"Gerçekten" haber verir 16 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Selim GÜNDÜZALP

Allah der giderim



Günlerin değerini bilmeyenin, yılları çabuk geçer.

Atasözü

Bir günün sonunda, geriye dönüp baktığımda bazen ruhumu sonsuz bir huzurun kapladığını görürüm. Bazen de kendimi ormanda kaybolmuş bir çocuk gibi, yapayalnız hissederim. Sonra koyu, kopkoyu gecelerin içinde bir ışık, bir aydınlık arar, beklerim.

Duâlarla uğurlanıp selâmetlenen yolcuların dönmesini nasıl beklerse sevdikleri, gözlerim ufuklarda öyle beklerim geceleri. Ümit gecelerin ruhudur, güneşidir. Her eşyaya vurur, dost eder, ufuklarda durur.

Sessizliğin içinde uykuda gibi ama rahat değildir ruhum. Çiçeklerin sabahları beklediği, şebnemleri özlediği gibi ben de Allahım seni özlerim, seni beklerim Allahım. Seni isterim. İsteten, özleten sen olunca korkum kalmaz hiçbir yalnızlıktan, hiçbir karanlıktan.

Bilirim; dağılmışlığımın, dört bir yana savrulmuşluğumun ilâcı sendedir. Şifası, devası sendedir. Yâ Allah, yâ Şâfi, yâ Fettâh…

Bir şafakla uyanmak isterim, ellerim duâda uyanmak ve yatağımın hemen ucunda öyle de kalakalmak isterim. Sağ elim göğsüm üzre, dilimde mütemadi salâvatlarla Hz. Peygamberim (asm). Onun sevgisi ve ateşi kanat çırpar içimde, uçarı heyecanlarla ve bir kırlangıç neşesi içinde. O sevgi ki, hiç beklemediğim bir anda ölümsüz bir bahar getirir. Uyanır çiçeklerim, gülümser meyvelerim. Kuruyan dallarıma, damarlarıma adınla ve salâvatlarla can gelir. Canan gelir. Hani son zil çalmış, okul çoktan boşalmış. Bahçede bir çocuk, tek başına kalakalmış. Ne arayanı var, ne soranı. Elinden tutan bir annesi de yok. Adını seslenen biri de yok. Ben de o çocuk gibiyim, sen yoksan yanımda, mekânım belli değil, zamanım yok. Bil ki sen elimden tutmamışsan denizlere kaybolup gitmişimdir. Ne olur Allahım; fırtınalar içinde beni yalnız bırakma. Benim senden başka Rabbim yok, sığınacak limanım yok. Hayatım seninle güzel Allahım. Sensiz hayat bir yük, bir azap yâ Rab. Sonsuz bir azap.

Kim ne derse desin, ben sadece seni bilir, seni derim. Dilime yakışanı söylerim. Allah derim. Başka söz bilmem, söylemem seni bilir, seni derim. Necip Fazıl gibi seslenirim:

“Neye yaklaşsan, sonu uzaklık ve kırgınlık;

Anla ki, yok Allah’tan başkasıyla yakınlık…”

Medet Allahım medet, dört bir yanımı saran geceye medet ve rahmet…

Üstümden sular gibi rahmeti akıt ve hayatı gezdir… Gezdir de bir daha yenileneyim, bir kez daha doğup dirileyim… Kalbime bir dokun yeter. Adını, o güzel esmânı izin verip de bir söyletsen dilime; kim bilir ne hayırlar olacak ne güneşler doğacak, ne kuşlar ötecek içimde… Ne değişimler, ne dönüşümler yaşanacak kim bilir?

Lütfedip kalbime bir dokunsan yetecek gibi Rabbim. Nefsime, şeytanıma inat, sana itaat bir erdemdir bildim. Rahmetin ışıtır ve kuşatır. Gönül kapımızı bir an olsun açmaya görelim, hemen bilgilerin en temizi, en güzeli dolar içimize. Her annenin, her çocuğun ve her insanın içine. Rahmetin yağar adeta. Ayırmazsın kimseyi, rahmetinden mahrum etmezsin. Çünkü Rahman’sın. Rahmetin süt olur akar, yıkar içimizi en temiz duygularla.

Kalbime bir dokunuver yeter. Beni başka kapılara, başka ışıklara muhtaç etme. Nurun yeter, Sen bana yetersin. En dar, en sıkışık zamanımda imdadıma koşar gelirsin. Yâ Kâfi, yâ Vâfi, yâ Muafi…

Korkuyorum yollardan, çarşılardan. Kalabalıklara karışıp kaybolmaktan korkuyorum. Haksız da sayılmam hani. Seni unutmak, Senden uzaklara düşmek tehlikesi o kadar fazla ki, korkum boşuna değil. Ne kazanırsam kazanayım Seninle olmadıktan, Senin için kazanmadıktan sonra hep zarardayım.

Kalbimi razı edemem, Senden başkasına. Bükemem belimi, eğemem başımı Senden gayrisine.

Sesimi yitirmekten, benliğimi kaybetmekten korkuyorum sokaklarda, çarşı pazarlarda. O kadar çok cazip eşyalar var, o kadar çok satıcılar var ki, birinden geçsen, birine takılıp kalmam mümkün. Âyetelkürsî okunmadan ve mânâsı anlaşılmadan buralarda dolaşılmıyor. Şeytanın oyununa gelmek istemiyorum.

Tarlaları geçtim. Pazarlar, çarşılar çok gerilerde kaldı. Huzurlu bir köşedeyim, kalbimle baş başayım. Kendi bahçemdeyim. Oh ne harika, ne asude bir iklimin içindeyim.

Gökyüzünün o engin maviliği kadar genişmiş meğer içim. Haberim yokmuş kendimden. Zerre kirlilik, zerre grilik yok burada. Bu yük büyük ve kalbim onu taşıyabilir İnşaallah. İdealimi çaldırmayacağım. Azimliyim, şeytana ve nefse sermayemi kaptırmayacağım.

Topladığım başaklar, ellerimde şimdi. Kalbimde ekilen, oradan biçilen mahsulât, duâ duâ ellerimde. Sana ait olanı yine Sana sunuyorum. Rabbim, bu bahçenin en has gülünü, en biricik şükür meyvesini Sana sunuyorum.

Hamdler, senalar, şükürler sadece Sanadır.

Kalbim bir çiçek, sadece geceleri açan bir çiçek.. O uzun mesafeler bitmeden, nice mevsimler geçti içimden soramadım durdurup da. “Nereye ve nereden?” diye. Amaan. Senden geliyor ya, vardır bir hikmeti dedim.

Her şey bir bir uzaklaşırken, bin bir pişmanlıklar yaşadım. Yılmadım, yıkılmadım. Allahım, Sana güvendim, hep Sana dayandım. Yeri geldi, bahtıma bu düştü dedim. Pişmanlık gözyaşım oldu çağladım. Yeri geldi, pişmanlık hayatım oldu yandım, günahlarıma ağladım. Azına da çoğuna da.

Ne yaman bir hesapmış. Ne içten içe yanışmış. Meğer her yargılama, her sorgu suâl mahşerdeki mahkemenin denizinden bir damla imiş.

Bilmem nedir ki, bir sır var. Beni kendine doğru çeken. Çiçeklerin sabahları beklediği gibi bir bekleyiş içindeyim. Bir yandan kalbime doğru yoğun baskılar var. Bu kadarına dayanamaz. Senden uzaklığa, Sensizliğe hiç dayanamaz. En çaresiz ânımda imanın ışığıyla, tövbenin aydınlığıyla yıkadın yine içimi.

Gidiyorum, gidiyorum, dere tepe düz gidiyorum. Düşe kalka içimin tepelerinde gidiyorum. En uzun yolculuk içimdeymiş meğer. Orada mesafe yok, sınır yok, zaman yok. Git gidebildiğin yere kadar kalbini fethet. Bir baştan diğer başa kadar. Fethedilecek o kadar kalp var ki, milyarlarla insan var. Milyarlarla da kalp var.

Bu yolculuk sana doğru Allahım. Kalbimi yalnız bırakma. Sevginden ve Senden uzak tutma. Kalbimizi sevginle rızıklandır. Allahım, açlığın böylesiyle yaşanmaz. Sevgisiz kalpler ölüdürler. Bu zorlu yolculuğu da aşmak ve başarmak zorundayım. Emelim bu, ümidim, gayretim bu.

Allahım varlığın yeter, sevgin yâr olsun yeter. Bir zerresi kâinata bedeldir o sevginin. Bir küçük ışık, kibrit başı kadar bir nur, koskoca bir karanlığı nasıl yutarsa, sevginin ışığı da öylesine güçlü. Sana inanıp, Sana güvenince aşılmayacak engel, taşınmayacak yük yok. Bu yük büyük, bu dâvâ mukaddes. Kalbim hazır, taşıyabilir bu yükü.

Sana ait olmayan ne varsa hepsi dışarı. Beraat öncesi bir temizlik gerek. Ne muhteşem bir rahmet ki bu, karanlıklar ışık olup tekrar yurduna döndü. Her hâl kendi zıttına dönüştü. Bu rahmeti yaşamak ve anlamak da bu demde bu fakire düştü.

Çöz de elimdeki ve yüreğimdeki bağları bir koşu, bir nefeste Sana geleyim. Kendime geleyim.

Ellerimde tuttuğum kalbimle, secdelere varayım, dergâhına yüz süreyim. Rabbim Allah, Sübhanallah diye yalvarayım. Hamdımı, şükrümü, dilimden düşürmeyeyim Rabbim. Hiçbir şeyin özlemini, hasretini bu kadar çekmedim. Sana olan hasretim kadar. Bu ne ulvî bir duyguymuş. Rabbim, yaşamayana da bir defacık olsun nasip eyle.

Bilirim Rabbim, Sen beni benden daha iyi düşünürsün. Ölü kalpler senin sevginle dirilirse, ölü bedenler neden dirilmesin?

Bediüzzaman gibi derim:

“Ey nefsim! Madem öyledir, sen dahi kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki: Fâniyim, fâni olanı istemem. Acizim, aciz olanı istemem, ruhumu Rahman’a teslim eyledim gayrı istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâkî isterim. Zerreyim fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı birden isterim.”

Bildim Rabbim, hayat seninle güzelmiş. Bildim, mal, mülk ne varsa hayatın rahat geçmesi içinmiş. Yoksa hayat, mal toplamak, mal yığmak için değilmiş bildim.

Bildim Rabbim, hakikî zevkin, kedersiz lezzetin, Sana imanda ve Seninle olduğunu.

Berat Gecesi hürmetine, beratını eline alanlardan eyle. Hayata tövbeyle yeniden başlayan kullarından eyle. Âmin.

Sadi Şirâzî’den ibretli bir kıssa hatırladım:

Bir gün bir köleye yüreğim yandı. Efendisi onu satıyordu, köle diyordu ki: “Sana benden iyi binlerce köle düşer ama bana senin gibi bir efendi düşmez.”

Ey Allahım, sevgili Rabbim, bu garip kullarını, bu kapındaki azatsız kölelerini de bu Berat Gecesi hürmetine bağışla, affeyle. İçimize pişmanlık ateşini düşür, temizle tövbelerle, arındır bizleri. Kalan günlerimizi annemizden doğduğumuz günkü gibi temiz, tertemiz bir imanla Sana hakkalyakîn mertebedeki bir imanla yaşat. Bir kölenin iki efendisi olmaz. Rabbimiz, Seyyidimiz, Efendimiz bildik seni, Habibin Resûl-i Ekrem (asm) hürmetine affet bizleri. Sonsuz kadar hamd, Rabbim sana olsun. Sonsuz kadar salâtü selâm, Habib-i Ekrem’ine (asm) olsun.

NOT:

Sevgili okuyucularımız ve dostlarımızın Berat Kandilini bu duygu ve bu duâlarla tebrik ediyor, müstecap duâlarını bekliyoruz.

16.08.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Zaman içinde zaman yaratılır bu gece!



Bu gece, mübarek bir gece… Elli senelik mânevî ibadet ömrünü kazandırabilecek bir gece.1 Herbir zikrimiz ve fikrimiz, öyle bir genişlik kazanır ki, adeta zaman içinde zamanda sayısızca katlanır… Allah, zaman içinde zaman yaratır! Bu ne demektir?

Zamanın akış hızı, kâinatın çeşitli yerlerinde, çeşitli varlıklar arasında farklıdır. Hızlı film, yavaş film gibi. (Atomdan galaksilere, mıknatıstan kristallere kadar her şeyde, farklı zaman birimleri çekme-itme gücü kanunu var. Meselâ Jüpiter, kendi etrafında 10 saatte; dünya etrafında 12 yılda döner. Yâni, onun bir yılı, dünya hesabıyla 4380 gün; bir Satürn yılı 30 yıldır.)

Kozmik ışınlar, ömürleri fizik ve matematik değerler olarak tesbit edilmiştir. Saniyelik ömrü olan varlıkların yanında, ömrü saniyenin bir milyar kere milyarda biri kadar kısa olanlar da vardır. (Bizim bakışımızla ömrü kısa, ama onun için uzundur. Çünkü, o zaman zarfında o, gezegenler arası birçok gezintiler yapmış, pek çok film karesi sahnelemiştir. Normal ışığın hızı saniyede 300 bin kilometredir. Biz bir saniyede ‘Hey, ah!’ diyene kadar o, dünyayı ekvatordan yedi sefer döner. Eğer ışığı şuûrlu farz ederseniz, farkına vararak kısa bir zaman içerisinde pek çok manzaralar görmüş, olaylar yaşamış ve uzun bir ömür geçirmiştir.)

Zaman; madde ve olayların düzenini sağlayan esrarengiz, gizemli, garip bir koordinattır.

Daha önce naklettiğimiz şu fizik kanununa tekrar göz atalım: Atom çekirdeklerindeki nötron ve anti-nötron denen, elektrondan daha küçük iki madde var. Bunlar çekirdek içerisinde bâzen var, bâzen yok olabiliyor; kâinatın başka boyutuna intikal ediyor. Maddeden çıkıp kayboluyor ve tekrar maddeye dönebiliyor. Maddenin sınırına giren ve onu aşan, tekrar geriye dönen varlıklar tesbit edilmiştir.

Yine astronominin tesbitlerine göre, Takyon denilen bir takım titreşimler, bu rakamın üç dört katını aşıyor. Bu sınır aşıldığında da, maddeden çıkıp madde ötesine geçiliyor. Şu halde, bâzı titreşim ve ışınlar, zaman ve mekânı aşıyor. Buna da mânâ, fizikötesi denir. İnsan; en, boy, zaman, mekân gibi dört boyutu aşıp beşinci boyuta (manyetik eylem boyutuna) geçebilse zamana tabi olmadığını kendisi de görecektir.2

“Evet, dünyaya zaman girdiği için, gece ve gündüz, o saat-i kübrânın (büyük saatin) sâniyelerini sayan iki başlı bir mil hükmündedir, sene o saatin dakikalarını sayan bir ibre vaziyetindedir, asır ise o saatin saatlerini tâdâd eden bir iğnedir. İşte zaman, dünyayı, emvâc-ı zevâl (yokluk dalgaları) üstüne atar, bütün mâzi ve istikbâli ademe (yokluğa) verip yalnız zaman-ı hâzırı (şimdiki zamanı) vücuda bırakır.”3

TEBRİK:

Mübarek üç aylar ve Berat Kandilinizi tebrik eder; ülkemiz, İslâm âlemi; özellikle muztar ve mağdur Müslümanlar, mazlûmlar ve insanlık âlemi için hayırlara vesîle olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim.

Dipnotlar:

1- Şuâlar, s. 434; 2- İnsan Vücudu ve Zaman, (Body in Time, uyarlama Yusuf Alan), s. 2.; 3- Sözler, s. 401.

16.08.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Bir müjde habercisi: Leyle-i Berat



Bir mübârek gecenin daha şefkatli kucağına düştü gönlümüz.

Günahkârız. Kulluk yapamadık; berata muhtâcız. Berat alamadığımız takdirde hesabımız Mahkeme-i Kübrâ’ya kalırsa, ne vahim! Ne olur hâlimiz? Ya burada, bugün, bu an, sevimli af ve berat; ya orada, o gün, şiddetli hesap ve adâlet! Tercih bizim; takdir Erhamü’r-Râhimîn’in.

Müjdeyse büyük! Resûlullah Efendimiz (asm) buyurur ki: “Şaban ayının on beşinci gecesi geldiğinde geceyi namazla, gündüzü de oruçla ikâme edin. O gece güneş battıktan sonra Yüce Allah rahmetiyle dünya semâsına iner ve şöyle seslenir: ‘Tevbe eden yok mu? Af ve mağfiret edeyim! Rızık isteyen yok mu? Rızıklandırayım! Musîbetten kurtulmak isteyen yok mu? Selâmet ve âfiyet vereyim!’ Bu durum fecrin doğmasına kadar devam eder.”1

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asm) Şaban ayının on üçüncü gecesinde mübârek başını secdeye koydu. Ümmeti için af ve mağfiret istiyordu; kendisine ümmetinin üçte birinin bağışlandığı müjdelendi. Resûl-i Ekrem (asm), on dördüncü gece tekrar secdedeydi. Yine ümmetinin bağışlanmasını istiyordu; ümmetinin üçte ikisinin mağfiret edildiği müjdelendi. Ve on beşinci gece yeniden o mübârek baş Allah’ın huzurunda eğildi, secdeye kapandı. Allah Resûlü (asm) ümmetinin tamamını istiyordu bu defa. Bu gece, Allah’tan yüz çevirenler dışında, ümmetinin tamamı bağışlandı. Bir başka haberle bu gece, Benî Kelb kabilesinin koyunlarının kılları sayısınca ümmetine mağfiret olundu.2

Duhan Sûresinin ilk altı âyetinin bu geceden bahsettiği rivâyet edilir. Bu âyetlerde Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Hâ Mîm. Apaçık Kitaba yemin olsun ki, Biz O’nu Mübârek bir gecede indirdik. Muhakkak Biz onunla insanları sakındırırız. O mübârek gecede her hikmetli iş katımızdan bir emirle ayırt edilir, hüküm verilir. Muhakkak Biz, Rabb’inden bir rahmet eseri olarak peygamberler göndeririz. Şüphesiz ki O, her şeyi hakkıyla işitir, her şeyi hakkıyla bilir.”3

Kulların bir senelik erzakının, ecellerinin ve sair bütün işlerinin bu gecede hüküm verildiği, taksim ve takdir edildiği ve bu hükmün meleklerce yazılımına bu geceden başlanarak Kadir Gecesine kadar devam ettiği ve bitirildiği rivâyet olunur.4

Bu gecenin Kadir Gecesi kudsiyetinde bulunduğunu beyan eden Üstad Bedîüzzaman Hazretleri (ra), Leyle-i Berât’ın, insanlığın geleceği ile ilgili kader programını taşıması cihetiyle, bütün sene için bir kudsî çekirdek hükmünde olduğunu, Leyle-i Kadirde otuz bin olan her “bir hasene”nin, her bir salih amelin ve her bir Kur’ân harfinin Leyle-i Berat’ta yirmi bin sevabının bulunduğunu, bu gecenin elli senelik bir ibâdet hükmüne geçebileceğini, binâenaleyh bu gecede elden geldiği kadar Kur’ân ile, istiğfâr ile ve salâvât ile meşgul olmanın büyük bir kâr olduğunu kaydeder.5 Ayrıca bir mektubunda ehl-i îmân ve ehl-i hizmetin her bir gecesinin, Leyle-i Mi'rac, Leyle-i Berat ve Leyle-i Kadir kadar kıymettar olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz eder.6

Bu gece itibâriyle Arş-ı A’lâ’da bizim hakkımızda hükümler alındığı ve emirler verildiği; hakkımızdaki bu hükümlerin ve işlerin yazılmasına bu gece başlandığı ve bu mânevî yazı işinin bir ay devam edeceği anlaşılmaktadır. Hakkımızda dünyâ-âhiret hükümlerin yazıldığı, emirlerin verildiği ve kader çerçevemizin yeniden biçimlendirildiği bu saat ve dakikalarda uyanık bulunmamız ve Cenâb-ı Hakk’a duâ ve niyâzda bulunarak, hakkımızda hayırlısını istememiz ne kadar isâbetli bir ubûdiyet hâlidir! Ne kadar sevimli bir kulluk tavrıdır! Ne kadar hoş bir duâ şeklidir!

Bu geceden başlayarak Kadir Gecesine kadar sürecek olan ve bizimle birebir ilgili bulunan bu yüksek değerli zaman diliminin her bir saatini duâ ve niyaz hâliyle idrâk etmemizin ve her fırsatta Rabb-i Rahîm’imizden hakkımızda hayırlısını istememizin, hiç ihmâle gelir tarafı yoktur. Mübârek Ramazan ayının da bereketiyle, bizim bir adımımız karşısında, İnşaallah, Cenâb-ı Hakk’ın–tâbir caizse—koşarak bizi karşıladığına şâhit olacağız. Duâ ve niyâz içinde, ebedî mutluluğumuz hesabına, Rabb-i Rahîm’imizden sayısız hayır ve hasenât isteyebilme imkânı elde edeceğiz. Allah’ın izniyle Allah’ın rızâsını, sâdece rızâsını talep edeceğiz. Âlem-i İslâm’ın ve Müslüman’ların üzerinden kara bulutların kaldırılması için duâlarımız İnşaallah arşa yükselecek. Dünyâ ve deccâl fitnesinden, şeytan ve nefis şerrinden, Cehennem azabından Allah’a sığınacağız. Ve Rahmânü’r-Rahîm’den, sayısız duâlarla—inşaallah—Cennet’i ve bekâyı isteyeceğiz.

Netice olarak, bir mânevî ticâret mevsiminin gölgesinin üzerimize düştüğü şu günlerde, sebepleri, vesileleri ve aracıları bir yana bırakarak doğrudan Rabb’imize yönelmemiz, günah kirlerinden kurtulmak ve annemizden doğduğumuz gün gibi arınmak için, ne büyük bir adım olacaktır; bir bilsek!...

Berât Gecesi ile birlikte, gelmekte olan mübârek günler hürmetine Cenâb-ı Hak ehl-i îmânı her türlü maddî-mânevî, dünyevî-uhrevî âfet ve musîbetlerden muhâfaza buyursun. Âmin.

Leyle-i Berât’ınızı tebrik ederim.

Dipnotlar:

1- İbn-i Mâce, İ. Salah, 191; 2- M. H. Yazır, H. Dini K. Dili, S. 4294; 3- Duhân Sûresi:1-6; 4- M. H. Yazır, a.g.e., S. 4295; 5- Şuâlar, S. 433; 6- K. Lahikası, S. 58

16.08.2008

E-Posta: [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

Nezih bir okuyucu topluluğu



Her yazı, bir diğer

yazının çocuğu gibi

‘Bir profesörün utancı…’ yazısı, ‘Bir insan yetişirken çok kahramanlar devrededir’ yazının devamı niteliğindeydi. Şimdi oradan yeni yazılar doğuyor. Yazılar bir merdiven basamaklarına benziyor; çıktıkça veya indikçe görülenler de görüş de değiştiğinden yazılar da yenileniyor. Anlaşılan, ‘bu fasıl tamam’ denilecek bir konu yok gibi.

Okuyucumuz Sevgi Yıldız Hanım, geçen haftaki yazımızı şöyle değerlendirmiş:

“Kalemine kuvvet, profesörümüzün eserlerinden bazılarını ben de okudum. Çok istifade ettiğim bir yazar. Ama köşenizde değerlendirdiğiniz aynı düşünceleri, ben de içimden geçirmiştim. Neden bizim yazarlarımız önce kendi değerlerini ortaya koymuyorlar? Neden biz kendimizi başkaları karşısında basit, beceriksiz görmekteyiz? Neden kendi değer yargılarımıza hak ettiği değeri tanımıyoruz? Sayın yazar Doğan Cüceloğlu’nun eserlerindeki tesbitler oldukça yerinde. Özellikle de ‘Savaşçı’ isimli eseri, benim iki, üç kez okuduğum bir eser. Ama eserlerinin bütününde davranışların kaynaklarına dair bir yorum bulunmuyor. Bu noktayı siz çok güzel yakalamışsınız, tebrikler… Size de bir eleştiriyi yapmadan geçemeyeceğim. İdeal davranış öncüsü olarak Hazret-i Peygamberi (asm) gösterdiğiniz halde, O’nun (asm) hangi konularda ideal olduğunu neden belirtmediniz? Ve neden O’nun (asm) hayatından birkaç tane dikkat çekici örnek vermediniz?”

Okuyucu olarak siz de

varlığınızı hissettirin

Öncelikle belirtelim ki, okuyucularımızın bize ilettikleri notlar, bizim için birer yol gösterici işaret olmaktadır. Tabiî bir de attığımız taşın nerelere ulaştığını ve ne gibi yankılar oluşturduğunu görme imkânımız oluyor.

Sevgi Hanımefendinin ifade ettiği konu ise, öyle satır arası değil, günlerce gündem yapılması gereken ve yazılması gereken bir konudur. Bu konuya da çalışacağız inşallah.

Yazılara, düşüncelere, oluşacak konulara okuyucunun yön vermesi mümkündür. Okur ile yazar arasında ne kadar yoğun ‘ileti’ trafiği olursa, o nispette yazar bundan memnun olur. Çünkü yazar, özel bir ilgiyle büyüttüğü yazısını, okuyucusuna özenle takdim etmektedir. Yazı, yazarına ve okuyucusuna neler taşıdığı ile anlamlıdır.

Yazılarımızla ilgili düşünceleriniz ne olursa olsun, kesinlikle bir vesile bulup bize iletin. Bu, varlığınızın ve düşüncelerinizin en önemli delilidir.

Bu vesileyle, bize düşüncelerini iletme zahmetinde bulunan okuyucularımıza teşekkür sadedinde birkaç cümle kuralım.

Kardeşlerimizin gözleriyle

görmek ve kulaklarıyla

işitmek hadisesi bir harika

Ankara’dan mailleştiğimiz Zafer kardeşin ilettiği her bir mail, adeta birer yazı niteliğinde. Son mailinde de hayata orijinal bakış açıları dikkat çekiyor. Zafer kardeşimizle okuyucularımızın da müsait olanların mailleşmelerini arzu ediyorum. Hiç kimse, şartları ne olursa olsun Zafer kardeşin penceresinden hayata bakamayacağından, iman kardeşleri olarak birbirimizin, ‘gözüyle de bakabilir, kulaklarıyla da işitebilir’ olan, yaklaşımdan istifade etmek imkânına sahibiz. Yani siz Zafer kardeşin kulağıyla işitebilir, Zafer kardeş de sizin gözlerinizle görebilir. Bu da şu demek, ne kadar iman kardeşimiz, nur kardeşimiz varsa, onların sayıları kadar dünyaya açılan penceremiz var demektir. Bir şükür daha...

Zafer kardeşin son mailinden bir pencere açalım size: “Mailimi, benim de güldüğüm bir olayla sonlandırmak istiyorum. Bir abinin bürosuna gitmiştim. Orada çok rahat hareket ettiğim için kapı çalınca, kalkıp kapıyı ben açtım. Açınca karşıma çıkan kişi şunu dedi, “Kapıyı nasıl açtın?”. Ben de, “Niye kapıyı açmak için kurs mu almak gerekiyor?” dedim. ‘Yok da’ dedi, eveleyip, geveledi. “Görmediğimden dolayı mı?” dedim. “Evet” dedi. Ben de, şöyle bir şey yaptım. Koltuktan kalktım, odadan dışarı çıktım, sağa döndüm, kapıya doğru gittim ve kapıyı açtım. Bunu da anlatmamın sebebi, o zat psikoloji öğretmeni bir arkadaştı. ‘Bu kişi de bizi anlamıyorsa, işimiz ne kadar zor.’ dedim içimden.”

Zafer kardeş mailini şöyle noktalıyor: “Bizi ne olağanüstü, ne de çok kötü görmek gerekiyor. Bizim içimizde de başarılı, başarısız olabilir. Allah bizi yaptıklarımıza göre değerlendirmeye alacak. Sağlam veya özürlü olmamıza göre değerlendirmeye almayacak. Kim Yaratıcının dediğini en güzel şekilde dikkate alırsa, o insan Allah’ın yanında en değerli insan olacak. Üç aylarınızın hayırlara vesile olmasını temenni ederim.”

Zafer kardeşle görüşmelere, konuşmalara devam…

Bu yıl nerede okuma

programı yapacaksınız?

Rize-Pazar’dan mail ileten Abdullah Uzun kardeşimiz, “Rize Pazar’a kadar gelirsiniz de bize nasıl uğramazsınız” diye haklı olarak yakınıyor. “Şartlarımız çok değişti, ama Yeni Asya okuyucusu olmamız değişmedi.” diyor.

Abdullah kardeş haklı olarak, ‘Bizim mekânlara okuma programına geliyorsunuz, ama biz programdan döndükten sonra, gazetedeki yazılarınızla haberimiz oluyor. Çayımızı içmeseniz bile, Rize Hemşin’de Zübeyir Ağabeyin duâsını almış bir ağabeyimiz vardı, sizi onlara tanıştırırdık.’ diyor. Evet, doğru Gittiğimiz yerlerde ‘müfritane irtibat’a riayet etmeliyiz. Bu, kardeşliğin bir gereği.

“Yaşınız, işiniz ne olursa olsun, her yıla bir okuma programı” sloganımız tuttu. Daha şimdiden, ‘Öğrencilerle yapılabildiği gibi, seneye büyükler olarak da yapacağımız okuma programına bizleri de katın.’ teminatını veren pek çok ağabey ve kardeşimiz var. Bu hayra alamet. Nur talebesi açısından, okuma programı yapılmadan geçen bir yıl eksik geçmiş kabul edilecek. Artık birbirimize, ‘Bu yıl nerede okuma programı yapacaksınız, hangi konuları müzakere edeceksiniz? şeklinde sohbetlerimiz olmalı.

Yazıların orta yerlerindeki

okuyucularımız

Yazılarımız ne kadar okuyucumuza ulaşmışsa, biz nispette mutlu oluyoruz ve ikramları vesilesiyle Cenâb-ı Hakka şükrediyoruz.

Şanlıurfa Suruç’ta öğretmenlik yapan Ali Osman kardeşimiz, kendilerini yazıların içinde bulduğundan bahsediyor. Ve öğrencilere verilen ‘Saçmalama Hakkı’, ‘100 kitap okumak kadar güçlü bir davranış; parmak kaldırmak.’, ‘Dirseğimizin altına koyduğunuz kitap kadar parmağımız yukarı kalkar..’ gibi pek çok başlıkları, kendi hayatında özellikle uyguladığını ifade ediyor. Ali Osman kardeşime özel ilgisi dolayısıyla teşekkürlerimizi iletirken, duâlarını da bekliyor olduğumu özenle belirtiyorum.

Bu işler gerçekten duâdan geçiyor. Bu camiada arkasında okuyucu duâsı olmayan bir yazarın, gerçek anlamda başarılı olması düşünülemez. ‘Duâlarınız olmasaydı ne ehemmiyetiniz var.’ hakikati, bize duâlarımızı ehemmiyetli görmeye ve duâ etmeye itiyor.

Cenâb-ı Hak bizleri, duâmızı kesecek adımlar atmaktan korusun.

Söz ve davranışta nezaket,

taşıyabilene oldukça güzel

yakışıyor

Eğitim Sayfası editörümüzün, alanı ile ilgili yazılar kaleme alındığında, hemen hareketlenmesi ve teşekkür için kolları sıvaması oldukça güzel. Bu hassasiyeti nasıl bir titizlik içerisinde gazete yazılarını incelediğini gösteriyor. “Dirseğimizin altına koyduğumuz kitap kadar parmağımız yukarı kalkar.” tesbitinin orijinal olduğunu belirttikten sonra, görüşmelerin ve yazışmaların devamlılığı noktasındaki notu, görevini hakkıyla yapan bir editöre yakışan bir not. Biz de kendilerinin ilgilerine ve nezaketlerine teşekkürler ediyoruz.

Söz ve davranışta nezaket, taşıyabilene oldukça yakışıyor.

60 yaşlarındaki Hayriye

abla, her yazıyı bir dedektif

gibi okuyor

Zaman zaman yazılan yazılar üzerine bizleri telefonla arayan ve düşüncelerini oldukça rahat bir şekilde bizimle paylaşan okuyucumuz, Konya’dan Hayriye Ablamızı da unutmuş değiliz. Özellikle dili duâ dolu olan ablamız, örnek bir okuyucu profili çiziyor. Belki de böyle okuyucularımızın duâları sayesinde yazılarımız devam ediyor. Artık eşim ve çocuklarım da Hayriye Ablayı tanıyorlar. Hayriye Ablamızın da duâlarının devamlılığını diliyoruz.

Nezih bir okuyucu topluluğu

Pek çok ağabey ve kardeşlerimizin mailleri, telefonları bize ulaşmasa da, duâlarının varlığından haberdarız. Onlar isimsiz kahramanlar olarak, duâlarıyla kayıtlara geçiyorlar.

Ne mutlu bize ki, böyle nezih bir camia içerisinde bulunmayı nasip etmiş Rabbim. Son nefesimize kadar birlikte yürüyüşümüz sürsün inşallah. Bu manevî şirket, dünyevî ve uhrevî pek çok kazançlar içeriyor.

Dünyanın hemen her yerinde, yüzlerce, binlerce, yüz binlerce kardeşi olmak ne büyük bir bahtiyarlık. Bu asır ancak, böyle bir Asr-ı Saadet kardeşliğini taşıyabilir.

Duâlarımız güzelleştikçe,

davranışlarımız da güzelleşir

Cenâb-ı Hak, bütün ehl-i iman kardeşlerimizden, ehl-i nur kardeşlerimizden razı olsun. Bize Asr-ı Saadet kardeşliği yaşamayı nasip etsin. İçimizdeki kirlerden, hastalıklardan bizi arındırsın. Bizi, Kur’ân aydınlığı olan Risâle-i Nur satırlarındaki ihlâsa, samimiyete, birlik ve beraberliğe, dayanışmaya, dürüstlüğe, sadakate eriştirsin. Fani olan şu dünyanın, fani lezzetlerine bizi saptırmasın. Bizi, emmare olan nefsimizle başbaşa bırakmasın. Amin.

Duâlarımız güzelleştikçe, davranışlarımız da güzelleşecektir.

Gelin birbirimize duâ edelim. Birbirimize gidelim gelelim. İrtibatımız müfritane olsun. Birbirimizi sevelim, sevilelim. Gittiğimiz yerlere uygun cebimizde derslerimiz olsun. Asır gündemli yaşamak asrı.

Tekrar edelim, duâlarımız güzelleştikçe, davranışlarımız da güzelleşecektir, İnşallah.

Hepiniz Allah’a emanet olun.

16.08.2008

E-Posta: [email protected]




Habib FİDAN

SAVAŞA DAİR



Her savaşta kendimi bir tuhaf hissederim. Kendinden emin bir şekilde, yüksek ince masaların arkasından patlayan flaşlara mağrur ve duygusuz bakıp dökülen kanları meşrûlaştırma gayretine düşenleri gördükçe, insan hayatının ne kadar ucuzlaşabileceğini acı bir şekilde hissederim. Bu tablo, bana Truva filminde içindeki ihtirasla hemen her yere saldırmayı âdet edinen Agamemnon ile Aşil arasında geçen diyaloglarından birini hatırlatmaktan öteye gitmiyor. Agamemnon’un, “Tarih askerleri hatırlamaz, ama imparatorları hatırlar” sözleri, birey olarak bir insanın değersizliğini anlatırken, Aşil’in yeğenine, “Savaşacaksın, peki; ama kim ve ne için? Bir imparatorun hırsı için mi?” diye sorduğu sorular, sözüm ona, ortalıkta dolaşan “Bu savaş enerji savaşıdır, dünyayı paylaşma savaşıdır” gibisinden düşünceleri o kadar anlamsızlaştırıyor ki…

Nitekim perişan olan, yakınını kaybeden ve topraklarını terk etmek zorunda kalan Gürcü kadın, televizyonda ağlayarak, “Rusya bizden ne istiyor?” derken, düşünce dünyama “fillerin savaşı” hücum ediyor. Evet filler savaşıyor, ama ezilenler çimen hükmünde olan suçsuz siviller oluyor. Öyle ya, daha dün gibi Srebrenitsa katliâmı ve her geçen gün insanlığın yüz karası toplu mezarlar ortaya çıkarken bir bir, canavarlaşan insan güruhunun neler yapabileceği bütün dehşetiyle gözümüzün önünden bir bir geçiyor. Ne diyelim, sağolasın Batı (!) Kan kusan, “Hayat acımasız bir savaştır!” düşüncen, bir örümcek ağı gibi sardı her tarafımızı…

Evet gülümseyen gözlerin, kibarlık gösterisi sırıtmaların ardında, kendi çıkarları için başka ülke halkının hayatına değer vermeyen ve canavarlaşan ruhun bir karabasan gibi dünyanın boğazına çöreklendiğini gördükçe, çoğunluğun mutlu olduğu ve cephe gerisinde kalanların zarar görmediği bir hayat tablosunun mümkün olup olmadığını hep düşünürüm. Ancak sanırım endüstrileşmeyle birlikte, zihinler de endüstriyel bir formata bürünerek duygusal bağlarını tamamen kopartmış ki, bin bir emekle inşa edilen şehirler, el emeği ve göz nuru hayat düzenleri acımasız bir savaşla yerle bir edildiği gibi, masum insanlar da fütursuzca katledilebiliyor.

Ne bileyim, tarihin tozlu sayfalarındaki savaşlar sanki şanlıydı. Şimdikilerse kanlı. Çünkü geçmişte savaşlar çoğunlukla sınır boylarında ve savaşan askerler arasında olurdu. Yani savaşan biri, arkasında bıraktığı şehre geri döndüğünde, her şeyi yerli yerinde bulma imkânına sahipti. Ama bu, endüstrileşmeyle birlikte neredeyse imkânsızlaştı. Hele ki bu endüstrileşme dediğimiz hamle, hayatta kalmak için başkasının kanını emmek gerektiğini düşünen “Kabil” ruhlu düşüncenin elinde muzır bir çocuk hükmünde dünyaya hâkim olduğu sürece, “Hâbil”lerin sefilliğe mahkûm olma serencamı elbette devam edecektir.

Bugün eğer dünyanın büyük çoğunluğu açlık içinde, onulmaz bir trajedi ile boğuşmak zorunda kalıyorsa, sebebi fedakârlık ve yardımlaşma gibi ulvî duygulardan yoksun benlik sarhoşu ideolojilerin, iktidar alanlarını olabildiğince genişletme hırslarından başka bir şey değildir. Oysa çözümsüzlüğün giderilmesi için son çare olan savaşın gerçek amacı, haksızlığa uğrayanların hukukunu muhafaza ve ideal bir adaleti tesis etmek için olmalıydı.

Sormak lâzım: Gittikçe daha demokratik bir dünya düzeninin gerçekleştiğini iddia edip insan hakları konusunda mesafe kat edildiğini ispat etmeye çalışanların, dünyaya pazarlamaya çalıştıkları temeli bozuk düşünce sistemleri mi, yoksa âleme rahmet olarak gönderilen Kutlu Peygamberin (asm) getirdiği ulvî prensipler mi dünyayı huzura kavuşturacak?

Elcevap: Batının ortaya koyduğu tablo ile İslâmiyet’in tam anlamıyla hükümran olduğu dönemlerde ortaya koyduğu tablo meydandadır. Kıyas edilsin…

16.08.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Deli mi, veli mi?



Askerî nitelikli macera ve operasyonun ardından Gürcü Lider Mihail Saakaşvili’nin deli mi, yoksa veli mi olduğu tartışılıyor. Rivayetler muhtelif. Kimilerine göre o, Rusya karşısına yalınkılıç çıkışıyla büyük bir kahraman, hatta Calut karşısında yeni bir Davud’u temsil ediyor. Özellikle de Kilise ile ilişkileri ve zealot bir Hıristiyan yapıda olması Batı nazarında onu siyasî azizlik mertebesine yükseltiyor. Dolayısıyla Davud mu, deli mi ya da deli mi veli mi şıkları üzerindeki tartışmalar dur durak bilmiyor. Hakkında başka tasnifler de var. Meselâ birisini de aynı lâkabı paylaştığı Medvedev dile getirdi. Medvedev’in Saakaşvili ile paylaştığı lâkap ise ayı lâkabı.

Sarkozy ile basın toplantısı sırasında Medvedev, onu çılgın, üşütük ve yalancı olarak nitelendirdi. Aslında iki tarafın da savaş zenginleri deyiminin çağrıştırdığı gibi sık sık yalana başvurdukları ve dolayısıyla savaş yalancısı oldukları bir sır değil. Yalancılık iki tarafın da (merd-i kıptilik bir tanımla) ortak meziyeti. Çılgınlığa ve deliliğe gelince herhalde Saakaşvili de bundan biraz var. Nedenine gelince, Gürcü tarafı benim de dilinden anlamasam da zaman zaman uydu kanalları arasında zapping yaparken rastladığım Gürcü Televizyonu Rustavi 2’de savaş sırasında Spartalı filmini göstermiş. Aslında bu, Persepolis filmi gibi siyasî hatta ideolojik bir film. Yunanlıların Perslere galebesini hikâye eden destansı bir filmi. Bugünkü Yunan’ı Batı temsil ettiğine veya ona uyarlanacağına göre Persepolis’i de ‘dinci’ İran rejimi temsil etmeli. Bu temayı Kafkaslar’a uyarlayacak olursak o takdirde Kafkaslar’da kadim Yunan’ı Gürcistan temsil ediyor. Zaten Gürcü lider The Wall Street Journal’da ‘ The War in Georgia Is a War for the West’ başlıklı makalesinde açıkça bunu savunuyor. Bu Kafdağı’nın nevzuhur kahramanı Batı için Spartalı gibi serdengeçti bir vaziyette ve cansiperane bir şekilde çarpıştığını yazıyor. Besbelli ki Rusya’ya karşı mücadelesine destansı bir boyut katmak istiyor. Kahraman mı, şarlatan mı, yoksa manyak mı tartışmaları süredursun Gorbaçov aslında Gürcistan’a yönelik Rus askerî müdahalesini, toprak genişletme olarak değil de meşrû Rus çıkarlarını yerinde savunma olarak takdim ediyor. Demek ki eski Rus liderine göre Rusya çıkarlarını tankla topla savunacak! Bu da Nobelli Gorbaçov!

***

Bakü-Tiflis-Ankara hattından dolayı aslında Gürcistan’ın geleceği, Türkiye’yi Batı’dan daha fazla ilgilendiriyor. Zira Türkiye, doğrudan ateş hattında bulunuyor. Abhazya ve Güney Osetya Türkiye için Kosova’dan daha az değerli değildir. Dünya gazetesinden Ada G. Kut ‘Doğu-Batı dengeleri değişiyor’ başlıklı yazısında ilginç bir analiz yapıyor ve “Gürcistan’ın, Baltık ülkeleri ve hatta Kosova kadar şanslı olduğunu söylemek mümkün değil, çünkü Avrupa Birliği’nin eli Gürcistan’a kadar uzanmıyor...” diye yazıyor. Bu gerçekten de önemli bir tesbit. Bu durumda Kafkaslar’da büyük bir boşluk var demektir. Bu boşluk dengelenmezse Rusya tarafından doldurulacağı ve yeniden Rus yayılmacılığına hizmet edeceği aşikâr.

Batı ile Rusya çekişmesinde Batı’nın bu bölgeye eli uzanmıyor veya zayıf düşüyorsa bu takdirde Batı’nın boşluğunu kim ve nasıl dolduracak? Balkanlar Batı’nın Kafkaslar ise Rusların payına mı düşecek? Halbuki bu bölgeler mütedahil ve iç içe bölgelerdir ve Türkiye’nin güvenliğiyle yakından alâkalıdır. Şevardnadze’nin dediği gibi burası Rusya’nın güneyinden çok Türkiye’nin kuzey uzantısıdır. Bugün bile Ruslar 150 milyonluk nüfuslarıyla dünyanın en büyük bölgesini kontrol altında tutuyorlar. Bangladeş kadar bir nüfus dünyanın en büyük toprağını kontrol ediyor. ABD’nin siyasî kontrolüyle Rusya’nın fiilî kontrolü birbirine benziyor. İkisi de hakkından fazlasını kontrol ediyor. Kontrol ettiği bölgeler Rusya için fazla ve bir anlamda lükstür. Ve Sovyetler’den kalma alışkanlığıyla yeniden toprak ya da nüfuz genişletmesi kimsenin çıkarına ve yararına değildir. Eldeki topraklar Rusya’ya bol bile gelir. Rusya karşısında Batı yoksa veya kırılgan bir konumu varsa ve çekilme durumunda ise bu durumda ister istemez görev Türkiye’ye ve Türkiye’nin temsil ettiği tarihî değerlere düşmektedir.

***

Buraları uzun dönem Balkanlar gibi İslâm dünyasının ve bahusus Osmanlı’nın bir parçası ve uç beyliği olmuştur. Bu hususta görev yine Türkiye’ye ve İslâm dünyasına düşmektedir. Bu bağlamda, Başbakan’ın Kafkas Paktı teklifi belki doğru olmakla birlikte zamansız olmuştur. Saakaşvili’nin zamansız bir şekilde Güney Osetya’ya girmesi gibi. Daha önce de Demirel 2000 yılında Kafkas İşbirliği Projesi teklif etmişti.

AB, kırılgan ve yumuşak güçtür. Balkanlar’ı ve Doğu Avrupa’yı henüz hazmedememiştir. Buna mukabil, Batılıların boş bıraktıkları ve hazmedemediklere alanlara Rusya yeniden uzanma eğilimindedir. Bunun önüne geçmek Batı’nın değil, İslâm dünyasının görevidir. Bunun için de Türkiye sistem ve rejim sorunlarını aşmalı ve neo-ittihatçılık yerine İttihat-ı İslâm düzenine yaslanarak ve dayanarak tehlikeli boşluğu doldurmaya çalışmalıdır. Kafkaslar’da zaman safları sıklaştırma zamanıdır. Bunun için de Türkiye’nin stratejik derinliğe ihtiyacı vardır. Bastığı zemin sağlam olmalıdır.

16.08.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Yassıada zulmü unutulur mu? (1)



Sonraki ihtilâllere de zemin hazırlayan 27 Mayıs 1960 kanlı ihtilâlinin canlı şahitlerinin anlattıkları her zaman dikkat çekmiştir. Başta ‘İslâm kahramanı’ Başbakan Adnan Menderes olmak üzere Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın idam edildiği bu kanlı ihtilâlde, çok sayıda DP milletvekili de çeşitli hapis cezaları almıştı. Dönemin Cumhurbaşkanı Celâl Bayar da ihtilâlle hapse atılanlar arasındaydı.

O dönemde yaşananların tam anlamıyla millete anlatılmadığı, hele hele gençlere hiç anlatılmadığı bir gerçek. Özel gayret göstermeyenler için Menderes, Zorlu ya da Polatkan başta olmak üzere mağdur olan DP’liler hakkında bilgi sahibi olanlara rastlamak zor.

İşte, Celal Bayar’ın torunu, akademisyen Emine Gürsoy Naskali’nin, dedesinin de yargılandığı Yassıada tutanaklarını sekiz yıllık bir çalışma sonucunda yayınlamış olması dikkat çekici. Naskali, 27 Mayıs’tan sonra 10 yaşındayken bir evde gözaltında tutulmuş: “Başımızda bir manga asker vardı. Eve giren yoğurtlar içinde mesaj olmasın diye karıştırılıyordu. Hiçbir devlet okulu beni almak istemedi. Girdiğim sınavlarda kasıtlı olarak İnönü savaşları soruluyordu” diyor. (Taraf, 13 Temmuz 2008)

27 Mayıs’ın diğer şahitleri gibi, Emine Gürsoy Naskali’nin anlattıkları da ‘tanıdık.’ İçinde her türlü haksızlığı barındıran bu hatıraları, en başta gençlerin bilmesi gerekiyor. Yakın tarihi bilip ibret almadan, geleceğe umutla bakabilir miyiz?

Celal Bayar’ın torunu, akademisyen Emine Gürsoy Naskali’nin anlattıklarını ibret için özetlemeye çalışalım:

“Çocukluğum Çankaya Köşkü’nde geçti, on yıl. 27 Mayıs Darbesi olduğunda Çankaya’daydım. Gece tank sesleriyle uyandım. (...) Çok kısa bir süre sonra Çankaya’dan ayrıldık. Ben, kız kardeşlerim, anneannem, annem, teyzemi İzmir Çeşme’ye götürdüler ve ev hapsine alındık. Büyükbabam önce Ankara’da Harp Okulu’ndaydı, sonra Yassıada’daydı. Başımızda bir manga asker vardı. Onlara bir liste verirdik, alış verişe onlar çıkardı. Biz kimseye gidemezdik, kimse de bize gelemezdi. Hatta önümüz denizdi, önümüzden balıkçıların da geçmesi yasaklanmıştı. İçeri gelen her şey kontrol ediliyordu. Ben 10, ortanca kardeşim dokuz, küçük kardeşim üç yaşındaydı. (...) Mektuplarımızı açık verir, açık alırdık. Önemli olaylarda gazeteleri bize vermezlerdi. Anlardık ki fevkalâde bir durum var. Bu hâl Eylül, Ekim’e kadar sürdü.”

Savunma hakkının çok önemli olduğunu ifade etmeye gerek yok. İhtilâlciler ise en başta buna engel olmuş. İşte ‘şahit’in anlattıkları: “Avukat bulmaya çalıştı anneannem. Avukat konusunda da sıkıntı yaşadık. İstanbul Barosu’na bağlı bulunan avukatların Yassıada’da bulunanların dâvâlarını alması yasaklanmıştı. Talip olan avukatların bir kısmı bence darbecilerin isteği doğrultusunda çalışan kimselerdi veya çok genç avukatlardı. Meselâ Hüsamettin Cindoruk 27 yaşındaydı. Zaten kararlar en başından verilmişti. Savunma yapılmış, yapılmamış önemi yoktu. İdamların olacağı belliydi. İmralı Cezaevi’nin müdürünü dinlemiştim. Dâvâlar sürerken ona darağaçlarını hazırlamasına yönelik talimat geliyor. 80-90 darağacı ve sanduka yapması isteniyor. Cezaevi müdürü ‘Mühimmat depolanacak’ diyerek sandukaları, ‘Futbol sahası kurulacak’ diyerek darağaçlarını hazırlıyor. Yassıada’dan adalet diye söz etmek mümkün değil. Hukukun, insan haklarının ihlâl edilmiş olduğu yüz karası bir senaryo. Bu darbeyi yapanlar Türkiye’ye nelere mal olduğunun farkında olmayan insanlar.”

Not: Berat Gecesinin, cümlemizin beratına vesile olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim.

16.08.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

İran’la anlaşmaya ABD–İsrail gölgesi…



ürkiye’nin yanıbaşında enerji kaynakları ve hatları üzerindeki Kafkasya’da Gürcistan ve Güney Osetya üzerinden ABD ve Rusya kavgasının akabinde İran Cumhurbaşkanı Mahmut Ahmedinecat’ın “terörle ortak mücadele” ve “enerji işbirliği” için Türkiye’ye gelmesi, bölgenin barış ve geleceği için oldukça önemli.

Ne yazık ki 1996’dan bu yana İran’dan Türkiye’ye yapılan bu en üst düzey ziyaret, yine “Anıtkabir’e gidip gitmeme” tartışmaları arasında karartılmaya çalışıldı. Oysa Tahran, Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın bulunmadığı Ankara yerine Cumhurbaşkanı Gül’ün de bulunduğu İstanbul’u seçildiğini, önceden duyurmuştu.

Tartışmalarda dikkati çeken husus, İran’ın ABD’nin destek verdiği bölücü terör örgütünün İran kolu PEJAK ve PKK ile mücadele işbirliği başta olmak üzere, geçen yaz imzalanan “mutabakat zabtı” çerçevesinde iki ülkenin petrol ve gaz alanlarında işbirliğini geliştirmesiydi. İran gazını Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşıyacak bir boru hattının döşenmesi konusunda da mutabık kalınmasıydı. Bunun içindir ki İran Petrol Bakanı Gulam Hüseyin Nozari, heyette yer aldı…

ABD VE İSRAİL’İN PERVÂSIZLIĞI…

Ne var ki daha Ahmedinejat gelmeden, içteki “Anıtkabir anaforcuları”dan ve dıştan, özellikle ABD ve İsrail’in açık açık Türkiye’nin dış politikasına müdahâle anlamına gelen ve diplomatik sınırları aşan “engellemeler” yapıldı.

Washington “memnuniyetsizliğini” iletti. Haftalar öncesinden Telaviv, pervâsızca Ankara’nın dâvetiyle yapılan ziyaretin “talihsiz” olduğunu bildirdi. Türkiye’nin Müslüman bir ülke olarak İsrail’e verdiği onca desteğe rağmen…

Bilindiği gibi AKP hükûmetlerinin küresel çaptaki ABD ilişkileri, bölgesel bazda İsrail’le artan işbirliği ekseninde devam ediyor. 15 Temmuz 2004’te Türkiye ile İsrail arasında Ehud Olmert’le Ankara’da, tarımdan tohumculuğa, hayvancılıktan sulamaya, kimyadan enerjiye, telekomünikasyondan turizme, güvenlik ve çevre teknolojilerinden danışmanlığa kadar oldukça geniş alanda işbirliği ve ticaretin gelişmesi imzalandı.

Türkiye’nin GAP ve KOP’u (Konya Ovası Sulama Projesi), Tuz Gölü ve Orta Anadolu köylerini içine alan bu çok kapsamlı anlaşmayla kalmayan Erdoğan hükûmeti, 7 Mart 2007’de Kudüs’te imzaladığı “Türkiye-İsrail karma ekonomik komitesi III. dönem toplantısı mutâbakat zaptı”yla İsrail’le başlatılan ticarî ve ekonomik işbirliğinin kapsamını daha da geliştirdi. Ancak İsrail son demde bütün bunları hiçe saydı.

Yine, Türkiye’nin İsrail Cumhurbaşkanı Peres’in Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’la Annapolis öncesinde Ankara’da buluşturması ve ilk defa TBMM’de konuşturulması jesti de bir kalemde silindi.

İsrail Büyükelçi Goby Leby, Ankara’ya “protesto notası” verdi. Bu bağlamda Telaviv’deki Türk Büyükelçisi Namık Tan İsrail Dışişleri Bakanlığına çağrılarak “ikaz” edildi.

Tıpkı bir yandan Türkiye ile “askerî ve savunma işbirliği”ni en üst noktaya taşırken, Suriye’deki tesisleri bombalayan İsrail savaş uçaklarının yakıt tanklarını Türkiye topraklarına atmasının ardından, Türk Dışişlerinin “nota” vermek yerine salt “izâhat” istemesini bile kale almaması; “özür dilememesi” ve aylarca suskun kalması gibi …

Keza Başbakan’ın “ricâsı” üzerine Kudüs’e giden Türk heyetinin araştırmalarıyla, İsrail hükûmetinin Harem’üş Şerif civarında İslâm eserlerini tahrip eden kazıları durdurulmaması yönündeki Türk araştırma heyetinin raporunu, Olmet’in verdiği söze rağmen hiçe sayması;. aksine büyük bir pervâsızlıkla kazı ve yıkım çalışmalarına daha da hız verilmesi gibi…

MUTÂBAKATA VARILAN

“ENERJİ ANLAŞMASI”NIN AKIBETİ…

İsrail Haaretz gazetesine göre, “Türkiye yanlış yapıyor ve Yahudi soykırımını alenen inkâr eden bir lideri resmî bir ziyarette bulunmak üzere dâvet edip meşruluk kazandırmasından İsrail hayal kırıklığına uğramış…”

Ahmedinejat’ın “modern Türkiye’nin kurucusu Atatürk’e yönelik eleştirileri”, enteresandır Yahudi gazetesinin tepkisini çekmiş. Türkiye’yi caydırmak maksadıyla, “Türkiye İsrail’le dostsa Ahmedinejat Türkiye’ye ayak basmamalıymış” türü ilkellik kokan ırkçı ve “dostluğa yakışmayan” sözlü saldırılar günlerdir devam ediyor.

Ve en ilginci, “AKP hükûmetine uyarısı” üzerine, İran Cumhurbaşkanının gezisinin “resmî devlet ziyareti”nden “çalışma ziyareti”ne dönüştürüldüğü kulislerde konuşuluyor.

ABD ve İsrail’in iki ülke arasında imzalanması plânlanan “enerji işbirliği anlaşmasına sert çıktığı”, bu yüzden aylar öncesinde mutâbakata varılan iki ülke enerji konusunda bir anlaşma sağlanamadığı haberleri geliyor…

Kısacası, Türkiye’nin ortak inanç, tarih ve kültür bağları bulunan Müslüman komşusuyla vardığı ortak anlaşmaya “stratejik müttefiki” ABD ve İsrail’in gölgesi düşüyor. Bakalım, siyasî iktidar bu gölgeyi ne kadar izâle edebilecek?..

16.08.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır