"Gerçekten" haber verir 19 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Hakan YALMAN

Suçluluk duygusu ve Berat



Berat Gecesini idrak ettiğimiz bir hafta sonu ardından yeni bir yılın arzuları ve kader programının şekillenişi esnasında Âlemlerin Rabbi’ne taleplerimizi dile getirmişlik duygusu ile yeni bir döneme başladık. Aslında her insanın ruh dünyasında suçluluk duygusu ve günahlarından arınma ve bağışlandığını hissetme arayışı var. Bu anlamda, Berat Gecesini hakkı ile yaşıyor olmak, Hristiyanların günah çıkarma uygulamasından çok daha etkili olmalı. Halinizi ve günahlarınızı insânî vekillere değil, Kâinat Sultanı’na arz etmek çok daha rahatlatıcı ve huzur verici bir hâl. Bütün insanlarda hem suçluluk duygusu fıtratlarının bir parçası, hem de bu duygudan kurtulmak arayışı davranışları içinde önemli bir yer tutuyor. Bu durumla ilgili olarak insanlara psikolojik yardımda bulunmak isteyenlerin telkinlerinden bazı örnekleri şu şekilde sıralayabiliriz:

“Şimdi geçmişte yanlış yaptığını hissettiğin şeyler için kolayca kendini affedebiliyorsun.

“Hatalı olan suçluluk hissettiren şeyler—gerçek ya da hayalî hiç fark etmez, onların bilincinde ya da bilinçaltına gömülü olması da bir şey değiştirmez—bütün suçluluk duyguları için kendini kolaylıkla affedebiliyorsun.

“Normal duygulara sahip olan bir insan olduğun için tüm diğerleri gibi insana özgü hatalar yapman çok doğal.

“Fakat bu hatalar geçmişte kaldı. Ve geçmişi yeniden yazmaya çabalamayı saçma buluyorsun.

“Geçmişte yaşananlar bizim parçamızdır ve bizi insan yapar. Hata yapmasaydık insan olmazdık.

“Suçluluk duygusu hissetmek de bize insan olduğumuzu hatırlatır.

“Suçluluk duygusu insancıl ve duyarlı bir insan olduğumuzu anlatır.

“Hiç suçluluk duygusu hissetmeseydik insan olmazdık.

“Şimdi kendine karşı bir parça nazik olmanın zamanı geldi.

“Hissettiğin suçluluk duygusunun, bilinçaltının yanlış yapıldığını düşündüğü şeyler için kendi kendini cezalandırma biçimi olduğunu kabul et.

“Fakat yapılan yanlış seylere karşılık ihtiyaç duyulan cezalandırma için daima bir sınır vardır. Her duyarlı insan bunu bilir. Ve bu sınıra ulaşıldığında cezalandırmanın devam etmesine daha fazla ihtiyaç ve bahane yoktur.

“Duyarlı bir insan başkalarını kolaylıkla hataları için affedebilir. Öyle ise şimdi kendini affedebilirsin. Tıpkı diğerlerini hataları, yanlış yaptıkları için bağışladığın gibi...

“Çünkü yanlış davrandığını hissettiğin şeyler sadece hataydı. Öyle ise daha fazla cezalandırmaya ihtiyaç duymuyorsun.

“Çoğu zaman, hatta neredeyse her zaman bu hataları yapmıyorsun. Yaklaşık olarak her zaman doğru şeyi yapıyorsun.

“Ve bu yüzden şu anda şu dakikada kendini kolayca bağışlıyorsun. Bağışlıyorsun. Bağışlıyorsun.

“Geçmişte yanlış yaptığını düşündüğün şeyler ile ilgili hissettiğin suçluluk duygularının gitmesine izin ver.

“Bu hisler bilincinde ya da bilinçaltının derinliklerinde gizlenmiş de olsa.

“Şimdi bu hislerin gitmesine müsaade ediyorsun. Kendini bağışladın ve bütün olarak değerli bir insan olduğunu kabul ediyorsun.”

Bütün bu telkinler, bir Hâlık-ı Rahîm, bir Rabb-ı Kerîm olmadan ne kadar havada kalıyor. Affedilmek için bir dayanağı olmayan insanın kendini affetmesi ne derece rahatlatıcı olabilir. Gafur ve Rahîm olan bir Kâinat Sultanı’na köle olmak en büyük hürriyet olsa gerek. Felsefenin ben merkezli hayat algısında kendini affetmek duygusu, nübüvvetin Rabb’e dayanan bakış açısında Sonsuz Rahmet Sahibi bir Zat tarafından affedilmek duygusuna dönüşüyor. Berat bu anlamda bir mü’minin hayatında tarifi imkânsız bir rahatlama ânı. Bu ânı yaşamanın psikolojik sonuçları bir yıl boyunca arınmış ve hâlini arz etmenin rahatlığı ile yeni bir döneme başlamış insan ruhunu temsil ediyor. Rahmeti ile âlemi kuşatan bir Zât’a kul olmak ve O’nun tarafından affedileceğini ümit etmek çok güzel bir duygu. Bu duyguyu Yaşatan’a, işlenen ve işlediğimiz günahlar adedince, bütün insanlar ve cinlerin işlediği günahlara karşılık hissettiği suçluluk duyguları genişliğinde sonsuz şükürler olsun.

19.08.2008

E-Posta: [email protected]




Ahmet DURSUN

Adalet ve kalkınma



Adalet ve kalkınma arasında nasıl bir ilişki söz konusudur? Tarih, tarihe damgasını vurmuş medeniyetlerin terakkîsinde adaletin önemli role sahip olduğunu kaydeder. Adaletsizliğin hükümran olduğu topraklar ise tarih boyunca acı ve gözyaşlarıyla anılagelmiştir. Bediüzzaman’ın “Saadet-i beşeriye dünyada adalet ile olabilir” sözü de bu ilişkiyi gözler önüne serer.

İnsanın tarih boyunca ısrarla aradığı ve semâvî kitapların da özellikle vurguladığı bir kavram olan adalet, Kur’ân’ın dört esasından biridir. Kur’ân-ı Kerim’de ve hadislerde genellikle düzen, denge, denklik, eşitlik, gerçeğe uygun hükmetme, doğru yola iletme, takvaya yönelme, dürüstlük, tarafsızlık gibi anlamlarda kullanılan “adalet” kavramı, “İsm-i Adl”in bir cilvesi olarak yaradılışta da, insanın fizyonomik yapısı ve kâinattaki uyumu, ahengi ve estetik görünüşü ifade eder. Kâinattaki yerli yerindelik, uyum, ahenk ve tekâmül adalet sıfatının tecellîsidir ve modern hukukun bu anlamda Kur’ân’ın ortaya koyduğu adalet düşüncesinden çıkaracağı önemli dersler vardır. Allah inancını öldüren bir modernlik anlayışının gerçek anlamda adaleti tesis etmesi, mutluluğu ve kalkınmayı elde etmesi mümkün değildir. Bu anlayıştan Müslüman toplumlarının ne derece etkilendiği farklı bir konudur; ancak İslâm âleminde de adalet anlayışının ve uygulamalarının genellikle siyasete kurban edilmesi bizim en büyük problemlerimizden biri olmuştur. Bu ne yazık ki bugün de geçerliliğini korumaktadır. Meselâ, Hz. Ömer’in ‘Adalet mülkün temelidir’ sözündeki mülk kâinattaki mükemmeliyeti adalet noktasında ortaya koyar. “Mülk”ü “devlet” olarak algılayıp, beka-yı devlet adına bunu kutsamak ve bu uğurda bir dizi adalet dışı uygulamaları hukuk adı altında yapmak temel yanlışlarımızdan biri olmuştur.

Bugünkü hukuk devleti arayışlarımız, ister istemez, Kur’ân’ın adalet anlayışına yaslanmak zorundadır. Kur’ânî yaklaşım, insanı merkeze alan “hukuk devleti” anlayışının özünü oluşturmaktadır. Buna göre; “Birisinin hatası ile başkası cezalandırılamaz”, “Hak haktır, büyüğüne küçüğüne bakılmaz. Bir fert, umumun selâmeti için dahi feda edilmez. Toplumun selâmeti için ferdin hayatı veya hakkı feda edilemez. Hem bir masumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez.”

Hukuk devleti, insan haklarının gerçekleştiği devlettir. Bizde, hukukun bu anlamda adalet üretememesi hukuk ve adalet ile ilgili tartışmaların özünü oluşturmaktadır. Otoriterizmin kendi varlığını ve çıkarını devam ettirebilmek adına, meşrûluğunu hukukla bağdaştırma çabası ve adaleti kendi çizdiği sınırlar içine hapsetmesi, o sınırlar içinde sıkışmış “sosyal yapı”nın aradığı adaletle veya ideal adalet anlayışıyla örtüşmemektedir. Meselâ; inançlara, fikirlere hukuk adı altında yasaklar getirilebilir, yasaklar yazılı bir hukuk metnine dönüştürülebilir; ancak bu durum hiçbir zaman ideal adalet anlayışının sağlandığını göstermez. Dolayısıyla bugün sivil anayasa oluşturmak isteyenlerin bu olguları göz ardı etmemeleri gerekir. Var olan düzenin devamı adına adalet duygusunu zedeleyecek düzenlemelerden kaçınılmalı, temel dinamik adalet olmalıdır. Modern bir toplum kurmak isteyenler, artık Namık Kemal gibi “Ne mümkün zulm ile bîdâd ile imha-yı hürriyet / Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten” mısralarını mazlûmlara söylettirme alışkanlığından vazgeçmelidirler.

Esas itibariyle adalet, doğrudan ayrılmamak, hakka riâyet etmek, herkesin hakkına tamamıyla riâyet etmek, bir şeyin ya da birinin hakkını vermek, hak tanırlık, doğruluk ve insaf gibi anlamlara gelir. Adaleti, salt insan ve devlet arasında, soğuk mahkeme duvarları arasında cereyan eden ilişkiler şeklinde sığ bir algılamadan kurtulmamız gerekmektedir. Adalet; insanın insanla, insanın içinde yaşadığı toplumla ve diğer varlıklarla; daha da önemlisi Yaratıcısı ile ilişkilerinde en çok ihtiyaç duyduğu bir duygudur. Bir karıncanın incitilmemesinde, bir işçinin emeğinin karşılığı alnının teri kurumadan verilmesinde, bir yetimin gözetilmesinde, bir kimsenin malının gasbedilmemesinde, kulluk bilincine varılmasında önemli saik hep adalettir; adalet olmalıdır.

Adalet duygusunun yok olması ise beraberinde yozlaşmayı, kokuşmayı ve gerilemeyi getirir. Dolayısıyla, kalkınmayı hedefleyen ve eşitliği esas alan cumhurî bir idarenin, “adalet ve kalkınma”nın şaşaalı tabelâlardan ibaret olmadığını iyi bilmesi gerekir.

19.08.2008

E-Posta: [email protected]




Fatma Nur ZENGİN

4. Dünya Gençlik Kongresi



Yıllardır yurt içi ve yurt dışı olarak seyahat etmeme rağmen, okyanus aşırı ve en uzun hava yolculuğumu bu sefer gerçekleştirdim. Avrupa’da seyahat etmenin verdiği alışkanlıkla Kanada’daki priz girişlerine uyacak ekstra priz aparatı getirmemiş, Türkiye ile zaman farkının bu kadar uzun olduğunu da unutmuş olduğumu anladığımda, geçen haftaki yazımı göndermek için vakit çok geç olmuştu. Kanada şartlarına uyan bütün donanımlara bu hafta içerisinde kavuşur kavuşmaz, bu semalarda neler oluyor, biraz anlatmak istedim.

Burada dünyanın 120 ülkesinden her renk, ırk, dil, din ve etnik kökene sahip 500 genç, Türkiye’yi temsilen burada bulunan bir grup gençten biri âcizane ben olmak üzere, 4. Dünya Gençlik Kongresi için toplanmış bulunmaktayız. İnsanların ayrım gözetmeksizin aynı anda, dünyanın dört bir yanından aynı amaçlar çerçevesinde bir araya gelmeleri muhteşem bir olay. Sabah kahvaltısını bir Madagaskarlıyla, öğle yemeğini bir Norveçliyle, akşam yemeğini de Panamalıyla yiyebiliyorsunuz. Ve bütün bunlar “Neden dünyada hâlâ savaş var, hâlâ ırkçılık var?” sorularını akla getiriyor. Bu soruları herkes kendisine de soruyor, ama elle tutulur bir cevap alan henüz çıkmadı. Eğer gençler bugünün ortağı ve geleceğin liderleriyse ve savaşsız, kavgasız, barış içinde bir arada olabilmeyi, paylaşabilmeyi, gülümsemeyi başarabiliyorlarsa; bizi çok güzel bir gelecek bekliyor demektir.

Geçtiğimiz haftalarda Binyıl Kalkınma Hedeflerini (MDG) detaylı olarak ele almıştım. Bu hedeflere ulaşmanın sağlanmasının ve sürdürülebilirliğinin, kongrenin en temel amaçlarından biri olduğunu düşünürsek, burada bulunan bilinçli gençlerin bunu gerçekleştirebileceğine olan inancımız da artar. Kimi 20, kimi 30, kimi 2–3 saatlik yolculuk sonucunda Quebec Şehrinde, Laval Üniversitesi kampüsünde iki haftalığına bir araya gelen dünya gençliğinin temsilcileri olan bizler, etraflarımızda gerçekleşen olaylara bir çözüm bulabilmek, bunların yanı sıra daha çevreci, daha tutumlu, daha bilinçli hayat sürdürmenin önemini vurgulamak üzere çeşitli aktiviteler çerçevesinde bir program geçirmekteyiz.

Quebec eyaleti Kanada’nın Fransızca konuşulan bölgesi olduğu için, hemen hemen herkes İngilizce biliyor olsa bile, zaman zaman zorluklar yaşamıyor değiliz. Özellikle yemekler esnasında bütün yemek isimlerinin Fransızca yazılmış olması, farklı din mensuplarının her yemek esnasında tek tek yemek adı ve muhtevasını sormasına sebep oluyor. Ben de birkaç gün önce acaba çorba sebze çorbası mı değil mi diye Fransızca yazılanları anlamaya çalışırken, Kanadalı olan ve kaldığımız üniversitenin öğrencisi olan bir gencin yanıma gelip “Merak etmeyin, bu sebze çorbasıdır. Ben de Müslümanım (Elhamdülillah), tereddüt etmenizi anlayabiliyorum. Ama rahatlıkla yiyebilirsiniz” demesi üzerine, hem rahatlıkla yemeğimi yedim, hem de burada kongre ekibinden olmayanların arasında da farklı dinlere mensup insanların bulunmasına sevindim.

Cuma günü bütün Müslüman gençler bir araya gelerek kendilerine tahsis edilen yerde Cuma namazını kıldılar. Bunun öncesinde belki de Laval Üniversitesi kampüsünde ilk defa ezan okundu. Bu da gençlerin bir aradayken ne kadar hoşgörülü ve duyarlı olduklarının bir göstergesidir. Herkes din, dil, dış görünüş ayrımı yapılmaksızın aynı çatı altında misafir edilmenin mutluluğunu yaşarken, geleceğin liderleri olarak ortak problemlerine çare aramayı da ihmal etmiyorlar. Katıldığımız dinler, nesiller ve uluslar arası diyalog çalışma grubunda da birbirinden farklı inanışlara sahip onlarca gencin hoşgörü, karşılıklı saygı ve anlayış çerçevesinde barış ve huzur içerisinde bir arada bulunup, ölçülü şekilde konuşup tartışarak güzel bir çalışma gerçekleştirdiklerine şahit olduk.

İnsanların çeşit çeşit problemler yaşadığı, ülkelerinde içecek suyu bile olmayıp gölden aldıkları suyu içen insanların bulunduğu, bunun yanı sıra, çeşmelerinden akan suyun temiz ve içilebilir su olmasına rağmen hazır şişe suyu alan insanların sayısının artışı; iletişim eksikliği, teknolojinin her yere aynı ölçüde ulaşmamış olması, birçok gencin vize sorunu yaşayarak kongreye katılamamış olmasına rağmen, bu dünya gençliği ümitvar olup, el ele vererek, inançlarını yitirmeden bir şeyleri değiştireceklerine inanıyorlar.

2010 yılındaki Dünya Gençlik Kongresine ev sahipliği yapacak ülkemizin de, stratejik ve coğrafî açıdan sahip olduğu konum ve farklı dinlere, dillere mensup insanların aynı çatı altında yaşadığı bir ülke olması açısından, kongreyi birkaç adım daha ileriye taşıyacağını ve Dünya Gençlik Kongreleri serilerinde çok olumlu ve büyük değişikliklere sebep olacağını umut ediyoruz. Bizler genç nesil olarak elimizden geleni yapacağız ve Türkiye’nin, Türk gençliğinin herkese örnek olduğunu, dünyanın dört bir yanını birbirine bağlayan bir gönül köprüsü olduğunu İnşallah ispatlayacağız.

19.08.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

“Baba cinneti!” mi, alkolik veya sarhoş cinayeti mi?



“KEMALİST, eyyamcı-solcu” ile magazin basının, kitle iletişim vasıtalarının, “medyanın” verdiği zararı; fert, aile ve topluma yaptığı tahribatı hiçbir kesim yapmamıştır. Haberleri çarpıtmakta, uydurma haber yapmakta üstüne yoktur. Eskiden müftünün koyunu çalınır, “Müftü koyun çaldı!” diye yazılırdı. Şimdilerde daha kamuflajlı yapılıyor. Bu işi takip edelim:

“Kilis’te, cinnet getiren baba önce karısı ile 4 çocuğunu öldürdü, ardından da intihar etti. Tüm kenti şok eden olay İsmet Paşa mahallesi, Mutlu sokak, Ölmez apartmanında dün sabah saat 05.00’te meydana geldi. Yaklaşık 6 aydır eşiyle aralarında sorunlar olduğu öğrenilen Ökkeş Çelebi (40), dün alkollü halde sabaha karşı eve geldi. Daha sonra uyumakta olan eşini uyandıran Çelebi ile karısı arasında şiddetli bir tartışma başladı. Bu sırada kontrolünü kaybederek tabancasına sarılan Ökkeş Çelebi, önce…”1

İşte gazetenin sürmanşeti: “Baba Cinneti… Baba cinnet getirdi tüm ailesini öldürdü…”

İşte çarpıtma bu kadar olur! Sarhoş serserinin, alkol yüzünden işlediği cinayet, “cinnet!” diye lanse edilir; içki, alkol, kamufle edilir! Bu dürüstlük değil. Hem ayıp, hem şarlatanlık… Bu haberi ayık olan hazırlayıp, manşete sürebilir mi? Ey meslektaş demeye haya ettiğim gazeteci!

Şimdi de şu magazin haberciliğinin tuzaklarını deşifre eden tuzağa bakınız (Kimi zaman da medyanın magazin tuzağına tuzak kuruluyor!):

“İtalya’nın radikal eski dış ticaret bakanı Emma Bonino, sadece magazin haberlerine önem verilmesine kızınca, tuzak kurup ilginç bir şekilde intikam aldı. Roma’da düzenlenen FAO Dünya Açlıkla Mücadele Zirvesi’ndeki açıklamalarının haber yapılmamasına sinirlenen Bonino, bir dergiye ‘Bu yaşımda aşık oldum, çok mutluyum’ dedi. Haberin çıkmasıyla birlikte telefonları kilitlendi, evinin önü paparazzilerle dolup taştı. Bunun üzerine Bonino, ‘Aşık filan olmadım. Sadece sizleri sınadım. Ciddî şeylerle uğraşın’ diyerek şöyle sitem etti: ‘Maalesef dünyadaki ciddî ve hayatî olayları yansıtmak için yaptığımız çağrıları medya duyurmuyor. Ama benim medyayı denemek için uydurduğum bir aşk hikâyem, magazin basınında çarşaf çarşaf yer buluyor.’”2

Matbuât (medya) halkın gözü ve kulağıdır. İki temel görevi vardır: Doğruya, iyiye, güzele teşvik; çirkin, kötü, yanlış ve suistimallerden uzaklaştırmalı.

“Gazeteler iki kıyas-ı fâsid cihetiyle ve haysiyet kırıcı bir neşriyat ile ahlâk-ı İslâmiyeyi sarstılar. Ve efkâr-ı umumîyeyi perişan ettiler.

Ey gazeteciler! Edipler edepli olmalı, hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddip olmalıdırlar. Matbuat nizamnâmesini (basın kanunu ve ahlâkını) vicdânlardaki hissi-i diyanet tanzim etsin.”3

“Ve onların sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten bîtarafane çıkmalı. Ve matbuât nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa tanzim etmeli. Halbuki, siz iki kıyâs-ı fâsidle, yâni taşrayı İstanbul’a ve İstanbul’u Avrupa’ya kıyas ederek efkâr-ı umumiyeyi bataklığa düşürdünüz. Ve şahsî garazları ve fikr-i intikamı uyandırdınız. Zira; elif bâ okumayan çocuğa felsefe-i tabîiye dersi verilmez. Ve erkeğe tiyatrocu kadın libâsı yakışmaz: Ve Avrupa’nın hissiyatı, İstanbul’da tatbik olunmaz. Akvâmın ihtilâfı, mekânların ve aktârın tehâlüfü, zamanların ve asırların ihtilâfı gibidir. Birisinin libası, ötekinin endamına gelmez.”4

Dipnotlar:

1- Sabah, 15 Ağustos 2008.; 2- Basın, 28 Haziran 2008.; 3- Hutbe-i Şâmiye, s. 109.; 4- A.g.e., s. 25-26.

19.08.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Hüseyin EREN

Gülerek ölmek



Yol yorgunluğu, gün bitkinliliğiyle eve dönüş için durakta duruyordu… Kendi gibi birine rastladı, o da kaimvalidesine gidiyormuş, şakalaştı arkadaşıyla; damat gelecek diye börekler çörekler hazırlanıyordur diyerek…

Biraz tebessümden sonra ciddileşti arkadaşı; meğer validesi vefat edeli altı gün olmuş, evde Kur’ân okunuyormuş akşamları, onun için gidiyormuş…

Sohbetin rengi değişti, hayata olan bakış farklılaştı, hastalıklardan, ölümden konuşulmaya başlandı… Sokaklar, caddeler ölümü unutturan sefahat seline kapılmış çılgın dalgalar halinde akıyor olsa da, ölümü yanı başlarında, bir adım, bir nefes ötede hissettiler…

Faniliğin fena uyuşturduğu, göz ve gönül boyayan cazibedar çarpık manzaralarına hiçbir şekilde kapılmadık diyecek kadar güçlü değiliz… Nefsaniyetin, şeytaniyetin her yönden, her koldan insîlerin eliyle gelişi, gelişi güzel değil, her şeyi ile şeytanca kurulmuş tuzaklarla olduğunu biliyor olmak bile bazen aldanmaya yetmiyor…

Hastalığı dolayısıyla ameliyat olması gerekiyormuş annesinin, doktor açmış ve kapatmış, yapacak bir şey yok, eve götürün demiş… Son otuz saati sekerat halinde geçirmiş, bakışları belli belirsiz, sanki biraz oraya, biraz buraya bakıyor gibi dalgın ve derin…

Ölüm ânı yaklaştığında çocukları yanında toplanmış, önce biraz ağlamış, sonrasında gülmüş ve gülerek vefat etmiş…

Buradakilerden ayrılıyorum diye ağlıyor, oradakilere kavuşuyorum diye gülüyor; sanki doğum gibi… Ağlayarak doğmak, gülerek ölmek, ağlama ve gülme arasında geçen “ân-ı seyyale” ömür… Ne uzun emeller için çalışıldı, ne bitmez istekler peşinde koşuldu; sevinildi üzünüldü, yetişti yetişmedi, var oldu yok oldu, heyecan duyuldu sükûn solundu… Hepsi bitti, bir “an” a döküldü, ömrü bir nefes yuttu, bazen oldu nefeste bir ömür solundu…

Hayat uykusundan ölüm gerçeği uyandırdı, boş şeylerle heder edilmemiş hayat, ölümü güldürdü… Hayatta diri olunmak isteniyorsa—hele ölülerin ve ölgünlerin yaşadığı bu asırda—ölümün diriltici nefesi daha fazla solunmalı; neye sevileceği neye üzüleceği, neyin ağlamaya değer neyin gülmeye değer olduğunu bilmek için…

En bilinen şey ölüm, en gaflet edilen yine ölüm…

Bir gölgelik zamanda konuşurlarken, birinin otobüsü geldi, gitmeliydi, ayrılık vakti gelmişti, ağlanacak ne vardı bunda, gülerek vedalaştılar, nasıl olsa geçici bir ayrılıktı bu…

Bütün zamanlar bir “ân”a, bütün “an”lar bir zamana dökülüyordu nihayetinde, asıl olan bir “an”da bütün zamanları hissedebilmekti; ömür ağacının çekirdeğini, yine meyvesindeki çekirdeğini, zahirî yaşantıyı, batınî derinliği hepsini birden kuşatan nazara sahip olmaktı gülerek ölmenin anahtarı. Gülerek gitmek duâsıyla…

NOT: Cesim, Abdülbari, Ahmet Beylerin babalarının vefatı zahirde üzdü, İnşallah o da gülerek gidenlerden olmuştur. Yakınlarına sabr-ı cemile, bizlere de ders-i ibrete vesile olsun İnşaallah.

19.08.2008

E-Posta: [email protected]




Ali OKTAY

Herkes farklı duyar



Birgün Hz. Mevlânâ şöyle dedi. “Biz güzel seslerde Cennet kapılarının açılış seslerini duyuyoruz”.

Orada bulunan içi boş biri de bu sözü onaylar gibi yaparak kendini göstermek istedi ve “Bunu biz de duyuyoruz “dedi. Hz. Mevlânâ bu sahteliğe şu ibretli cevabı verdi:

“Hayır hayır. Senin duyduğun ses benim duyduğum değildir. Senin duyduğun ses Cennet kapılarının kapanma sesidir. Mûsıkî; aşığın aşkını, fasıkın fıskını arttırır’’.

Bir Tebessüm.

“Kahramanmaraş’ta yayın yapan Bir Tebessüm dergisinden arıyorum” demişti telefondaki hanım kardeşimiz. “Acaba Temmuz- Ağustos ayında yayınlanacak müzik konulu sayı için bir yazı yazabilir misiniz?” diye ricada bulunmuştu. Doğrusu Anadolu’muzun bu nezih ilinde ve Sütçü İmam’lar diyarı Kahramanmaraş’ta yayınlanan bir dergi için hatırlanmak, yazı istenmek hoşuma gitmişti. “Hay ha”y dedim “memnuniyetle.” Derginin ismi de ne kadar sıcaktı. Günlük hayatın koşuşturmaları, hay huyu içinde çoğu zaman en yakınımızdaki eşimizden dostumuzdan bile esirgediğimiz bir şey değil miydi bir tebessüm. Yazıyı gönderdim ve merakla derginin gelmesini bekledim. Nihayet postadan gelen biraz ağırca paketi açtığımda 3 dergi ve şiirlerin yer alığı bir küçük kitapçığın çıktığını gördüm. “Bir Tebessüm. Aylık toplum ve fikir dergisi.” Kapak konusu: Müzik ruhun gıdası mı?” Pırıl pırıl kuşe kâğıda basılı, kaliteli, özenli sayfa düzeni ve muhtevası ile dergiyi bir çırpıda inceledim ve özellikle müzikle ilgili yazıları okumaya başladım. Derginin genel yayın yönetmeni Mahmut Çokparlamış giriş yazısında “Her iş, amel ve davranışta “orta yolu “tavsiye eden yüce dinimiz; mûsıkî için de belirli sınır ve ölçüler koymuştur. Bu çerçevenin dışında hemhâl olunan mûsıkî ise nefsi ve şehveti azdırıcı, haram ve gayrimeşrû yollara itici ‘nefse gıda, ruha zehir’ etkisi yaparak; fertleri ve toplumu sefahate itici tesirler oluşturmaktadır” tesbitini yapıyor. Derginin sahibi ve aynı zamanda Bir Tebessüm Derneği Genel Başkanı, yazar Cevdet Alperen ‘’Müzik demişiz ama bizim olmayan sesi ve soluğu taklit etmişiz. San'at adına san'ata isyan etmişiz. Kendi inanç ve ruh dünyamızda yaşayan müziği unutunca müziksiz ve san'atsız bir millet olmuşuz” diyor yerinde olarak. Cuma Tahiroğlu, toplumsal açıdan mûsıkîye bakış konusunu işlediği yazısında özellikle dini mü-ziğimize toplumumuzun bakış açısından şikâyet ediyor. ’’Makul olmayan mûsıkiye tepki adına çocuklar ile halk ile aranızı açmayın. İslâmın ferasetini koyarak devreye, makul yaklaşın en azından müsbet mûsıkili toplantılara’’ diyor. Sağlık spor ve müzik arasındaki ilişkiye değinen Durdu Şahin “Müzik de insanı dinlendirir, dillendirir, acılarını dindirir, sevinçlerini çoğaltır iş yapma zevkimizi geliştirirken bazı hastalıkları da tedavi eder” diye yazıyor. Derginin bu sayısındaki sohbet konuğu ise Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul Tarihî Türk Müziği Topluluğu Müdürü Ömer Tuğrul İnançer olmuş. Böylesi bir kapak konusu için seçilebilecek en isabetli müzik adamlarından biri ile yapılan sohbet hakikaten doyurucu bilgilendirici ve faydalı olmuş. Narin Demirci’nin yaptığı röportajda “Sizce ruhun gıdası nedir?’’ sorusunu Ömer Bey, “Müzik bütün güzel san'atlar gibi insanın taşıdığı yüksek duygu ve düşünceleri yansıttığında san'at olur. İnsan eşref-i mahlûkat olarak elbette ki ulvî işlerle meşgul olmalıdır. Süfli işler eşref-i mahlûkata yakışmayacağı gibi müzikte de böyle ulvî duygular yansıtılmalıdır’’ şeklinde cevaplıyor. Derginin kapak konusu için yazdığım yazıya başlık koymamış ve kendilerine bırakmıştım. Dergi yayın kurulu ise “Müzik adamı olabilmek “başlığını uygun görerek yazımızı neşretmişler. Dolu dolu müzik konusunun işlendiği bir sayı olmuş “Bir Tebessüm.’’ Edebî ve san't içerikli gazete, dergi gibi kültürel yayınların ne yazık ki toplumda tiraj anlamında pek rağbet görmediği satış sıkıntısı yaşadığı gerçeği bilinmekteyken, Kahramanmaraş’ ta böylesine bir dergi çıkarma gayreti taşıyan dergi sahip ve emektarlarını tebrik ediyor, çalışmalarında başarılı olmalarına duâ ediyoruz.

Güzel sözlü tebessümlü olmalı

Büyüklerden bize gelen tavsiye

Güzel sözlü tebessümlü olmalı

İnsanın ölçüsü edeb, terbiye

Güzel sözlü tebessümlü olmalı

Tevazu insanlar bakmaz yüceye

Somurtkan çehreler benzer geceye

Talebe her zaman her an hocaya

Güzel sözlü tebessümlü olmalı

Yedirirken bir fakire aşını

Bitirirken bir borçlunun işini

Okşar iken bir yetimin başını

Güzel sözlü tebessümlü olmalı

Aslında 16 dörtlükten oluşan bu şiirin yer darlığı sebebiyle sadece 3 kıtasını aldım. Şiir ise Bir Tebessüm dergisinin okuyucularına hediye olarak verdiği Hasan Kısa’nın şiirlerininden oluşan kitapçıktan. İçinde 29 şiirin bulunduğu 68 sayfalık kitapta şairin Üstad Hazretleri içinde yazdığı “Üstadım “isimli bir şiiri de bulunuyor. Diyor ki şair

“Ey büyük mücahid, büyük kahraman / Asrın müceddidi Bediüzzaman / Bu sendeki ilim sendeki iman / Denizlerden daha derin Üstadım / Örnek Risâle-i Nur Üstadım. ’’

Peki Hasan Kısa kimdir? 1944 yılında K. Maraş’ın Hartlap Köyünde doğmuş, ilkokul eğitiminin ardından köyün ve çevrenin öğretmenlerinden dinî eğitim almış. Bağkur emeklisi olup çiftçilikle uğraşan şair halen doğduğu köyde ikamet etmekte. Gördüğünüz gibi Anadolu’muz, köylerimiz şairler yatağı, hassas gönüller diyarı.

Şair: Hasan Kısa

19.08.2008

E-Posta: alioktay@alioktay. net




Mustafa ÖZCAN

Kur’ân’da UFO’lara işaret var mı?



Bir zamanlar Tevrat’ta dinozorlara işaret yok diye Hahamların dinozor tasvirlerine karşı çıktıklarını hatırlıyorum. Tevrat uzmanı değilim dolayısıyla orada neyin ne olduğunu pek de bilmiyorum. Kur’ân-ı Kerim’e gelince, ahirzaman müteşabihatı içinde dabbetü’l arz gibi kavramlar var. Gerçekten de dabbetü’l arz neye işaret ediyor? Yorumlara açık. Ama yorumların isabet yüzdesi de zanni. Daha doğrusu hakikatıyla yüzleşinceye kadar insanların hayallerini süslemeye devam edecek. Bir hakikatın onlarca versiyonu olacak. Kur’ân-ı Kerim’in bütün sûre ve âyetleri bütün zamanlara bakabileceği gibi Kehf Sûresi gibi sûreler özel olarak ahirzaman dilimine bakıyor. Fitne dönemlerinde bu sûrenin okunması tavsiye edilmiş. Sadece tilâveti açısından olmasa gerek. Bu okumakta elbetteki tedebbür payı da olmalı. Yaşadığımız çağa uygun olarak bu konularla ilgili literatür de giderek artıyor. Bu literatür artışı da yaşadığımız çağın anlamıyla tenasüp içinde ve hâlinde. Bu bağlamda, gezegenimizin dışında başka canlılar ve insanoğlunun muhtemel partnerlerinin olup olmadığı sürekli merak konusu olmuştur. Zihnimizi kurcalamıştır. Bu mesele gizli ilimlere olan ilgiyi ve alâkayı arttırmıştır. Burada iki farklı boyut var. Bunlardan birisi insan dışı akıllı mahlûkatın olup olmadığıdır. İkinci kademede ise varsa bunların yeraltında mı yoksa gezegenimizin veya dünyamızın haricinde mi olduğu keyfiyetidir. Bu bağlamda, UFO’ların varlığı tartışmalı olduğu gibi onların dünyalı mı yoksa başka gezegenlerin canlıları mı olduğu yine hayali süsleyen tartışmalı meseleler arasındadır.

Ergenekon soruşturması bağlamında Agarta gibi meseleler gündeme gelince yeniden bu konulara ilgili artmış ve hummalı bir neşriyat ve yayın faaliyeti başlamıştır. Bu bağlamda ben de merakımdan konuyla ilgili birkaç kitap aldım ve okumaya başladım.

***

Bu meselenin esrarengiz boyutlarından birisi Hitler’in esrarengiz hayatı ve akibetidir. Onun esrarlı hayatı ve akibetiyle alâkalı olarak i’mali fikirler devam ediyor. Onun bazı Nazi subaylarıyla birlikte Latin Amerika’ya kaçtığı bile ileri sürülüyor. Bütün bunlar Agarta efsanesi veya meselesi bağlamında tartışılıyor. Hitler’in yeraltındaki gizli uygarlıklarla temasa geçtiği anlatılıyor. Yeraltında ruhanî ve cinlere dair hayatların olduğunu biliyoruz ama Turgut Gürsan ve yazdığı Agarta kitabına göre yeraltında sadece ruhanî varlıklar veya hayatlar değil aynı zamanda fizikî hayatlar dahi vardır. Bunun bir boyu da UFO’lara aittir. Turgut Gürsan’ın kitabını okurken elime el-Mecelle dergisinin son sayısı geçti. İyi mi, orada da ciddî iki yazarın UFO’lar ve kâinattaki muhtemel diğer canlı türleriyle ilgili faraziye veya tasavvurlarına rastlamayayım mı? Bu da bize müteşabihat alanıyla yeniden ve ciddî ilgilenmemiz gerektiğini ihtar ediyor. Sonuçta başkaları buluyor bu bilgileri biz de kıyısından köşesinden ortak oluyoruz. Öyle mi olmalı? En azından bu konuyla ilgili kültürel mirasımızı gözden geçirmeliyiz. Mısırlı yazar Enis Mansur’un tercihli mevzularından birisi bu alan veya yakın alanıdır. El- Mecelle yazarlarından Suriyeli Diplomat Riyad İsmet “Diğer canlılarla uzay teması’ başlıklı yazısında UFO’ların varlığına meylettiği anlaşılıyor. Cidde ve birçok Arap ülkesinde görüldüğüne dair tanıklıklara ilâve olarak Riyad İsmet Avrupa eğitimi görmüş iki arkadaşının farklı zamanlarda kendisine Şam’da UFO’ları gördüklerini yemin billah ile anlattıklarını ve görüntünün arkasından izahı olmayan bir şekilde elektriklerin kesildiğini hatırladıklarını aktarıyor. Bu hususta geçmişte Kuveyt’te yayınlanan El- Arabi ve benzeri dergilerde çok sayıda makale yayınlanmıştı.

***

Riyad İsmet, Japonların uzaylı canlılar hipotezini ve faraziyesini ciddiye aldığını ve bu ihtimale karşı teknolojik hazırlıklar yaptığını hatırlatıyor. Sadece Japonlar değil Kuzey Korelilerin de benzeri çalışmalar yaptığını aktarıyor. Çok ilginç bir şekilde aynı derginin diğer yazarlarından Halis Çelebi de yazısını aynı konuya hasretmiş, ayırmış. O da NASA’nın ayın yüzeyinde kurmaya çalıştığı Fresip Project ile uzay cisimlerini ve samanyolumuzdaki diğer 5 bin güneşin hareketlerini izlemeye aldığını ve buralarda canlı olup olmadığını anlamaya çalıştığını irdelemektedir. Yine bu bağlamda Amerikalılar ARECIBO bölgesinde MCSA ile yabancı ve bildik sesleri dinleme ve tarassut altına aldığını ifade ediyor... ECHELON sistemiyle beşeri dinleyen Amerikalılar aynı şekilde MCSA gibi program veya projelerle de muhtemel yabancı canlıları dinlemeye çalışıyor. Bu noktada en dikkat çekici hususlardan birisi Amerikalıların ketumiyeti. Bilgileri insanlarla paylaşmamaları. Bu noktada Carter’ın Beyaz Saray’a gelmeden önce devletin bu noktada bildiklerini halkla paylaşacağına dair söz verdiği ama yönetime geldikten sonra bu sözlerini unuttuğu hatırlatılıyor. Devlet sırrı olmasından mıdır acaba?

Isaac Asimov bir gezegenin üzerine medeniyetin ancak 600 bin yıl içinde teşekkül edebileceğini öngörüyor. Dünyada medeniyet son 6 bin yıl içinde geçmiş. Belki Tevrat’ın dünya tarihiye alâkalı ifadelerini buna hamletmek gerekir. Yine Asimov’a göre, değişik gezegenler üzerinde yaklaşık olarak 270 medeniyet yaşamaktadır. Dünyada ise döngüsel olarak 21 veya 20 küsûr medeniyetin yaşadığı ve yok olduğu biliniyor. Asimov, diğer gezegenlerdeki medeniyetlerin okur yazarlık seviyesine geldiğine inanıyor. Bunlardan sadece 20’sinin insanlığın ulaştığı son nokta olan çağdaş medeniyet seviyesine ulaştığına inanıyor. İçlerinden sadece 10’u ise dünyanın yaşadığı teknolojik devrimi yakalamıştır. Asimov’a göre bunlardan sadece ikisi nükleer silâhları keşfetme ve kullanma aşamasına gelmiştir. Bu ise medeniyetteki bıçak sırtı dönemdir. Kendisini yok ederek sıfırlayabilir. Bu da insanlığın kıyametidir. Muhyiddin Arabi gibi zevat başka Adem’lerden bahsetmiştir. Abdussabbur Şahin’in ise bu müteşabih alanda yazmış olduğu Ebi Adem kitabı ise Ezher ulemasının tepkilerini çekmiştir. Zira insanı Adem (insan) ve ondan öncekiler (beşer) diye ikiye ayırmıştır. Gerçekten de diğer gezegenlerde başka Adem’ler var mı ya da ‘yeraltındaki gizli uygarlıklarda’ benzeri Adem’ler var mıdır? Isaac Asimov ve benzerleri bir tarafa Kur’ân bu konuda ne diyor: Yeri ve gökleri yaratmak ve onların ikisinde de (besse fihima) dabbe ve canlıları yaratmak onun âyet ve nişaneleri arasındadır. Dilerse onları buluşturmaya da kadirdir… (Şura : 29)”

Burada Kur’ân insan ve benzeri canlılar için ortak bir isim kullanıyor. Dabbe... Demek ki kâinatın diğer bölgelerinde de dabbeler veya ademler var. Ve bu dabbelerden birisi de ahirzaman işaretlerinden olan Dabbetü’l arz’dır. Aslında Kur’ân bize en kestirme bilgiyi veriyor ama bizler ancak başka işaretleri aldıktan sonra ona yönelebiliyoruz. Bunda da bir sır var. İmtihan sırrı. Kur’ân-ı Kerim bunun neden böyle olduğunu şöyle ifade ediyor. Önce gerçeği nefislerinde ve afakta keşfedecekler sonra da Kur’ân’a teslim olacaklar. Nitekim 41’inci Sûrenin 52’inci âyeti aynen şöyle buyuyor: “Âyetlerimizi ve işaretlerimizi afakta ve kendi nefislerinizde göstereceğiz; ta ki, Kur’ân-ı Kerim’in hak olduğu ortaya çıksın, anlaşılsın…”

Okurlarımın bilgisine: Bazı okurlarımın ihtar ettikleri gibi, ‘Yedek ideoloji ve lojistik kıta’ başlıklı yazımda Ahmet Özcan (Seyfettin Mut) ve İhsan Eliaçık’ın bazı fikir ve görüşlerinin her ne kadar ulusalcılarla aynı zemini paylaştığı ve onların fikirlerine zaman zaman mesnet teşkil ettiği ifade ediliyorsa da kesinlikle bu isimlerle Ergenekon veya benzeri mahfiller arasında gizli veya açık bir bağın olduğu kastedilmemiştir. Bu noktada yanlış anlamalara imkân verebilecek ifadeleri tavzih ederken aksini iddia etmenin zaten bilgi ve ilgi alanımızı aşacak bir boyut taşıyacağını şahsen hatırlatmayı bir borç bilirim. Keyfiyeti okurlarıma arz ederim.

19.08.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Gençliği Koruma Kanunu” ve AKP (1)



Gürcistan yönetiminin ABD’nin ittirmesiyle Güney Osetya’ya girmesi ve Rusya’nın karşı müdahâlesiyle başlayan Kafkasya’daki çatışmalar ve karışıklık ile İran Cumhurbaşkanının Türkiye ziyareti üzerine yoğunlaşan kamuoyu, birçok iç konuyu yeterince tartışamadı.

“Kapatılmama kararı” sonrasında siyasî iktidarın gidişâtını ortaya koyan çarpıcı gelişmelerden biri de şüphesiz AKP Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Edibe Sözen’in hazırladığı Gençliği Koruma Yasası teklifini geri çekmesi oldu.

Türkiye’nin demokrasi ve özgürlüklerde standartlarına ulaşmayı hedeflediği AB ülkelerindeki tatbikatı örnek alan Edibe Sözen’in hazırladığı taslak, pornografik yayınların 18 yaş altındakilere kimlik numarasının beyânı ve imzası karşılığında satılması ve bayilerin bu bilgileri Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’ne bildirmesi düzenlemesini getiriyor. Yine AB müktesebatına göre devlet tarafından üniversitelerde ibadethane açılması, ayrıca, pornografik yayın yapan dergilerin, kapalı kırmızı poşette, ağızları dikişli olarak satılmasını zorunlu hale getirtiliyor. Taslağa göre 18 yaşından küçükler internet kafelere giremeyecek; restoran, bar ve discolara sadece velileriyle girebilecekler…

TEDBİR TEKLİFLERİ,

DOĞMADAN ÖLDÜRÜLDÜ…

Dünyadaki ürküten tabloya paralel olarak, Türkiye’de son yıllarda gençliği zehirleyen uyuşturucu yayılması, alkol ve madde bağımlılığı “felâket!” sinyallerini veriyor. Geçtiğimiz dönem Meclis Sokak Çocukları Araştırma Komisyonunun hazırladığı rapora ilâve olarak en son Meclis Uyuşturucu ile Mücadele Komisyonunda ortaya konulan rakamlar, “dehşet tablosu”nun vahametini su yüzüne çıkarıyor. Bu bakımdan Sözen’in teklifi, gençliğin geleceği için oldukça hayatî önem taşıyor…

Ne var ki bütünüyle AB ülkelerinde uygulanan, gençlerin ve çocukların uyuşturucu, içki, her türlü kötü madde bağımlılığı ve sanal kumara karşı kısmen de olsa yasal ve ahlâkî tedbirler getiren bu teklifler, 28 Şubat “postmodern darbe” döneminde “irtica tehdidi” sendromuyla ortalığı velveleye veren ve son altı yıldır iktidar partisini destekleyen mâlum medya tarafından serişte edildi.

Sözen’in İstanbul Üniversitesinde öğretim üyesi olduğu yıllarda bilhassa yasa dışı başörtüsü yasağıyla mağdur edilen öğrencilerin eğitim haklarına ne kadar sahip çıktığı ayrı bir tartışma konusu.

Ancak iktidar partisi Merkez Yönetim Kurulu üyesinin bir eğitimci olarak Türkiye’de toplumun, özellikle gençlerin korunmasını esas alan önerisinin yalnız sözkonusu mihraklardan değil, partisinden de “tepki” görmesi, dikkat çekici.

Önce mâlum mihraklar, Sözen’in bütün insanlığın şikâyetçi olduğu, gençliği bunalıma itip mahveden, nesilleri yok eden ahlakî krize karşı tamamen AB müktesebatından aldığı önerileri, “fişleme”, “izlenme” ve “özgürlüklerin kısılması” ithamıyla serişte etti. Peşinden bizzat Başbakan Erdoğan tarafından MKY’da âdeta hesaba çekildi.

Erdoğan’ın medyanın “porno yayın yapanlar fişlenecek” gürültüsüne gelerek “Nedir bu çalışma?” sorusuna, Sözen’in “2003’te Almanya’da çıkan Gençleri Koruma Kanunu’nun tercümesinden alındığı” izâhı da teskin etmedi. Ardından Başbakan’ın, “bu çalışmanın partiyi bağlamadığı yönünde açıklama yapılması” tâlimatıyla “yasa teklifi” daha Meclis’e verilmeden geri çekildi. Gençliğin ve çocukların uyuşturucu, sanal kumar ve kötü madde bağımlılığından korunmasına karşı hazırlanan taslak daha doğmadan öldürüldü…

“VESÂYETLİ SİYASET” DÖNEMİ

Erdoğan daha önce olduğu gibi, “danışmadan bir şey yapmayın” azarlaması ya da basına yansıyan “fırçası”, “kapatma davası” sürecinde zaten “konuşma yasağı” getirdiği milletvekillerine “yasa teklifi” verme yasağını da getirdi.

Başta Başbakan olmak üzere iktidar partisinin, genel başkan yardımcısı bir milletvekilinin hazırladığı çalışmayı sahiplenmemesi ve “taslağın partiyle bir ilgisinin olmadığı”nın duyurulması, öncelikle iktidar partisinin kolunu kanadını kırıyor; millet irâdesinin yüklediği sorumluluktan uzaklaştırıyor. AKP’nin Edibe Sözen’in teklifini “izinsiz” ilânı, özellikle “kapatmama kararı” sonrasında AKP siyasî iktidarının artık “izinli” olduğu; aldığı “ağır ihtar” ve “uyarı”nın gölgesinde kırılgan ve tutuk vesâyetli siyaset dönemine girdiği tesbitlerini doğruluyor.

AKP siyasî iktidarı, altı yıllık “icraatı”yla ya da “icraatsızlığı”yla hep ürkek ve tâvizkâr politikalar izledi. Birçok hak ve hürriyeti gündeme getirmekten sakındı; inanç ve mânevî değerlere, din eğitim ve öğretimine dair alanlarda “gerginlikten kaçınmak” gerekçesiyle hep mesâfeli durdu. Bu kırılganlıkla başörtüsü yasağı gibi el attığı işleri yüzüne gözüne bulaştırıp daha da içinden çıkılmaz hale getirdi.

Gelinen noktada özellikle “kapatmama kararı”ndan sonra, partinin “teslim alındığı” ve “siyasî iktidarın kuşatıldığı”; bundan böyle yüzde 47 bir yana yüzde 60 oy alsa da bu çemberi kıramayacağı yorumları haklılık kazanıyor…

19.08.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Uçakta namahrem krizi



Önce bir haberi aktaralım: “Hollanda Kraliyet Havayolları KLM’ye ait İstanbul-Amsterdam seferini yapan uçaktaki türbanlı bir Türk kadının ‘namahrem’ olduğunu söyleyerek yanında oturan Hollandalı erkek yolcuyu yerinden kaldırtması krize sebep olmuştu. Yerinden kaldırılan Hollanda iktidar partisi CDA’nın Amsterdam Belediye Meclisi üyesi Lex van Drooge, uçakta yaşananları (...) anlattı:

“(...) Üç koltuklu bir sırada en sağda koridora yakın oturuyordum. Pencere kenarında Müslüman olan sakallı bir bey vardı. (...) O sırada türbanlı bir kadın geldi ve ikimizin arasındaki koltuğa oturdu. (...) Yanımdaki kadın uçağın kalkmasına birkaç dakika kala yerinden kalktı ve pilot kabininin önünde duran uçak personelinin yanına gitti. (...) Hemen ardından gelen uçak görevlisi benden yerimden kalkmamı rica etti. Nedenini öğrenmeye çalıştığımda net cevap alamadım. Yanımdaki kadın İngilizce olarak yüzüme bakmadan bunun namahrem olduğunu ve Müslüman bir kadının bir erkeğin bu kadar yakınında oturamayacağını anlattı. (...) Kadına ’Demek ki türbanlı kadınların yanında oturmamam gerekiyormuş’ diyerek yerimden kalktım. Benim için bu yeni bir bilgiydi. Daha sonra aynı kadın yanındaki diğer erkeği de yerinden kaldırdı. O adam da hiçbir tepki vermeden kendisine gösterilen yere oturdu. (...) Aynı olay tekrar başıma gelse kesinlikle yerimden kalkmam. Benden bu istekte bulunan kadına şunu söylerim: Lütfen siz kalkın ve geleneğinize göre namahrem olmayan bir yere oturun.” (Vatan, 28 Mayıs 2008)

Hadise pek çok yönüyle dikkat çekici. En başta, inancı gereği hassas davranan başörtülü yolcunun bu talebini dikkate aldığı için KLM Havayolları personeline teşekkür etmek lâzım. Aynı şekilde ‘namahrem’lerle ayrı oturmak isteyen yolcu da tebriği hak ediyor. En büyük tebriği ise, bu talep üzerine koltuğunu terk ederek başka koltukta oturmayı kabul eden Amsterdam Belediye Meclisi üyesi Lex van Drooge hak ediyor.

Muhtemelen bu hadise Türk Hava Yolları’nda olsaydı farklı bir tartışma yaşanabilirdi. En başta görevliler ve ‘dini bütün yolcular’ bu talebi ‘garip’ ve gereksiz karşılayabilirdi! İşte bizi düşündürmesi gereken asıl konu budur. Dinî konularda mümkün olduğu kadar hassas olması gereken insanlar, maalesef zaman zaman bu hassasiyetiyeti ortaya koymuyor, ilâve olarak hassas davrananları da anlamıyor! Onlara bakılsa, ‘Yan yana otursa ne olur ki!’ Daha ne olsun, ‘yanlış’ olur!

Anlamakta zorlandığımız bir konu var: Teknik olarak mümkün olduğu halde, uçak yoluculuğunda kadınlar ve erkekler niçin ayrı oturtulmaz? Birilerinin ‘haremlik-selâmlık’ diyerek mahalle baskısı yapmasına fırsat vermemek lâzım. En azından, arzu eden, isteyen ayrı oturabilmeli. Bunun yolu da, uçuş kartını alırken/verirken yolcuya tercihini sormaktır. Ayrı oturmak isteyenin talebi niçin dikkate alınmasın? Böyle yapılsa kıyamet mi kopar?

Hem aynı şey şehirler arası otobüs yolucuğunda yapılmıyor mu? Kadınlar ve erkekler ayrı ayrı oturmuyor mu? Bu uygulama kara yolunda olunca tepki gösterilmiyor da, sıra ‘hava yolu’na gelince mi ‘laik yaşam’ elden gidiyor?

Lütfen, yolcuların haklı talebi en başta dikkate alınsın. Mütedeyyin insanlar da bu hususa özellikle dikkat etsin. ‘Komşular ne der?’ diye yanlışa müsaade edilmesin... Havada ve karada ‘namahrem’ krizleri çıkmasın...

19.08.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Çelik korse



Anayasa Mahkemesinin AKP hakkındaki kararını açıklamasından bu yana geçen zaman zarfında yaşananlar, kararla verilen “ciddî ihtar” mesajının iktidar partisi cenahında gayet iyi alındığını düşündürüyor.

Karar için sıcağı sıcağına yaptığı değerlendirmede partisinin bundan sonra da cumhuriyetin temel niteliklerine sahip çıkacağını ve önceliklerinin “toplumsal barışı sağlamak” olduğunu söyleyen Başbakanın tavırları bunu gösteriyor.

Yeni sürecin özelliğini, AKP’nin bu dönemde nasıl bir çizgi takip edeceğinin işaretini vermesi açısından en çarpıcı biçimde ortaya koyan ilginç örneklerden biri, Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Edibe Sözen’in hazırladığı “Gençliği koruma kanunu” taslağının bizzat Başbakan tarafından gösterilen sert tepkiyle derhal geri çektirilmesi.

Sözen, AKP’nin 22 Temmuz vitrininin önde gelen figürlerinden biriydi. Kadındı, başı açıktı. Parlak bir akademik kariyere sahipti. Bu özellikleriyle, 2006 kongresinde partinin medya ile ilişkilerden sorumlu başkan yardımcılığına getirilmiş ve seçimde İstanbul milletvekili olmuştu.

Hazırladığı kanun taslağında ise gençleri müstehcen yayınlardan korumaya yönelik tedbirler öngörülürken, ayrıca okullarda ibadethane açılmasına dair düzenlemeler yer almaktaydı.

Haddizatında Sözen’in bu taslağı için yapılacak en isabetli yorum, “fazlasıyla gecikmiş bir görevi ifa girişimi” olmalıydı. Çünkü gençlik, senelerdir müstehcen yayınlar başta olmak üzere gayri ahlâkî telkinlerin bombardımanı altında.

Buna ilâveten, okulda ibadethane teklifi de, son dönemde bir kısım medyanın sık sık provokasyon amaçlı olarak gündeme getirdiği bir konuda kalıcı çözüm öngören bir düzenlemeydi.

Gerçi bu konunun kanun yerine, yıllar önce AP hükümetinin Millî Eğitim Bakanı Nahit Menteşe tarafından yapıldığı gibi genelgeyle çözülmesinin daha isabetli olabileceği tartışılabilir.

Ama durup durup büyük ve bağışlanmaz bir suç işleniyormuş edasıyla gündeme getirilen “lisede namaz” yayınlarına rağmen, öğrencilerin ibadet ihtiyacını karşılayacak tedbirlerin alınması, artık daha fazla ertelenemez bir zorunluluk.

Epeyce bir zaman Almanya’da da çalışmış olan Sözen, taslağı hazırlarken bu ülkedeki yasal düzenlemeyi örnek aldığını söylüyor. Demek ki Alman laikliği, din ve vicdan özgürlüğü çerçevesinde gençlerin korunmasını engellemiyor.

Ama bizde geçerli olan ve dinin adının geçtiği her yerde “irtica var” diye ortalığı ayağa kaldıran laikçi kafanın meseleye bakış tarzı çok farklı.

Ona göre tehlike müstehcenlik değil, tesettür. Açılıp saçılmayı çağdaşlık olarak görüyor. Okullarda ibadet edilmesine de tahammülü yok.

İşin asıl hazin olan tarafı ise, bu çeşit sorunlara çözüm bulacağı ümidiyle ve büyük oy oranlarıyla iktidara getirilen bir partinin, millet tarafından kendisine verilen gücü bu çözümleri hayata geçirmek için kullanamaması; tam tersine, uzun dönemde kapatma kararından daha ağır sonuçlar getireceği şimdiden görünen “uyarma” kararı sonrasında iyice teslim bayrağını çekmesi.

Bu tablo, sandıkta tecellî edip yasamayla yürütme organlarını şekillendiren millî iradenin, uygulamada kelimenin tam anlamıyla bloke edildiğini açık bir şekilde gözler önüne seriyor.

Ve gençliği manevî tehlikelerden koruma amaçlı bir adımın parti yönetimince derhal askıya alınıp engellenmesi; din, vicdan, ifade, eğitim, çalışma hak ve hürriyetlerine karşı 28 Şubat’ta başlatılıp altı yıllık AKP iktidarında da sürdürülen ağır ihlâllerin oluşturduğu ağır ve hazin tabloya yeni bir boyut daha ilâve etmiş oluyor.

AYM kararlarıyla AKP’ye giydirilen çelik korse Türkiye’yi iyice sıkarken CHP liderinin, kendisine göre gerekçeler sıralayıp AKP’yi Anayasa Mahkemesi kararından gereken dersi çıkarmamakla suçlaması ise, hem bu tabloyu perdeleme, hem de blokajı daha da sıkılaştırma amaçlı bir atraksiyondan başka birşey olmasa gerek...

19.08.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır