Türk Ceza Kanunu’nun çok meşhur 301. maddesi uyarınca “Devletin yargı organlarını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası” ile cezalandırılacaktır. Bu cezaî müeyyideyi özellikle yazının başına koymak istedim. Gözümün önünde dursun, ve zülfüyare dokunacak bir şeyler yazacak olursam, bu müeyyideyi görüp derhal yazdıklarımı tashih ile suya tirit şeyler kaleme alabileyim. Aksi halde duruşma salonunda müdafii olarak değil, sanık olarak yer almak işten bile değil. Gerçi ne denli suya sabuna dokunmayan şeyler yazmaya çalışacak olsam da, gayretli birileri beni bir müdafiiye muhtaç bırakabilir.
Hissettiğim tedirginliği kanun koyucu da hissetmiş olmalı ki; aynı maddede “Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz” hükmüne de yer vermiş. Demokratik bir hukuk devleti olduğu iddiasındaki bir ülkede, eleştirinin suç olmadığı gibi bir düzenlemeye yer verilmesi, ilk anda anlaşılması zor bir durum. Bu düzenleme bile başlı başına bir tedirginlik kaynağı. Acaba bu düzenleme ile kanun koyucu eleştiri yaparken sığ sulardan ayrılmamamızı, aksi takdirde Türk Ceza Kanununun suçlar denizinde boğulabileceğimizi imâ mı ediyor? Belki de bu düzenleme her eleştiriyi suç kabul etme eğilimindeki yargı erkini frenlemeyi amaçlıyor. Kim bilebilir ki?
Peki, aşağılanmaya karşı TCK’nın 301. maddesi ile koruma altına alınan bir yargı organının Türk milletininin büyük bir bölümünün mensubu olduğu İslâm dinini ve bu dinin gereklerini “çağdışı bir düşünce” olarak nitelendirmesi ve dini inancın bir sonucu olarak milyonlarca kadının farziyetine inandığı tesettür emrini “çağdışı bir düşüncenin ürünü” olarak vasıflandırması ve milyonlarca mütesettir kadını “bağnazlık”la suçlayarak kaba bir biçimde aşağılaması karşısında milyonlarca Türk vatandaşı himayesiz mi? Maalesef yalın gerçek bu.
İdeolojik bir zırha bürünmüş yargı ve özellikle de yüksek yargı karşısında tek tek bireyler kadar, toplumun farklı etnik kökene, farklı din, mezhep ve felsefî inanca sahip her kesimi açıkça himayesiz durumda ve benzer bir aşağılanmanın muhatabı olmakta eşit fırsatlara(!) sahip.
Yıl 1983... Zorunlu din dersinin anayasaya konulduğu bir dönem. Bir kadın, inandığı dinin bir gereği olduğuna inanarak tesettüre giren, başını örtmeye karar veren özgür bir kadın... Yetkin ve özgür bir birey olarak “eşine ayak uydurma” gafletine düşmeyerek kendi olmaya karar veren bir kadın. İsmi Neriman... Başkaca her şeyi meçhul bizce. Tanımadık kendisini, ancak iyi olduğuna şehadet edebileceğimiz bir kadın. Ensar misali, kınayanların kınamasına aldırmadan Hakkâ râm olan bir kadın. En acısı da ilk kınayanın hayat yoldaşı seçtiği kocası olması. İstenmeyen kişidir artık Neriman Hanım evde. Ya başını açacak ya da Hakkâ hicret edecektir. Neriman Hanım Hakkâ hicret etmeyi, inançlarında, tercihlerinde sebat etmeyi tercih eder. Kocası Neriman hanımın bu haklı tercihi karşısında boşanma kararı alır. Eşinin kendisine ayak uydurmadığından, evlendikten sonra başörtüsü ile gezmekte ısrar ettiğinden bahisle boşanma dâvâsı açar. Gerekçesini bilmiyoruz, ancak yerel mahkeme tarafların boşanmalarına karar verir. Karar, Neriman Hanım tarafından temyiz edilir. Elimizdeki belgelerden anlaşıldığı kadarıyla temyiz incelemesini yapan Yargıtay 2. Hukuk Dairesi “T.C. Anayasasının laiklik ilkesini öngörmüş olması karşısında, eşlerden birinin ötekinin inançlarına müdahalede bulunması mümkün değildir. Onun için karı koca, birbirinin dini inanış ve onun gerektirdiği davranışlarını müsamaha ile karşılamak zorundadır” diyerek haklı ve doğru olarak yerel mahkemenin kararını bozuyor.
Dosya, davacı kocanın karar düzeltme talebi üzerine bir kez daha Yargıtay 2. Hukuk Dairesi önüne geliyor. Ne oluyorsa bu arada Yargıtay 2. Hukuk Dairesi gerçekten laik ve demokratik bir hukuk devletinde rastlanmayacak içerikte bir kararla karar düzeltme talebini kabul ediyor ve yerel mahkemenin boşanma kararını onuyor.
Yargıtay’a göre, karı koca, birbirinin dini inanış ve onun gerektirdiği davranışlarını müsamaha ile karşılamak zorundadır. Ancak müsamaha gösterilecek davranışların Yargı tarafından “uygun” bulunması şart.
İnanılmaz ama dönemin Yargıtay 2. Hukuk Dairesi kendisini fetva makamı olarak konumlandırdıktan sonra, Müslüman hanımların gönüllerine su serpecek bir içtihadda (!) bulunarak “Gerçekten İslâm Dini’nde tesettür (örtünme) konusunda kesin hatları ve ayrıntıları muayyen ve uyulması her halde zorunlu bulunan kurallar belirlenmiş değildir” hükmüne varıyor.
Evet şaşırmayın. Bu hükme varan Meşihat Dairesi değil. Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin Yargıtay 2. Hukuk Dairesi. Daire tesettürün zorunlu olmadığına ilişkin bu içtihadına rağmen tesettürde ısrar edilmesini “bağnazlık” olarak değerlendiriyor.
Yargıtay, kadının kıyafetlerini kişisel tercihlerine göre değil, kendi fetvasına göre biçimlendirmesini öngörüyor. Bu edilgenliği kabul etmeyerek kadının kendi olması karşısında ne olacağını da gösteriyor Yargıtay kararında. Kadının “tesettür (örtünme) hususunda bağdaşmaz, bir tutum içine girmesi müsamaha ile karşılanamaz”
Elbette bu yazı Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin yirmi beş yıl önce verdiği bir kararı salt hukuk biliminin verileri ile değerlendirmek üzere kaleme alınmadı. Zaten milyonlarca kadının bireysel tercihleri ile tesettüre girmesini niyet okumayla “görünüşte özgürlük kalkanına” bürünmek olarak değerlendiren, ideolojik bağnazlıkla malul bir karar bilimsel bir değerlendirmeyi hak etmiyor.
Normal bir hukuk devletinde olsaydık en başta yerel mahkeme ve sonrasında Yargıtay kadının eşinin karşı çıkmasına rağmen tesettüre girmesi ile yaşanan olayların, çıkan tartışmaların eşler arasında ortak hayatı çekilmez hale getirip getirmediği, evlilik birliğinin temelinden sarsılıp sarsılmadığını tartışırdı. Bir yargı kararında yer almaması gereken sübjektif, ideolojik değerlendirmeler kararda yer almazdı.
Yargıtay 2. Hukuk Dairesi’nin yirmi beş yıl önce verdiği kararı bugün gündeme getirmemizin sebebi yine bu günlerde tartışılmakta olan Yargıtay 2. Hukuk Dairesi’nin bir başka kararı. Yeni kararın tam metni elimizde yok. Ancak basına yansıdığı kadarı ile Yargıtay 2. Hukuk Dairesi kendisine göre “çağdaş” ve “çağdışı” tanımlamalarında bulunarak yüksek yargıda ideolojik istikrarın sürdüğünü müjdeliyor.
Yüksek yargı organları artık mümeyyiz, iyiyi kötüden ayıracak kadar eğitim almış bireyler olarak özel yaşamımıza ilişkin seçimlerimizde bizi özgür bırakabilirler mi?
Yüksek yargı özel yaşamımıza ilişkin değerlendirmelerde bulunurken, bu seçimlerimiz hakkında iyi, kötü, çağdaş, çağdışı, bağnaz gibi nitelendirmelerde bulunmaktan vazgeçip, farklı yaşam biçimlerimize karşı eşit mesafede durabilir mi?
28.08.2008
E-Posta:
|