Dine perde olmamak ve ona zarar verecek, ona gölge düşürecek hâllerden kaçınmak, her ehl-i dinin önemli ve öncelikli vazifesi. Dinimizin parlak hakikatlerine nakîse getirecek, onu rencide edecek, incitecek söz ve tavırlardan kaçınmak, her mü’minin en başta gelen mükellefiyeti. Kudsî değerlerimiz için sû-i zanlara kapı aralayacak, yanlış ve yersiz şüphelere, tereddütlere sebep olacak hâllerden uzak durmak hepimizin üzerinde önemli bir vecibe.
Öncelikle günahlardan ve günahları netice verecek her türlü fiiliyâttan kaçınmak, sonrasında da hasenâtları, seyyiâtları işlemek tavsiye ve tercih edilmiştir dinimizde. Bu durumu, Bediüzzaman “Def-i şer, celb-i nef’a racihtir” hükmüyle ifade eder.
Bunun tersi olan bir durum, dinimizde hoş karşılanmamıştır. Yani bir mü’minin bir taraftan ibadet ve tâatte bulunup, bir yandan da hata ve kusurları görmezden gelmesi, günahlardan çekinmemesi çelişkili bir durumdur ve dinimizce uygun görülmemiştir.
Dinimizde haramlardan çekinmenin her ehl-i din için farz-ı ayn olduğunu ve böyle bir vecibeyi yerine getirmenin de beraberinde çok önemli sevaplar getirdiğini bilmekte fayda var. Bediüzzaman’ın “menfî ibadetler” cümlesinden saydığı bu “günahlardan çekinme” alışkanlığını devam ettirmek bize çok şeyleri kazandıracaktır.
Bu işin bize bakan, yalnızca şahsımızı alâkadar eden yönüyle beraber, bir de dine ve dindarlara bakan yönü vardır ki, işte bu çok önemlidir. Bilerek veya bilmeyerek işlediğimiz bazı kusur veya günahlar vardır ki, sırf şahsımızı ilgilendirir. Bu durumda mes’ul durumda kalan, şahsın yalnız kendisidir.
İşlediğimiz hata ve günahların bir kısmı da, şahsımızdan öteye dinimize ve dolayısıyla dinimizin mensubu olan diğer Müslümanlara da zarar verir. İşte bu nev'î günahların mes’uliyeti ve vebâli ağırdır. Çünkü burada yüce dinimizin ve bütün ehl-i dinin hakkı ve hukuku söz konusudur. Bu çeşit günahlar, yazımızın başında ifade ettiğimiz, kişinin gerek söz, gerek hâl ve tavırlarıyla dine perde olması, onun yanlış anlaşılmasına sebep olması, yaşantısıyla, fiiliyâtıyla kudsî değerlerimize zarar vermesi, dindeki emir ve yasakları yanlış yansıtması, bid’alara taraftar bir tavır içinde bulunması gibi haller, dine ve dindarlara zarar veren hallerdir. Bunlar, şahsı ilgilendiren günahlardan daha çok vebâlli durumlardır.
Bu meyanda bu konu, bütün ehl-i dini alâkadar etmesinin yanında, bazı insanları daha fazla alâkadar etmesi gerekir diye düşünüyorum. Kanaat liderleri dediğimiz, bir cemaat veya câmianın temsilcisi durumundaki insanlar; çevrelerinde temayüz etmiş, milletin itimat ve güven beslediği kişiler; belli bir makamı veya unvanı bulunan, milleti irşadla vazifeli din adamları ve bir de tesettürlü hanımlar...
Saymaya çalıştığım bu insanlar, üstlendikleri vazife ve bulundukları konum itibariyle millet nazarında daha önemli ve itimat edilir bir mevkide bulunduklarından, dinî yaşantıdaki hâl ve tavırlarında, söz ve fiillerinde daha dikkatli, duyarlı ve hassas olmaları gerekir diye düşünüyorum.
Bunun tersi bir durum, hem bu zevâta, hem inançlarımıza, hem de bilhassa avâm-ı ehl-i dine tamir edilemeyecek zararlar verir. Çünkü milletin çoğunluğu, bu insanların söylediklerinin, hâl ve hareketlerinin umumiyetle doğru olduğunu kabul ediyor. Onları taklit ve takip ederek dinini yaşamaya çalışıyor.
Hatta bana göre, millet üzerinde etkili olan, ehl-i dinin adeta hüccet olarak kabul ettiği belli konumdaki zevâtın, gerektiği yerde bazı meşrû zevklerinden de vazgeçip, dinî yaşantılarında takvayı esas almalarında zarûret var bu zamanda.
17.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|