Noksanını bilmek
Geçenlerde, liberal görüşlü ve olan - biteni insafla değerlendiren bir başyazarın yazısını okudum. Dînî bir konu ile ilgili görüşlerini ifâde etmek istiyordu. Fakat, râhatlıkla, bu konuda hiç bilgisinin olmayışından yakınarak; o sebeple mevzûu dînî açıdan ele alamayacağını anlatıyordu. İşte, muhtâç olduğumuz aydın tipi budur: bir gazetede başyazar olmanın kendisine her konuda kalem oynatmak yetkisini vermediğini bilmek ve çizmeden yukarı çıkmamak…
Maalesef, eğitim sistemimiz bizi her telden çalar; ama, hiçbir konuda uzman olmayan insanlar şeklinde yetiştirmiştir. Bu, ansiklopedik bilgiye sâhip, ihtisâsa ehemmiyet vermeyen; her şeyi ben bilirim tavrını benimseyen yarım aydınlar yüzündendir ki, muâsır medeniyet seviyesine erişmekte zorluk çekmekteyiz. Bizim insanımızın her konuda kolayca ve bol keseden serd-i kelâm etmesi millî bir haslet hâline gelmiştir.
Avrupa’da yapılan bâzı anketlerde, soruya muhâtap olanların, o konu hakkında bilgileri yoksa herhangi bir fikir beyân etmediklerini okuyoruz. Hattâ, meselâ: “Siz başbakan olsanız…” şeklindeki sorulara, gülerek böyle bir şeyi hiç düşünmediğini ifâde edenlere rastlıyoruz. Doğrusu, böyle bir cevâba hayret etmiyor değiliz! Bizde olsa, en ummadığınız insan, mesleği ve eğitimi ne olursa olsun, böyle bir suâle balıklama dalar ve: “Bence…” diyerek ne hikmetler döktürür…
Hele konu tıb, siyâset ve ilâhiyât olunca, bizim her ferdimiz âdetâ mevzûun profesörü olur; durduğu yerden henüz keşfedilmemiş nice sayfalar açar, nice reçeteler yazar, nice fetvâlar verir! Bir arkadaşım anlatmıştı: çocukluğunun geçtiği köye gitmiş. Bir bahar güneşinde, ahırın önündeki gübre yığınları üzerine uzanmış iki köylüden birisi, yığından çektiği bir saman çöpü ile dişlerini karıştırırken, o günün yüksek siyâsetinden bahs ediyormuş. O günlerle Amerika’da Nixon, Rusya’da Brejnev iktidarda imiş. Saman çöpü ile derin siyâsete dalan şahıs: “Ben olsam…” diye başlayıp, iki büyük devlet arasındaki mes’ele, her ne ise, şıp diye çözüvermiş.
Köylümüz böyle de, şehirlimiz ayrı mı? Câhilimiz–hadi adı üstünde: câhil–öyle olsa bile okumuşumuzun da aynı olması mı gerekir? Lâfa gelince, dağdaki çobanla şehirdeki bilgilinin reyinin sandıkta eşit ağırlıkta olmaması gerektiğini savunanlar, maalesef, fiiliyâtta benzeri davranışları sergilemektedirler. Kendi ayıbını ve noksanını bilmediği için, aynada kendi kusûrunu fark etmediği için başkalarını gayet râhatlıkla tenkîd edebilmektedir. Oysa, herkes için kendi sınırlarını tesbît etmek ve oradan ileri gitmemek bir fazîlettir.
Sevinerek görmekteyiz ki, son yıllarda sür’atle iyi örnekler artmaktadır. Akademisyenlerden başlayan, fikir adamlarımızdan, yazarlarımızdan, milletini tanıyan siyâsetçilerden önemli bir çoğunluk şu yukarıda temâs ettiğimiz eksiklikten kurtulmaktadır. Gerçekten de, “Kişi noksânını bilmek gibi irfân olmaz!” Hatâ veya eksikliğinin farkında olmak başlı başına bir erdemdir. Yanlışlar, fark edilirse düzeltilir. Noksanlık, hissedilirse giderilir. Bilinmeyen, bilinirse öğrenilir. Cehâlet, bilinmeyince–eskilerin deyişiyle–muzaaf, kat kat olur. Yâni, hem bilmez, hem bilmediğini bilmez. İşte tehlikeli câhillik budur!
Her işi bildiğini sananın çok yanılacağı hakîkattir. Ne yazık ki, bizde birkaç yüz yıldır, insanlar bu düşüncede yetiştirilmiştir. Mekteplerde kabiliyetler gözetilmeden, münâsip görülen bilgiler, insanların kafalarına boca edilmiştir. Tek tip düşünce, tek tip davranış, tek tip tepki verecek şekilde eğitilen vatandaşlarımız dünyâ ölçülerinde ilim sâhibi yetiştirememenin mahcûbiyetini yaşamaktadırlar. İstisnâların hâriç olacağı tabiîdir.
Yükseköğretim Kanûnuna bakınız: insanları üniversitede okutmanın gayesini ilk maddelerde anlarsınız… Yazılsın, yazılmasın bütün çalışmalarımızın amacı budur: uygun ölçülerde yontulmuş, tornadan veya kalınlık makinelerinden çıkmış, tep tip vatandaşlar… Sonra da, acabâ dünyâ milletleri ile yarışta neden sona kalmaktayız diye kafa yorarız! Varsa tabiî…
Halbuki, Yüce Kudret Sâhibi Yaratıcımız, bütün varlıkları birbirinden tamâmen ayrı isti’dâdta ve ayrı yapıda halk etmiştir. Farklılıklar bir çeşit zenginliktir. Irkta, renkte, dilde, anlayışta, düşüncede, davranışta.. hâsılı hayâtın bütün safha ve boyutlarında tek tiplik değil; farklılıklar hâkimdir. Böylece Cenâb-ı Hakk’ın izin ve irâdesi ile varlıklar kendi kabiliyetlerine göre yaratılış görevlerini yerine getireceklerdir. Allâhu Teâlâ’nın isim, sıfat ve fiillerine - vüs’atleri nisbetinde - aynalık yapacaklardır.
Mâdem ki, yaratılıştan maksâd bu olduğu gibi, insanlığın îcâbı her birinin kendi hâline göre bir kişilik kazanmasıdır; öyle ise, bırakın insanlar, başkalarının ve kendi nefislerinin hakkına tecâvüz etmemek şartıyla, dilediklerini öğrensinler, dilediklerini düşünsünler, dilediklerini uygulasınlar… Ancak bu şekilde medenî bir insan olunur. Ancak bu şekilde ileri milletlerin seviyesine gelinir.
|
Ekrem KILIÇ
19.08.2008
|
|
Risâle-i Nur üniversitesindeyiz!
Şu an Risâle-i Nur’dan alacağımız feyzi arttırmak için okuma programındayız. Veya “Alacağımız feyzi hizmete dönüştürebilmek için çalışma alanındayız.” Burada ne kamusal alan var, ne de mahalle baskısı. Türkiye’nin birçok yerinden gelen 30 tane üniversiteli, üniversitesinde bulamadığı özgürlüğün tadını Risâle-i Nurlar’dan almakla meşgul. 1 Ağustos’tan bu yana omuz omuza, akıl akıla dayanışma içerisindeler. Tesanüdden adeta şevk doğduruyorlar. Nefislerini birbirlerine tercih ederken yaz sıcağının ortasında, bu yazın canını okuyorlar.
Program bir ay sürecek. Bu programda kimler, nelerle mi var oluyor? Size var olabilmenin sırlarından birazını anlatayım:
Asrımızın hastalığı olan Ene’mize Tuba ağacı açtırmanın yollarını “Ubudiyet ve Kulluk” başlığı altında İsmail Kartal’la öğrendik. Ene’mizi hikmet, şecaat ve iffetin mezcinden oluşan “sırat-ı müstakîm” de yürütmeye çalıştık. Her ne kadar bazen ifrat ve tefrit bariyerlerine çarpsak da istiğfarımızı yapıp, ehass-ı havassa mahsus olan yola kaydırmaya çalıştık.
Taallümle tekemmül etmek için gelmiştik. Kör olası Felsefenin sönmüş aklına kanmıyor, gözüne adeta parmağımızı sokuyorduk. Kalbimizle abdiyetimizi anlayıp Nübüvvet çizgisine ermeyi murad etmiştik. İstikbal endişemizi dünyadan sıyırıp, ahirete yönlendiriyorduk. Zamanında ahirete gösteremediğimiz stresi, ÖSS’ye göstermiştik. Neden mi? Çünkü “sırat-ı müstakîm”i tutturamadığımızdan Ahiret-Dünya dengemizi bozmuştuk.
Bozulan dengemizle, Peygamber Efendimiz’in (asm) Kıyamet gününde herkesin kaçtığı “Sen de mi?” bakışına rast gelmek istemiyorduk. Ama işlediğimiz günahların lekeleri, kalbimizin şeffafiyetini çoktan zedelemeye başlamıştı.
Ama artık, Ene’mizi Esmâü’l-Hüsna’nın gölgesinde serinletmeye başlamıştık. Bir Salebe gibi kafamızı kızgın çöllerden çıkartıp, huzur-u Nebî’ye ulaşma iştiyakındaydık. Zamanın sınırlarını zorluyor, Ene’mizi lezzet-i ruhaniyeye bırakmanın yollarını keşfediyorduk.
Var olabilmenin sırları diyordum…
Programın başında Nübüvvet denizine dalmıştık. Bu gezide rehberimiz Şaban Döğen Ağabey olmuştu. Mütebessim simasıyla “Allah’ı sevmek” nasıl olur açıklamıştı. Sonra Peygamberi de sevmeliydik. Bu sevgiyi Onu tanıyarak, uyarak ve ahlâkını örnek alarak belli edecektik. Fikren Asr-ı Saadet’e ve hayalen Cezîretü’l-Arab’a gitmek için zihinlerimiz hazırdı. Resûl-i Ekrem’i (asm) vazife başında ve ubûdiyet içinde görüp, ziyâret edecektik. Onlarca olaya şahit olup, Allah’ın huzuruna çıkmak için Namaza geçmiştik...
Artık, Haşir meydanındaydık. Meydandaki rehberimiz ise Mustafa Said İşeri’ydi. Hakîm ismini hikmet, nizam, iman ilişkisiyle, Adl ismini de adalet, mizan, ubudiyet ilişkisiyle kurmaya çalışıyorduk. Hikmet ve Adalet cihetinde değerlendirmeler yapıyorduk. Hikmet nazarında maslahat ve faydalara riâyet eden hücreler, nihayet derecede intizamı bulunan tohumlar ve çekirdekler, hüsn-ü san'at sahibi olan bedenleri tefekkürî bir ortamda temaşa etmiştik. Adalet cihetinde cevapsız kalan sorular, hikmet cihetinde karşılık görmeyen cinayetler, elbette bir Mahkeme-i Kübrâ’ya işaret ediyordu.
Mahkeme-i Kübra’ya kalan günahlarımız için “Kader” deyip geçiyorduk. Nasıl olsa, “Birçok âlim akıl buna yol bulamaz” demişti ya! Bulunamayan yolların kapısını Nurlarla açmıştık artık... Mihmandarımız Ali Vapurlu Ağabey oldu. Yazdığı için uygulanan ızdırarî kader, bildiği için Levh-i Mahfuz’da yazdığı ihtiyarî kader, kaf-nun fabrikasının emrinde olan nazarî ve bedihî kader tanımlarında uzun uzun durduk.
Artık programı yarılamıştık. Okuduklarımızı, dinlediklerimizi fiiliyâta dökmenin zamanı gelmişti. Ve düzenlenen İstanbul gezisi kapsamında Yuşa Tepesi, Çamlıca Tepesi, Dilruba Tepesi, Üstadın Sarıyer’deki evi, Eyüp Camii ve Mezarlığını gezdik. Yusuf Ağabeyimizin deyişiyle “Maddî âlemleri maddiyâttan uzaklaşmak için” geziyorduk. Yorulan bedenlerimiz, dinlenen ruhlarımızla birlikte gezimizi bitirdik.
Program süresince yüzlerce konudan bir tanesini seçip, çalışmanız gerekiyor. Bu çalışmalar, programın sonunda seminer şeklinde sunulacak. Ve şimdi önümüzde okumamız gereken konular, çalışmamız gereken mevzular, dinlememiz gereken birçok sohbet var. Bunları program bitiminde anlatmaya çalışacağım.
NOT: Türkiye’nin bazı yerlerinde hâlâ devam eden okuma programlarından haber alıyoruz. Meselâ 50-60 kişiyle Zonguldak-Nurköy’de “Risâle-i Nur Külliyatı bitirme programı” var. Rabbim bu tür programların sayısını arttırsın İnşaallah.
|
Furkan DEMİR
19.08.2008
|