kâh bir koz kâh bir maşa oldu. Azerileri ellerinde oynatmaları ve uzağa gitmelerine mani olmak için Yukarı Karabağ’ı açık bir yara halinde bıraktılar. Ne zaman Azeriler Moskova ekseninden kayma emaresi gösteriyor bu defa Yukarı Karabağlı kuklaları veya Ermenileri oynatmaya başladılar. Harekete geçirdiler. Bunun sonucunda Azerbaycan hep Rusya’yı ve çıkarlarını dikkate alan ve gözeten politikalar izlemeye zorlandı. Yukarı Karabağ, Demokles’in kılıcı gibi başında duruyordu. Dikkat edilecek olursa Yukarı Karabağ ve Güney Osetya sorunlarının Sovyetler Birliği’nin çöküş trendinde hortlaması bir tesadüf eseri değildir. Ruslar bu meselelerle Gürcistan ve Azerbaycan’ın manevra alanını kontrol altında tutuyordu. Bu problemlerle bu ülkeler Rusya ekseninde tutulmaya çalışıldı. Bunun sonucunda hem Azerbaycan hem de Gürcistan, ilişkilerini çeşitlendirmek babından Batı’ya ve özellikle de İsrail’e yaklaştılar.
***
Fakat gelinen noktada güvendikleri dağlara kar yağdı. Bütün başkentler zor zamanda Gürcistan’a sırt çevirdi. Bir iki efelenmeden sonra neoconların süngüsü düştü. Avrupa ise kendisine aşırı şekilde güvenen ve bu güveniyle de krizleri besleyen Saakaşvili’den hayli bıkmış ve sıdkı sıyrılmış durumda. Bir de hem İsrail hem AB hem de ABD, İran’a izlenecek politikalar konusunda Rusya’yı etki alanından uzaklaştırmak istemiyorlar. Ayrıca AB enerji istikrarsızlığından korkuyor. Zira doğalgazının yüzde 40’ını Rusya’dan karşılıyor. Maalesef Avrupa açısından bu büyük bir zafiyet. Kaldı ki, Rusya zaten dış ve çevre politikalarını enerji politikalarına ayarlı şantaj üzerine kurmuş durumda. Bilindiği gibi Ukrayna ile arasında kriz çıkınca hemen doğalgaz silâhına başvurmuştu. Dolayısıyla İsrail, AB ve ABD açısından baktığımızda, Gürcistan’ın büyük çapta yalnızlık içine düştüğünü ve gark olduğunu ve kendi başının çaresine bakmakla karşı karşıya kaldığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
***
‘Küçük Stalin’i doğuran Bush’un şeytanî politikaları olmuştur. Rusya’yı yeniden dünyanın başına musallat etmiştir. Bush İslâm dünyasına yönelik topyekün bir saldırı hamlesi ve stratejisi benimseyince Rusya büyük bir basınçtan kurtulmuş ve eli kolu serbest kalmıştır. Yine aynı saldırının dolaylı sonuçlarından birisi olarak enerji fiyatlarında (petrol ve doğalgaz) aşırı yükselme Rusya’yı zıplatmış ve yerinde duramaz hâle getirmiştir. Amerikan savaşlarıyla yeterli zamanı ve enerjiyi devşiren cin bir kere şişeden çıktı ve ABD’ye karşı ilk karşı hamlesini Gürcistan’da yaptı. Bundan böyle Rusya-ABD hattındaki gerilim umulur ki, İslâm dünyası üzerindeki basıncı hafifletir. Bu defa da basınçtan kurtulacak olan İslâm dünyası jeopolitik olarak sıçrama dönemine geçer. Gürcistan meselesi Batı açısından muhakkak bir kayıp, Rusya açısından da muhtemel bir kayıptır. Buradaki gerilim hattıyla birlikte Rusya yeniden bir yıpranma dönemiyle karşı karşıya kalabilir. Rusya bundan kaçınmak istiyor ama bir kere güven unsuru yıkıldı. Rusya Gürcistan’a askeri müdahaleden sonra bir de siyasî müdahalede bulundu. Önce telefonda Rice’a, ‘Saakaşvili’yi çekin’ diyen Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, Halilzad’ın bu konuşmasını ifşa etmesinden sonra talebini alenileştirdi. Bu özrü kabahatinden büyük bir tutumdur. Rusya son davranışlarıyla Güney Osetya ve Abhazya’da kalıcı olduğu mesajını vermiştir. Rusya’nın iki yüzlü ve samimiyetsiz tutumlarını ortaya koymak için Lavrov’un bu yöndeki bir iki ifadesine bakmak yeterli. Saakaşvili’yi devirme gibi bir niyetlerinin ve planlarının olmadığını ileri süren Lavrov, ‘’Bizim geleneklerimizde birini devirip, yerine başkasını tahta oturtmak yok’’ demektedir. Oysa ki; bu red ve inkâr politikasının gerçek olduğunu Çeçenistan’dan hatırlıyoruz. Ahmet Kadirov derken sonunda Ramazan Kadirov’u tahta geçirmişlerdi. Bu tam da Kremlin’deki tiyatroya benzemiştir. Putin Çeçenistan’da Ramazan Kadirov benzeri Kremlin’de de kendi emrinden çıkmayacak bir ‘emred siyasi mürahiki’ (yetişkin olmayan) tahta geçirmiştir. Kendisi de vasi olarak ülkeyi bir sonraki cumhurbaşkanlığı dönemine kadar idare edecektir. Sonrası Allah kerim. Putin bebe siyasetçilerden çok hoşlanıyor. Kendisini dinlemeye meraklı olduklarından mıdır acaba?
13.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kemal BENEK |
DAHİCE (!) YORUM |
|
Rektör atamalarıyla ilgili en dahice(!) yorumu o yaptı. Yine bizi mahcup etmedi! Huylu huyundan vazgeçmedi. Ondan aksi de beklenmezdi.
Sıkı durun! Bakın ne demiş:
“Üniversitesinde en çok oy alan adayın rektör olarak atanması, dünyadaki gerçeklerle ve yüksek öğretimin temel ilkeleriyle bağdaşmaz. Önemli olan rektör atamasının nasıl olacağından ziyade, atamayı kimlerin ve hangi ortamda yaptıklarıdır.”
**
Bu muhteşem yorumun sahibi Kemal Gürüz. ODTÜ Kimya Mühendisliği’nden mezun olan Gürüz, YÖK Başkanlığını yaptığı 8 yılda üniversitelerin kimyasını yerle bir etmişti.
Açıklamalarından anlaşılıyor ki, kendisinin de kimyası artık dağılmış. Ee bu kadar yaptıklarından sonra dikiş tutturması zor olurdu.
**
Problem Gürüz’ün şahsıyla sınırlı değil. Bir zihniyet ve anlayış problemi var ortada. Bu familyaya göre metodun ne olmasından çok, kimin karar verdiği önemlidir.
Tek bir oyla rektör olsa bile, eğer atayan isim “bendense” yapılan doğrudur.
**
Bu hastalığa yakalananlar millete güvenmez. Kendilerine de güvenleri yoktur.
Her an altındaki koltukların kayacağından korkarlar. Her an ayaklarına çelme atılacağı kuşkusunu taşırlar. Her an bir ihanete maruz kalacakları paranoyası içindedirler.
At gözlüğünü taktıkları halde kendilerine göre âleme nizam vermeye çalışırlar. Sürü psikolojisi ile hareket ettikleri için milletin güdülmeye muhtaç mahlûklar olduğuna inanırlar.
Sadece kendilerini kandırırlar da farkında değillerdir. Geçen her an aleyhlerine işler de farkına bile varmazlar.
**
İşin diğer garip tarafı da yıllarca bu manzarayı görüp eleştirenlerin aynı hataya düşme tehlikesidir.
Eline fırsat geçme körlüğü ile aynı familyanın değişik versiyonunu sahneleme yanlışlığıdır.
**
“Biz yapınca doğru, siz yapınca yanlış” mantığı ırkçılığın tâ kendisidir.
İlke ve prensip hüküm sürmezse intikamlar sırayla alınır.
İntikamda akıl yoktur. Duygu yoktur. Kalıcılık yoktur.
Hırs, öfke ve nefret vardır. Geçicilik vardır.
**
Şimdi, üniversitelerin silkinip kendine gelme zamanıdır. Bilimin, demokrasinin, hürriyetin eğitimde hayata geçme zamanıdır. Üniversitelerin üniversite olma zamanıdır. Cumhurbaşkanının, Başbakanın, YÖK Başkanının bunu anlama zamanıdır.
Son söz: Zamanı geçiren geçilir.
13.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Kafkasya’daki ders-i ibret… |
|
Gürcistan’ın Osetya’ya saldırması üzerine Güney Osetya’da patlak veren çatışmalarda binlerce sivilin katledildiği haberleri geliyor. Abhazya’nın ve Çeçenlerin de Gürcistan’a karşı katıldığı kavgada, Kafkasya’da bütün dünyanın gözü önünde küçükler üzerinden devlerin savaşı yapılıyor.
Ancak Moskova’yı bu denli öfkelendiren asıl tahrikin, Soros devrimleriyle Gürcistan’ın başına Amerikan yanlısı bir yönetimin getirilmesi olduğu da herkesin mâlumu.
Rusya, burnu dibinde arka bahçesi gördüğü Osetya’nın da Amerikan eksenine girmesini kabul etmiyor. Gürcistan’ın Amerikan kulvarına geçmesiyle zaten burnundan soluyan Moskova, Osetya’nın işgaliyle Hazar’daki enerji havzalarının ve Kafkasya’daki doğalgaz ve petrol hatlarının kontrolünün tamamen ABD’ye geçmesine tepkili.
Esasen Sovyetlerin dağılmasından sonra Balkanlar gibi karmaşık bir nüfuz bölgesi olan Kafkaslardaki karışıklık, hegemonya ve çıkarları uğruna bölgeyi Rusya’ya karşı kullanma emr-i vakisinden geliyor…
Kısacası ABD ve İsrail, Gürcistan’a her türlü silâh ve mühimmat desteğini verdi ve ordusunu eğitti. Gürcistan’ın etrafındaki küçük özerk toplulukları kendisine katmak ve Rusya’yı kışkırtmak için. Gürcistan yönetiminin verilen “görevi” gereği komşu Osetya’yı işgâle kalkışması, Rusya’nın üzerine gelmesi demekti. Plânlanan oldu…
“AMERİKAN JANDARMASI” OLMANIN AKIBETİ
Hatırlanacağı üzere, geçen yıl Rusya Devlet Başkanı Putin’in Türkiye’ye yapacağı ziyaret öncesinde yüzlerce çocuğun katlini netice veren Kuzey Osetya’nın Beslan şehrindeki ilkokula yapılan baskın ve operasyonda yüzlerce çocuk katledilmişti. Bölgeyi kargaşa ve kaosa itmenin, ABD’nin bölge üzerindeki emel ve projelerine zemin hazırlamak amacıyla yapıldığı çok geçmeden dünya medyasında deşifre edilmişti.
Olaylar, artık uluslararası şebekelerce tertip edilen kontrollü devlet terörü ve çıkar ilişkilerine dayanıyordu. İstihbarat ve terör uzmanları, işin içinde ABD, İsrail ve İngiltere gizli istihbarat servislerinin parmağı olduğunu, teröristlerin “taşeron” olduğu tespitinde birleşmişlerdi. Tıpkı 11 Eylül olayları gibi, bu olay da kimlerin, hangi gücün işine yarıyorsa onların işi idi.
Bilindiği gibi, uluslararası dolar milyarderi ünlü tefeci Macar Yahudisi Amerikalı George Soros’un uzun zamandır üzerinde çalıştığı bölgede, öncelikle Gürcistan’ı teslim almaya yönelik “kadife devrimi”nin maksadı da bu idi.
Para sihirbazı Soros, hedef ülkelerden biri olan Gürcistan’da “toplumsal altyapı”yı hazırlamak için ülkede açtığı Açık Toplum Enstitüsü aracılığıyla yoğun “siyasî ve entelektüel faaliyetler” yapmış; tespitlere göre en az beş bin kişiyi “Soros fonları”yla ABD’ye götürüp beyin yıkama operasyonundan geçirmiş; Amerikan çıkarlarını hesâbına ve BOP adına birer paralı “sıkı eylemci” olarak yetiştirmişti. “Amerikan jandarması” olmanın akıbeti bu oldu.
Finansa ettiği miting ve eylemlerle “kadife devrimi”ni yaptırarak iktidar değişikliğini sağlayan George Soros, Gürcistan’ı da aynen Irak gibi en az üç parçaya bölmek maksadıyla iç çatışma ve içsavaşın alt yapısını hazırlamıştı…
ABD’YE DAYANIP RUSYA’YA MEYDAN OKUDU
Plân, Güney Kafkasya’yı kontrol almak için evvelemirde Gürcistan’ı Amerikan rotasına sokmaktı. Sonra sıra Ukrayna’ya ve diğer Orta Asya ülkelerine gelecekti.
ABD, Gürcistan’ın ekonomisini düzeltmek üzere Şevardnadze’ye tavsiye etmişti. Şaakaşvili bunu fırsat bilmiş, Şevarnadze’nin himâyesinde Gürcistan’ın içine fitne atarak darbe plânlarını gerçekleştirmişti. İlk işi, kendisini politikaya sokan velinimeti Şevardnadze’ye hiyanet edip devirmek olmuştu.
Şevardnadze daha sonra, “Benim düşmeme sebep olan olaylar ABD tarafından yönlendirilmiştir. Ayaklanan muhaliflerime ABD yardım etti. Oysa ben ABD politikalarının en büyük destekçisiydim” diye hayıflanacak; ancak artık iş işten geçmiş olacaktı… Bush ve yardımcısı Cheeney’in Kafkasya’daki yakın dostu Şaakaşvili, artık Moskova’nın gözünde bir “Amerikan kuklası” idi. Soros beslemeli Şaakaşvili, sırtını ABD’ye dayayarak eski patronu Rusya’ya meydan okuyor; ABD’nin Kafkasya’da askerî yığınağını daha da arttırması ve tahkim etmesine tam destek veriyordu.
Adalet Partisi hükûmetlerinde uzun yıllar Dışişleri Bakanlığı yapan merhum İhsan Sabri Çağlayangil’in, “büyük devletlerle işbirliği, fille yatağa girmektir” sözü, siyasî mahfillerde hep dile getirilir. Neocon’ların emrine giren Gürcistan yönetimi, son demde Amerika ile yatağa girdi. Ve ne yazık ki bunun ceremesini ezilen Gürcistan ve mâsum bölge halkı çekti.
Şaakaşvili’nin “imdat!” çağrılarına Washington’un beylik lâflarla cevap vermesi oyalaması da oyunun içindeki oyunu ele veriyor. Kafkasya’da olup bitenler ve Tiflis’in yalvar yakar yardım talebine ABD’nin bigâne kalması, tam bir ders-i ibret…
13.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Malatya’daki “Kentsel Dönüşüm”ün mağdur ettiği aileler çözüm bekliyor |
|
Ülkemizin bazı illerinde olduğu gibi, Başbakanlık Toplu Konut İdaresinin “Kentsel Dönüşüm Projesi” çerçevesinde Malatya Belediyesi’yle ortaklaşa başlattığı, adı geçen ilin Beydağı Mahallesindeki çalışmalar, maalesef mahalle sakinlerini, büyük endişelere ve hayal kırıklığına uğrattı.
İllere iyi bir görünüm kazandırmakla beraber, şehirleşmenin bir gereği olan geniş yollar, yeşil alanlar ve alt yapı gibi çalışmaları yapmanın yanında vatandaşına başını sokabileği bir ev temin etmek, huzurlu bir hayatın bütün şartlarını yerine getirmek de devletin aslî vazifesidir.
Bunun tersi bir durum; yani “kentsel dönüşüm” adı altında vatandaşın evini “yok pahasına” elinden alıp, onu çaresiz bir şekilde sokağa terk etmek; ona başını sokacağı bir yuva temin etmeden, binbir güçlükle temin ettiği evini yıkmaya kalkışmak, hak ve hukukla bağdaştırılabilecek bir durum değildir.
Hiçbir gerekçe, hiçbir sebep, hiçbir şart, kutsal bir mekân olan vatandaşın evini yıkmaya cevaz veremez. Makam ve mevkii ne olursa olsun hiç kimse, vatandaşın evini kendi rızası olmadan yıktıramaz. Çünkü kanunlarımızda, hukukumuzda böyle bir hüküm, böyle bir müeyyide yoktur.
Efendim söz konusu olan “kentsel dönüşüm” ise, “her şey feda edilir, kişilerin hakkı hukuku göz önünde bulundurulmaz” mantığıyla hareket ediliyor Malatya’nın Beydağı Mahallesinde... Bizi alâkadar etmez vatandaşın evsiz, barksız, sokakta kalması, perişan olması!
Böyle bir mantıkla hareket edilmeseydi, vatandaşın tapulu arsasının metrekaresine dokuz buçuk milyon; gönlünce yaptırdığı evine yirmi milyar; dört katlı tapulu apartmanına yüz altmış milyar fiyat biçilir miydi?
Böyle olmasaydı, yetkililer, devletin her türlü alt yapısını yaptığı, yolunu götürdüğü, suyunu, elektriğini verdiği, emlâk, temizlik vergisini aldığı vatandaşının evine beş on milyar enkaz parası tesbit eder; bahçesini, arsasını da “Sen işgalcisin” diyerek kuruş ödemeden elinden alır mıydı?
Burada esas suçlu, kabahatli olan belediye değil mi? Kaçak bina yapan vatandaş kadar, milletten oy almak uğruna bu duruma göz yuman yetkililer asıl suçlu değil mi? Hem, işgalci muâmelesine tabi tutulan bîçare vatandaşın emlâk vergisini, temizlik vergisini, su, elektrik parasını alacaksın; hem de evini, arsasını yok sayıp, elinden alıp, sokağa terk edeceksin. Bu mudur hukuk devleti, bu mudur vatandaşına şefkatli, merhametli devlet?
Bilinmelidir ki hiç kimse durup dururken evini, yerini yurdunu terk etmek istemez. Hatta bazen gecekondusunu saraylara dahi değiştirmez. Yetkililer vatandaşın bu durumunu neden görmezlikten gelir, anlamak mümkün değil.
İlle de “kentsel dönüşüm” projenizi uygulamak istiyorsanız, o zaman da vatandaşa evinin, arsasının gerçek değerini vermekten kaçınmayın. Madem vatandaşın rızasını almadan bu işleri yapıyorsunuz, o halde bu insanların başını sokacağı bir evi vermek zorundasınız.
Vatandaşa hiç sormadan, onların rızasını almadan, onlarla pazarlık yapmadan, tek taraflı olarak evlerine, barklarına gülünç bir fiyatla değer biçmek, insafa, vicdana sığar mı? Hakla hukukla bağdaşır mı, yetkililerden soruyoruz.
Bu işin garip ve anlaşılmayan tarafı, bu problemi, bu düğümü çözmesi gerekenlerin, hiç ortalıkta görünmemeleri. Bildiğimiz kadarıyla bu işin sorumluları, Ankara’da Başbakanlık; Malatya’da da Belediye yetkilileri... Ne yazıkk ki bunlardan şimdiye kadar ses seda yok. Bu işlerle doğrudan alâkası olmayan muhalif siyasiler de, bu problemden siyasî rant elde etmeye çalışıyorlar. Gayeleri “üzüm yemek olmayıp; bağcıyı dövmek” olan bazı kişi ve mahfiller de, mağdur olan bu insanları tahrik edip, suç işlemeye itip, sinsi emellerine âlet etmeye çalışıyorlar.
Kısaca, Ankara ve Malatya’daki yetkilileri, sorumluluklarını yerine getirmeye çağırıyoruz. Beydağı Mahallesi sakinlerinin, dûçar bırakıldıkları bu haksızlıktan kurtarılmasını bekliyoruz. “Kentsel dönüşüm” uğruna binlerce ailenin mağdur edilmemesini, mahalle sakinleri olarak âcilen bekliyoruz.
13.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|