Yol yorgunluğu, gün bitkinliliğiyle eve dönüş için durakta duruyordu… Kendi gibi birine rastladı, o da kaimvalidesine gidiyormuş, şakalaştı arkadaşıyla; damat gelecek diye börekler çörekler hazırlanıyordur diyerek…
Biraz tebessümden sonra ciddileşti arkadaşı; meğer validesi vefat edeli altı gün olmuş, evde Kur’ân okunuyormuş akşamları, onun için gidiyormuş…
Sohbetin rengi değişti, hayata olan bakış farklılaştı, hastalıklardan, ölümden konuşulmaya başlandı… Sokaklar, caddeler ölümü unutturan sefahat seline kapılmış çılgın dalgalar halinde akıyor olsa da, ölümü yanı başlarında, bir adım, bir nefes ötede hissettiler…
Faniliğin fena uyuşturduğu, göz ve gönül boyayan cazibedar çarpık manzaralarına hiçbir şekilde kapılmadık diyecek kadar güçlü değiliz… Nefsaniyetin, şeytaniyetin her yönden, her koldan insîlerin eliyle gelişi, gelişi güzel değil, her şeyi ile şeytanca kurulmuş tuzaklarla olduğunu biliyor olmak bile bazen aldanmaya yetmiyor…
Hastalığı dolayısıyla ameliyat olması gerekiyormuş annesinin, doktor açmış ve kapatmış, yapacak bir şey yok, eve götürün demiş… Son otuz saati sekerat halinde geçirmiş, bakışları belli belirsiz, sanki biraz oraya, biraz buraya bakıyor gibi dalgın ve derin…
Ölüm ânı yaklaştığında çocukları yanında toplanmış, önce biraz ağlamış, sonrasında gülmüş ve gülerek vefat etmiş…
Buradakilerden ayrılıyorum diye ağlıyor, oradakilere kavuşuyorum diye gülüyor; sanki doğum gibi… Ağlayarak doğmak, gülerek ölmek, ağlama ve gülme arasında geçen “ân-ı seyyale” ömür… Ne uzun emeller için çalışıldı, ne bitmez istekler peşinde koşuldu; sevinildi üzünüldü, yetişti yetişmedi, var oldu yok oldu, heyecan duyuldu sükûn solundu… Hepsi bitti, bir “an” a döküldü, ömrü bir nefes yuttu, bazen oldu nefeste bir ömür solundu…
Hayat uykusundan ölüm gerçeği uyandırdı, boş şeylerle heder edilmemiş hayat, ölümü güldürdü… Hayatta diri olunmak isteniyorsa—hele ölülerin ve ölgünlerin yaşadığı bu asırda—ölümün diriltici nefesi daha fazla solunmalı; neye sevileceği neye üzüleceği, neyin ağlamaya değer neyin gülmeye değer olduğunu bilmek için…
En bilinen şey ölüm, en gaflet edilen yine ölüm…
Bir gölgelik zamanda konuşurlarken, birinin otobüsü geldi, gitmeliydi, ayrılık vakti gelmişti, ağlanacak ne vardı bunda, gülerek vedalaştılar, nasıl olsa geçici bir ayrılıktı bu…
Bütün zamanlar bir “ân”a, bütün “an”lar bir zamana dökülüyordu nihayetinde, asıl olan bir “an”da bütün zamanları hissedebilmekti; ömür ağacının çekirdeğini, yine meyvesindeki çekirdeğini, zahirî yaşantıyı, batınî derinliği hepsini birden kuşatan nazara sahip olmaktı gülerek ölmenin anahtarı. Gülerek gitmek duâsıyla…
NOT: Cesim, Abdülbari, Ahmet Beylerin babalarının vefatı zahirde üzdü, İnşallah o da gülerek gidenlerden olmuştur. Yakınlarına sabr-ı cemile, bizlere de ders-i ibrete vesile olsun İnşaallah.
19.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|