SÖZDEN çok fiilin tesirli olduğunu, hepimiz yaşayarak görmüş olmalıyız. Bunun içindir ki, “Lisan-ı hal, lisan-ı kalden daha tesirlidir” denilmiş. Yani, muhatabına bir yığın söz söyleyeceğine, bunu tek bir hareketinle, yaşayarak göstermen yeterlidir.
Yurt içinde ve yurt dışında yaptığı yardımlarla tanıdığımız İnsani Yardım Vakfı’nın (İHH) Genel Sekreteri Murat Yılmaz, bir soruyu cevaplandırırken bu gerçeği dillendirmiş. “Gittiğin yerler içinde en çok nereler etkiledi seni?” sorusunun cevabı ibretlik:
“Ruanda’da çok etkilenmiştim. Orada 200 sene boyunca Müslüman nüfus yüzde 5’lere ancak gelmiş. Ama 1994 yılındaki savaş ortamında, Tutsilerle Hutuların birbirlerini kestikleri ortamda—ki 1,5 yılda 1,5 milyon insan kesildi—Müslümanlar o kadar güzel davranmışlar ki korunmak isteyen Tutsiler Müslümanlara gitmiş. Camilere kimse dokunmamış. Ama kiliselerde on binlerce insan katledilmiş. O hengâmede kimse bir camiye saldırmamış. Çünkü Müslümanların orada bir duruşları var, vakarı var. Ondan sonra, katliâmı yapan Hutular da arınmak için Müslümanlara gelmişler, misafir olmuşlar. Yani Hutular arınmak için, Tutsiler korunmak için sığınmışlar Müslümanlara. Müslümanlar da onları korumak için kavi durmuşlar. 200 senede yüzde 5’e ulaşan Müslüman nüfus savaştan sonra yüzde 15’lere çıkmış. Müslümanların o güzel ahlâkını görenler, davranışlarındaki samimiyete şahit olanların çoğu Müslüman olmuş.” (Genç dergisi, Temmuz 2008)
“Diğer dinlerin mensuplarına fiillerimizle örnek olmalıyız” tesbitini müşahhas olarak doğrulayan bundan daha güzel bir hadise olabilir mi? 200 yılda ‘kavlî’ çalışmayla yüzde 5 nisbetine ulaşabilen Müslüman nüfus, ‘fiilî duâ ile’ bir iki yılda yüzde 15 nisbetine yükselmiş.
Aslında bu örnek sadece Ruanda’da yaşanmıyor. Pek çok dünya ülkesinde aynı hadiseler tekrarlanıyor. Avrupa’da da İslâma teslim olan diğer din mensupları, ekseriyetle Müslümanların hallerine gıpta ile baktıklarından Hıristiyanlığı terk edip İslâmı tercih ediyorlar. Bu sebepledir ki, sonradan Müslüman olan bazı ‘meşhur’ların, “İyi ki, İslâm ülkelerini görmeden Müslüman oldum. Aksi halde, İslâmı doğru tanıyamaz ve Müslüman olamazdım” dediği anlatılır. Burada hatırlatılmak istenen de yine ‘laf’tan çok; hayatımızla, fiillerimizle İslâmı doğru temsil edebilmek, örnek olabilmek gerçeğidir.
Misyonerlerin Afrika’da yoğun şekilde çalıştığını da hatırlatan İHH Genel Sekreteri Murat Yılmaz, “Ne yapmak lâzım peki?” sorusunu da şöyle cevaplandırmış: “Birincisi Müslümanlar cehaletten kurtarılacak. İkincisi Müslümanlara, ‘Sizler Müslümansınız, aklınızı başınıza alın’ denilecek ve bol bol ziyaret yapılacak. Diğer Müslüman ülkelerden—İran, Türkiye, Irak, vs. gibi—buraya (Afrika’ya) gidilse, hiçbir şey yapılmasa, sadece selam verilse bir çok şeyi yıkmış oluyorsunuz. Zihinlerdeki ‘beyaz Müslüman’ olgusunu yıkmış oluyorsunuz. Onlara umut veriyorsunuz, onların uyanışına vesile oluyorsunuz.” (agd.)
Evet, ‘üç düşman’dan biri de cehalet... İslâm dünyası mutlak sûrette cehaleti mağlup etmeli. Zaten ilk emrin ‘ikra/oku’ olması da bu sebeple değil midir?
28.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|