"Gerçekten" haber verir 17 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Nejat EREN

Van Mevlidi’nden kalan hatıra ve çağrışımlar



Bu mevlid münasebetiyle hafızalarımızda küllenen çok önemli bazı hatıraları da yâd etme imkânını bulduk:

Seksen yaşın üzerinde olan değerli ağabeylerimizin, dik ve dinç duruşlarıyla, Üstadla ve hizmetle ilgili unutulmaz hatıralarıyla aramızda olması ve o aşk ve heyecanı yeniden yaşayıp yaşatmaları çok dikkate ve takdire şayandı.

Mevlidin hemen akabinde, Van’daki Nur dershanemizde bizlerle beraber olan, seksen beş yaşındaki, Üstadımızın bizzat hizmetlerinde bulunmuş, ömrünü bu dâvâya adamış ve bütün aile efradıyla hâlâ Nur hizmetlerine aralıksız devam eden, emekli pilot astsubay Ali Demirel Ağabey ile aşk, heyecan ve his dünyalarının adamı, farklı bir mizaç ve yapıda olan ve dâvâ aşkıyla yanan, Antalya’dan birlikte geldiğimiz, Üstadımızın duâsını almış ve nur hizmetlerine ömrünü ve maddiyâtını adamış, adeta gençlere taş çıkartan örnek insan, seksen üç yaşındaki değerli Recep Unaz Ağabeyin heyecanlı, canlı, hissi hatıra ve tesbitlerini nefes almadan dinledik. Yanından hiç eksik etmediği, Üstadın hatırası ilk baskı Nur Risâlelerini ve bizzat Üstadımızın hediyesi, resimsiz, ay yıldızlı maden parayı göstermesi ayrı bir renk kattı sohbet ortamına.

Bu şahsen benim Van’a yaptığım üçüncü seyahatti. Kafilemizde bulunan ağabey ve kardeşlerden de ancak bir ikisi Van’da daha önce bulunabilmişlerdi. Onlar için de çok farklı ve faydalı bir seyahat oldu. Hemen şimdiden gelecek yılın plânları bile yapıldı. Bu defa, direkt Antalya-Van havayolunu seçmiştik. Fakat gruptaki arkadaşlarımız daha fazla yer görmek ve farklı hizmet merkezlerine uğramak için gelecek yılki mevlide karadan seyahat etmeyi tercih ettiklerini söylediler. Ya nasip!

DOSTLARLA BULUŞMA VE HASRET GİDERME

Risâle-i Nur kültüründe ve camiâsında bu tür organizeler daha çok irtibatın, kaynaşmanın, kucaklaşmanın, hatıra tazelemenin, dostlukları pekiştirmenin, evham ve gaflet bulutlarını dağıtmanın vesilesi olarak değerlendirilir. Bu sefer de aynen böyle oldu. Otuz kırk senedir birbirlerini görmeyenler tekrar birlikte olup hasret giderdiler. Hatıraları yâd edip dostluk pekiştirdiler.

Bu sefer batıdaki Nur talebeleri doğuya yönelmişlerdi. Bu diyarları görmeyenler için yeni fırsattı. Görenler için de yeni hatıralar kaydetmek anlamına geliyordu.

TARİHÎ YERLER ZİYARET EDİLDİ

Van Kalesi dibindeki Horhor Medresesi, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin yeni metot İslâmî ilim temellerini attığı yerin adıydı. Van Kalesinin hemen dibindeki meşhur mağaranın altında, hikmet armağanı suyun başındaydı. Seyda bir kartal gibi kalenin bağrındaki mağarada kalıyordu. Ayağı kaymış, ama fikirleri ve hayatı kaymamıştı. Hıfz-ı İlâhî ile semâvî hakikatleri gölgesiz, perdesiz bugünlere, yeni kuşaklara, oradan da bütün arz yüzüne taşımayı başardı Elhamdülillâh.

Ruhunda ve kalbinde şimşekler çakmasına vesile olan meşhur Van Valisi Tahir Paşa’nın konağında çok kuvvetli ve mühim bir irade beyanında bulunmuştu iç dünyasında. İngiliz gâvurunun sinsi plânlarına rağmen: “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez bir mû’cize olduğunu bütün dünyaya göstermekti” gayesi. Bu beyan tuttu.

Şu anda Tahir Paşa’nın konağının dış duvarlarının sadece bir kaçı yıkılmamış. Kendisinin ismini de sadece Nur talebeleri bilir ve hatırlar. Bediüzzaman’ın eserleri ve dâvâsı ise, hem ayakta, hem daha güçlü ve kuvvetli olarak gönüller fethetmeye devam ediyor. Ama Bediüzzaman’ın hayatında ve kudsî dâvâsının temelini planlamasında bu kadar önemli olan bir mekânın bu kadar sahipsiz ve harap hâli iç kanatıyor, vicdan sızlatıyor. Vefa duygusu ölmeyen hamiyet sahipleri buna el atmalıdır diye düşünüyorum.

Garip ve mahzun Çoravanis Köyü ve camii, gelen misafirleri ağırlarken mahzun, misafirler buraya varınca mahcup ve suskun. Altı yüz sene boyunca âleme her yönde örnek olmuş ve rehberlik yapmış koca bir imparatorluğun sallanan saltanatı karşısında el ovuşturmayıp çare üretme planları yapan Bediüzzaman’ın cehalet, fakirlik ve ihtilâfa karşı ilmî ve fikrî bazda bu yıkıma karşı koymak için modern eğitim ve öğretim usûllerini tatbik ettiği, askerî, sosyal, ekonomik açıdan da bilfiil bu alanlara aksiyoner olarak katıldığı devrelerin tatbikat sahaları olan Çoravanis Köyü ve mescidi “Himmet ehlinin iradesini bekliyorum” diyor adeta!

Erek Dağının zirvelerine yakın “Çilehane” civarı, Akdamar Adasında yetiştirilecek, maddî-mânevî ilimlerle techiz edilecek elli bahadırın hayallerini hâlâ taşıyor görünüyor. İstikbalin kıtalarına ilim, irfan, fazilet, dürüstlük, muhabbet götürecek ruh hali, hâlâ burada müntesiplerini bekliyor.

UNUTULMAYAN KAHRAMAN

NUR ERLERİ, KEÇE KÜLÂHLILAR

Seyda’nın sırdaşları, kardaşları ve muâsırları olan gönül erlerinin, mezarlarında bir defa daha bize gülümsediklerini hisseder gibi oldum. Gözü ve sözü pek Molla Resûl artık karar kılmış hâliyle Üstadının büyük ideâlinin gerçekleştiğinin sevinç ve sürurunu yaşıyor gibiydi.

Saf ve temiz ruhlu Molla Hamid’in, nüktelerin hakikatle buluştuğu bir devir ve nesli netice veren ve hayattayken tam kavrayamadığı bu büyük dâhî ve müceddide bağlılık ve sadakatinin tam olarak pekiştiğini hisseder gibiydim.

Kastamonu’da başlayıp Van’da son nefesine kadar devam eden o sadakat ve istikamet çizgisini kendinden sonra gelen nesebine aktarmanın ve o tatlı meyveleri zevkle neşretmenin sürûruyla ateşte yanarak şehit olan Çaycı Emin, bütün âleme yayılan cihanşümul ve evrensel bir dâvânın bunca zorluk ve olumsuzluklara rağmen nasıl bu kadar semiz ve temiz olarak yaygınlaştığını alkışlar gibiydi asrî mezarlıktaki o küçük mezarından!

Çoravanis Köyündeki mütevazi caminin misafirhanesinde haşrin sabahını bekleyen Seyda’nın fedakâr ve sadık talebelerinden Ali Çavuş, Molla Yasin, Molla Rauf ve bilinmeyen mezarında cennet sabahlarını bekleyen Ubeyd, gaddar Rus fırkalarına, insafsız Ermeni çetelerine karşı yaptıkları manevî cihadın boşa gitmediğinin iman huzurunu ve hediyesini her gün ve gece alıyorlardı yattıkları cennet bahçesi kabirlerinde!

BİR ASIR ÖNCESİNDE YAZILAN

KURTULUŞ REÇETESİNDEN ÖNEMLİ NOTLAR

Bu mevlid ve ziyaret dolayısıyla, Üstadımızın vehbî, Kur’ânî, îlhâmî ve sünûhat-ı kalbiye olarak vasıflandırdığı asil ve sağlam fikirlerinin istikamet ve doğruluğunu bir defa daha tesbit ve teyid etmiş olduk:

İslâm âlemine “gayr-ı muntazam veya intizamı bozulmuş bir meclis-i meb’usan ve bir encümen-i şûrâ nazarıyla” bakmanın ayak seslerinin daha sağlam olduğunu idrak etmeye çalıştık.

Müslüman’ın aldanmaması lâzım geldiğini, başını indirmemesi gerektiğini, “paslanmış bîhemtâ bir elmasın, daima mücellâ cama müreccah” olduğunu idrak ettik.

“Bazı asılzade evlâtların, şehadetnamelerini aldıktan sonra, her birinin bir kıt’a başına geçeceğini, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyetin bayrağını âfâk-ı kemâlâtta temevvüc ettirerek, kader-i Ezelînin nazarında, feleğin inadına, nev-î beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edeceğini” görüp yaşadık.

Bu bir başlangıçtı. Bundan sonra, Van başta olmak üzere o yöredeki bütün önemli şehirlerimizde ve Türkiye’de, Avrupa’da, dünyada sempozyum ve diğer sosyal faaliyetlerimizi devam ettirmemiz lâzım geldiğini, daha öte Bediüzzaman enstitülerini, üniversitelerini açmamız gerektiğini kavradık.

Artık sıranın Ankara Kocatepe Mevlidine geldiğini düşünerek ve ümit ederek hizmet kervanının aralıksız devam edeceğine olan inancımızın tam olduğunu ifade etmek isterim. Ekim’de Ankara’da Kocatepe Mevlidi’nde, önümüzdeki sene de tekrar Van Mevlidi’nde ve “Isparta Mevlidleri”nde hep birlikte buluşmak dilek ve temennisiyle.

NOT:

Leyle-i Kadir kudsiyetindeki geçmiş Berat Kandilinizi tebrik eder, Cenab-ı Hak’tan Ramazan’a ve Leyle-i Kadr’e ulaştırmasını ve bu mübarek gün ve gecelerin, şahsınıza, ailenize, tüm İslâm âlemine ve insanlığa, hidayet, rahmet, bereket, huzur, barış, sağlık ve mutluluklar getirmesini niyaz ederim.

17.08.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kısa kısa



Nergis Hanım: “Bazı markaların Müslümanlara saldıran ülkelere yardım ettiği söyleniyor ve bu markaları satın almayın deniliyor. Acaba bu markaları almasak bile bunların satıldığı marketlerden alış veriş yapsak gene de yanlış yapmış olur muyuz? Çünkü o marketler de o kötü markaların satıcılığını yapıyor.”

Alış veriş yaptığımız marketin her tasarrufundan müşteri olarak sorumlu olmayız. Oradan alış veriş yapmaya ihtiyacımız varsa, aldığımız şeyin helâl bir ürün olmasından sorumlu oluruz. Söz konusu marketin kimin ürünlerini sattığı ile ilgili varsa uyarımızı, sosyal ilişkilerimiz çerçevesinde, mümkün mertebe kırmadan yapmamız daha doğru olur.

***

İsmet Aktaş: “Lohusalık döneminde kılınamayan namazların kazası gerekir mi?”

Loğusalık döneminde kılınmayan namaz için kaza yoktur.

***

Almanya’dan Faruk Ak: “Kömür madeninde birçok çeşit maddelerle çalışılmakta, iş bitiminde banyo yapılmasına rağmen tırnak arasında kalan kir altına su geçirip geçirmediği bilinmiyorsa geçiyor hüsnü zannı ile abdest ve gusül alınması caiz mi? Bu konuda fetvalar hangi yöndedir? Hanefi mezhebindenim. Tırnaklarımı kesiyorum bir gün sonra tekrar olduğu için bu sefer tırnakta ta dibe kadar kesilmiş olduğundan artık keseyim derken kanıyor.”

Tırnak kesmek bir çözümdür. Fakat kanatıncaya kadar aşırıya kaçılmasına gerek yoktur. Kesilmiş tırnağın içinde hâlâ toz ve bulaşık kalmışsa bir fırça veya bez marifetiyle çıkarılabildiği kadar çıkarılır. Buna rağmen dökülmezse kalan artıklar önemli değildir; abdest ve guslü engellemez.

***

İstanbul’dan okuyucumuz: “On beş günden az kalmak üzere sefere çıkan birisi, hesapta olmayan nedenlerle işi uzarsa ve gittiği yerde on beş günden fazla kalırsa seferilik süresi de uzamış olur mu? Bu süre içinde namazlarını seferi olarak mı kılacaktır?”

On beş günden az kalmak üzere sefere çıkan birisi, ummadığı ve hesapta olmayan sebeplerle işi uzarsa ve bu gün yarın diye diye on beş günden fazla kalırsa, kaldığı sürece seferi sayılır ve seferilik hükümlerinden yararlanır. Fakat on beş günden fazla kalacağı kesinleşirse seferilikten çıkar.

Fakat bir hususu açıklamamız lâzım: Seferde ihtiyaç yoksa namazı tam kılmak, yani kısaltmamak, yani seferilik hükümlerinden yararlanmamak günah olmadığı gibi, mekruh da değildir. Çünkü burada emre itaatsizlik yoktur.

Diğer bir husus, aynı sefer içinde ihtiyaç olduğu vakitlerde yararlanması, ihtiyaç olmadığı vakitlerde yararlanmaması da mümkündür. Meselâ yolculuk esnasında, sıkıntılı zamanlarda namazını kısaltması, geniş zamanlarda namazını tam kılması mümkündür. Nitekim konuyla ilgili emirde tercih şansı verilmiştir. Emir şöyledir: “Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman kâfirlerin size bir kötülük etmesinden korkacak olursanız, namazdan kısaltmanızda size bir günah yoktur.”1

Bu âyette seferde ihtiyaç varsa namazı kısaltmaya izin verilmiştir. Bu nedenle ihtiyacı olmayıp da namazı kısaltmayanlara günah işledikleri veya ibâdetlerinin mekruh olduğu söylenilemez. Nitekim Şafîî mezhebinde fetva bu yöndedir: Sefer illeti vardır. Namaz kısaltılabilir. Ancak bu caizdir. Yani namazı kısaltmak ya da kısaltmamak, vahiy sahibi tarafından kişinin tercihine bırakılmıştır.

Hanefî mezhebine göre mekruh olan, seferde namazı kısaltmaya izin verilmişken, verilen bu genişlikten bilhassa dar zamanlarda yararlanmayıp darlık ve zorluk içinde namaz kılmaktır. Çünkü insan kendisini namaza veremeyecek, içinde bulunduğu yol endîşesi, korku ve tehlike gibi zorluklar namazdaki huzurunu bozacaktır. Nitekim abdest bozma ihtiyacı varken namaz kılmak da, akşam yemeği hazırken namaza durmak da yine bundan dolayı mekruhtur. Çünkü abdest bozma ihtiyacı hisseden kişi namazda huzursuz olacağı gibi, aç kişi de namazda yemekle meşgul olacaktır.

Bu örneklerde olduğu gibi, kezâ, otobüsü kaçırma endîşesi yaşayan seferî birisinin, bu sırada namazını kısaltmayıp tam kılması yol endîşesini arttıracağı ve namazdaki huzurunu bozacağı kesindir. O halde seferde ihtiyaç varken bu Kur’ân izninden yararlanmalıdır. Fakat kişi yolda endîşe yaşamadığında, veya varacağı şehre vardığında, söz gelişi, Ankara’dan Isparta’ya geldiğinde Isparta’da kaldığı bir haftalık süre içinde ihtiyaç hissetmediği zamanlarda namazını tam kılabilir. Bunda hiçbir sakınca ve günah yoktur. Mekruh da değildir. Namazını dilerse tam kılabilir ve tam kıldığı takdirde dört mezhebe göre de namazı sahihtir.

Bu kişinin, sefer illeti varken, ruhsatın kendisi için devam ettiğini bilmesi yeterlidir. Çünkü ihtiyaç hissettiğinde başvurma hakkı saklıdır.

Dipnotlar:

1- Nisâ Sûresi: 101

17.08.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Dine zarar vermemek, dine hizmettir



Dine perde olmamak ve ona zarar verecek, ona gölge düşürecek hâllerden kaçınmak, her ehl-i dinin önemli ve öncelikli vazifesi. Dinimizin parlak hakikatlerine nakîse getirecek, onu rencide edecek, incitecek söz ve tavırlardan kaçınmak, her mü’minin en başta gelen mükellefiyeti. Kudsî değerlerimiz için sû-i zanlara kapı aralayacak, yanlış ve yersiz şüphelere, tereddütlere sebep olacak hâllerden uzak durmak hepimizin üzerinde önemli bir vecibe.

Öncelikle günahlardan ve günahları netice verecek her türlü fiiliyâttan kaçınmak, sonrasında da hasenâtları, seyyiâtları işlemek tavsiye ve tercih edilmiştir dinimizde. Bu durumu, Bediüzzaman “Def-i şer, celb-i nef’a racihtir” hükmüyle ifade eder.

Bunun tersi olan bir durum, dinimizde hoş karşılanmamıştır. Yani bir mü’minin bir taraftan ibadet ve tâatte bulunup, bir yandan da hata ve kusurları görmezden gelmesi, günahlardan çekinmemesi çelişkili bir durumdur ve dinimizce uygun görülmemiştir.

Dinimizde haramlardan çekinmenin her ehl-i din için farz-ı ayn olduğunu ve böyle bir vecibeyi yerine getirmenin de beraberinde çok önemli sevaplar getirdiğini bilmekte fayda var. Bediüzzaman’ın “menfî ibadetler” cümlesinden saydığı bu “günahlardan çekinme” alışkanlığını devam ettirmek bize çok şeyleri kazandıracaktır.

Bu işin bize bakan, yalnızca şahsımızı alâkadar eden yönüyle beraber, bir de dine ve dindarlara bakan yönü vardır ki, işte bu çok önemlidir. Bilerek veya bilmeyerek işlediğimiz bazı kusur veya günahlar vardır ki, sırf şahsımızı ilgilendirir. Bu durumda mes’ul durumda kalan, şahsın yalnız kendisidir.

İşlediğimiz hata ve günahların bir kısmı da, şahsımızdan öteye dinimize ve dolayısıyla dinimizin mensubu olan diğer Müslümanlara da zarar verir. İşte bu nev'î günahların mes’uliyeti ve vebâli ağırdır. Çünkü burada yüce dinimizin ve bütün ehl-i dinin hakkı ve hukuku söz konusudur. Bu çeşit günahlar, yazımızın başında ifade ettiğimiz, kişinin gerek söz, gerek hâl ve tavırlarıyla dine perde olması, onun yanlış anlaşılmasına sebep olması, yaşantısıyla, fiiliyâtıyla kudsî değerlerimize zarar vermesi, dindeki emir ve yasakları yanlış yansıtması, bid’alara taraftar bir tavır içinde bulunması gibi haller, dine ve dindarlara zarar veren hallerdir. Bunlar, şahsı ilgilendiren günahlardan daha çok vebâlli durumlardır.

Bu meyanda bu konu, bütün ehl-i dini alâkadar etmesinin yanında, bazı insanları daha fazla alâkadar etmesi gerekir diye düşünüyorum. Kanaat liderleri dediğimiz, bir cemaat veya câmianın temsilcisi durumundaki insanlar; çevrelerinde temayüz etmiş, milletin itimat ve güven beslediği kişiler; belli bir makamı veya unvanı bulunan, milleti irşadla vazifeli din adamları ve bir de tesettürlü hanımlar...

Saymaya çalıştığım bu insanlar, üstlendikleri vazife ve bulundukları konum itibariyle millet nazarında daha önemli ve itimat edilir bir mevkide bulunduklarından, dinî yaşantıdaki hâl ve tavırlarında, söz ve fiillerinde daha dikkatli, duyarlı ve hassas olmaları gerekir diye düşünüyorum.

Bunun tersi bir durum, hem bu zevâta, hem inançlarımıza, hem de bilhassa avâm-ı ehl-i dine tamir edilemeyecek zararlar verir. Çünkü milletin çoğunluğu, bu insanların söylediklerinin, hâl ve hareketlerinin umumiyetle doğru olduğunu kabul ediyor. Onları taklit ve takip ederek dinini yaşamaya çalışıyor.

Hatta bana göre, millet üzerinde etkili olan, ehl-i dinin adeta hüccet olarak kabul ettiği belli konumdaki zevâtın, gerektiği yerde bazı meşrû zevklerinden de vazgeçip, dinî yaşantılarında takvayı esas almalarında zarûret var bu zamanda.

17.08.2008

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

Bediüzzaman’ın gençlik yılları ( 2 )



—Geçen Haftadan Devam—

Burada her müşkül hâlledilir, her suale cevap verilir, fakat suâl sorulmaz.’

Bu bir meydan okuyuştu. İlk olarak o handa kalan âlimler, sanatkârlar ve şehrin eşrafından addedilen insanlar fark ettiler bu levhayı. Merakla gidip bazı sorular sordular, hepsine doğru ve muknî cevaplar alınca hayret ettiler.

Pek çoğunun mecnunluk alâmeti saydığı bu hadise şuyû bulunca şehrin meşhur âlimlerinin, müderrislerinin ve meşayihlerinin yanı sıra; mollalar, medrese mektep talebeleri ve ahâli de gelip gitmeye başladı.

Bunlardan bazıları, iddiâ sahibini ilzam etmek için iyi bildikleri mevzularla alâkalı en müşkül soruları hazırlayıp geldikleri hâlde, bazılarına sorarak, bazılarına da sormadan muknî cevaplar aldılar.

Aralarında Hasan Fehmi Efendi, Ali Hikmet Efendi, Abdullah Enver Efendi, Fatih dersiâmlarından Tavaslı Hasan Efendi gibi sözü hüccet olan büyük zatlar, “Böylesi görülmemiştir. Böyle bir zât nadire-i hilkattir. Bu zât gibisi henüz gelmemiştir” şeklindeki sözlerle takdirlerini ifade ettiler.

İstanbul âlimleri, o günlerde İslâm dinini tetkik etmek için bir heyetle birlikte Dersaadet’e gelen Japon Başkumandanının, müteşabih hadislerin hikmetleri ve hakikatleri ile ilgili sorularını da ona sorarak cevaplandırdılar.

Bu gibi hârika hâllerinden dolayı ona hayran kalanlar kadar kıskananlar da vardı ve onlar da ilzam edemedikleri Meşhur Molla Said’in tesirini kırmanın yollarını arıyorlardı. Onlardan bazıları, Mısır Müftüsü ve Ezher Medresesi Müderrisi Şeyh Bahid Efendinin İstanbul’a gelmesini fırsat bilerek ona gidip Bediüzzaman’la görüşmesini talep ettiler.

Bu teklifi kabul eden Bahid Efendi, bir gün kendisine refakat eden âlimlerle birlikte Ayasofya Camii’nin çevresindeki bir çay bahçesine gelince onunla karşılaştı. Tanışma faslının ardından Bahid Efendi onun Avrupa’nın ve Osmanlı’nın geleceği hakkındaki fikirlerini öğrenmek istedi.

“Avrupa ve Osmanlılar hakkında ne diyorsunuz, fikriniz nedir?” sorusuna, “Avrupa bir İslâm devletine hamiledir, günün birinde onu doğuracak. Osmanlı da Avrupa ile hamiledir, o da onu doğuracak” diye cevap verdi o da.

Bahid Efendi muhatabının, dünyanın gidişâtını çok iyi takip ettiğini ve ictimâî meselelere isabetli teşhisler getirdiğini gösteren bu kararlı, fütursuz, tereddütsüz cevabı karşısında hayranlığını gizleyemedi:

“Bu gençle münâzarâ edilmez. Ben de aynı kanaatte idim ama bu kadar veciz ve beliğâne ifade etmek ancak Bediüzzaman’a hastır” dedi onu ilzam etmesini bekleyen âlimlere.

Şark âlimlerinin, Meşhur Molla Said’e verdikleri ‘Bediüzzaman’ sıfatının İstanbul ve Mısır uleması tarafından da tescil edilmesi mânâsına gelen bu hadiseden sonra onun tesiri daha da arttı.

Kendisinin; “İstanbul’da bu âfetli şöhret içinde mücadele ederken, rakiplerimin ifsadatıyla ve merhum Sultan Hamid’in emriyle tımarhâneye kadar sürüklendim” diyerek de ifade ettiği gibi onun cemiyet içinde hızla temayüz etmesi zamanın hükümetini rahatsız etti.

O günlerde, dilekçesinin akibetini sormaya gelen Bediüzzaman’ın, sarayın bahçesinde gezmesini fırsat bilen zaptiyeler, oraya girmenin yasak olduğunu söyleyerek yakalamak istediler. Onun mukabele etmesi üzerine hadise büyüyünce cinnet geçirdiği iddiasıyla Toptaşı Tımarhânesi’ne attılar.

Bu hareketin, ‘muhalifleri sindirme yolu’ olduğunu bilen Bediüzzaman, kendisini muayene etmek için saraydan gönderilen doktora muayenenin sohbet şeklinde yapılmasını söyledi.

Doktor kabul edince geçmiş hayatından bazı hadiseler hatırlattı, teşebbüsünün dine, devlete, millete hizmet maksadı taşıdığını, yetkililerin çözüm bulamadıkları meseleleri çözdüğü için kıskanılıp kendisine delilik isnat edildiğini ve on beş yıldır gerçekleştirmeye çalıştığı hürriyet-i şeriyeye iyice yaklaştığı bir zamanda engellendiğini nazara verdi.

Kendisine reva görülen bu muamelelere hiddetlenmesinin divanelik sebebi sayıldığına göre, kendisinden daha fazla hiddetlendiği için zaptiye nazırının da divane sayılması gerektiğini anlattı.

“Ey doktor, sen iyi bir doktorsun. Evvelâ o bîçareleri tedavi et, sonra beni” dedi ardından da.

Bediüzzaman’ın anlattıklarını hayranlıkla dinleyen, çok zeki bir insan olduğunu gören; aklının, şuurunun, muhakemesinin muazzam bir şekilde işlediğine şahit olan doktor da raporunu verdi:

“Eğer Bediüzzaman’da zerre kadar mecnunluk eseri varsa, dünyada akıllı adam yoktur.”

Bu rapor sarayı iyice telâşlandırdı. Bediüzzaman tımarhâneden hapishâneye nakledilirken onun faaliyetlerini ciddiye alan saray; onu, bazı tekliflerde bulunarak Şarka geri gitmeye ikna etmek için Zaptiye Nâzırı Şefik Paşayı görevlendirdi.

Hapishâneye gelen Şefik Paşa, padişahın selâmını söyledikten sonra medrese açma teklifinin görüşüleceğini, kendisine bin kuruş maaş bağlandığını, Şarka döndüğünde bu maaşın yirmi, otuz liraya çıkarılacağını söyledi.

Bediüzzaman “Ben maaş dilencisi değilim. Bin lira da olsa kabul edemem. Kendim için gelmedim, milletim için geldim” diyerek verilmek istenen maaşı kabul etmedi.

Bunun üzerine Paşa, padişahın ihsan-ı şahane olarak gönderdiği seksen altını vermek istedi. Bediüzzaman da bunun kendisinin susması karşılığında verilen bir rüşvet olduğunu söyleyerek reddetti.

Onun bu kararlı tavrı karşısında hiddetlenen Paşa tehditvârî bir hareketle, “İrade reddolunmaz” diyerek çıkışınca; ona “Neticesi deniz olsa geniş bir kabirdir” diyerek mukabele etti ve istiğna hasleti, hür yaşama iştiyakı gibi bazı fıtrî özelliklerini hatırlatarak baskılar karşısında yılmayacağını ihsas etti.

Meşhur Molla Said’in anlattıklarını dikkatle dinleyen ve normal şartlarda kimsenin reddedemeyeceği cazip teklifleri kabul etmemesini, samimiyetinin tezahürü sayan Paşa; muhtemelen, onun hapishânede kalmasının, kararını değiştirmeyeceğini anlayarak serbest bırakılmasını sağladı.

Bediüzzaman’ın hapishâneden çıkmasından hemen sonra 23 Temmuz 1908 tarihinde II. Meşrûtiyet ilân edildi. Cemiyet, hürriyet hevesiyle coşunca o da bu coşkuyu doğru yöne sevk etmek için hürriyet hareketlerinin içinde yer aldı.

Meşrûtiyetin ilânının üçüncü gününde Sultanahmed’de yapılan mitingde meydanı dolduran kalabalığa ‘Hürriyete Hitap’ konulu bir konuşma yaparak halka hürriyet fikrinin İslâm’a aykırı olmadığını anlattı.

“Ey hürriyet-i şer’î!.. Seni ömr-ü ebedî ile tebşir ediyorum” diye başlayan konuşmasında meşrûtiyete şeriat adına sahip çıkarak hürriyetin, adâletin sedası olan bu hareketin; milletin ölen hissiyâtını, emellerini, ulvî temayüllerini ve İslâmiyetin güzel ahlâkını canlandıracağını haykırdı.

Zaman zaman herkesin anlayacağı güzel teşbihlerle süslediği konuşmaları halk üzerinde büyük tesir icra edince, İttihat ve Terakki Cemiyetinin ileri gelenleri ile birlikte, hürriyet hareketinin merkezi sayılan Selânik’e giderek orada da meydanı dolduran yüz bini aşkın kalabalığa hitap etti.

Şehirde kaldığı zaman içinde, aralarında İttihat ve Terakki Cemiyetinin mahallî idarecilerinin de bulunduğu siyasî sahada temayüz etmiş bazı mühim kişilerle görüştü, kendisi ile görüşme talebinde bulunanları geri çevirmedi.

Aynı zamanda Selânik’in Yahudi mebusu da olan ve mason locasının ‘üstad-ı âzam’ unvanını taşıyan Emanuel Carasso da onlardan biriydi. Bediüzzaman’ın hitabetine hayran kaldığı ve sözünün tesirine şahit olduğu için onu kendi tarafına çekebileceğini düşünerek onunla görüşmek istedi.

Bediüzzaman’ın, talebini kabul etmesi üzerine başlayan görüşme fazla uzun sürmedi. Carasso’nun, görüşmeyi yarıda bırakarak kaçarcasına dışarı çıktığını gören arkadaşları bu hareketinin sebebini sordular.

Emanuel Carasso, “Eğer yanında biraz daha kalsaydım, az kalsın beni de Müslüman edecekti” diyerek muhatabının ikna gücüne dikkat çekerek yaşadıklarını anlattı.

Bir süre Selânik’te kaldıktan sonra İstanbul’a dönen Bediüzzaman, şehrin ictimâî yönden iyice karıştığını, meşrûtiyet hakkında fazla bilgisi olmayan insanların da bazı ard niyetli kişiler tarafından kolayca kandırıldığını görünce karışıklıklara mâni olup meşrutiyetin faydalarını anlatmaya çalıştı.

Bu maksatla çeşitli gazetelerde, dört hak mezhebin mûteber kaynaklarına dayanarak meşrûtiyetin İslâmiyete uygun bir idare tarzı olduğunu isbat eden müessir yazılar yazdı.

1909 yılı Şubatında, meşrûtiyet yüzünden bazı haklarının ellerinden alındığını iddia ederek Beyazıt Meydanı’nda nümayiş yapan medrese talebelerinin gösterilerinin kontrolden çıkmak üzere olduğu sırada oraya geldi ve yaptığı tesirli bir konuşma ile talebeleri teskin etti.

Şehirde eşya naklini sağlayarak ticarî hayatı canlı tutan hamalların, İttihatçılara ve meşrûtiyete karşı oldukları için iş bırakma kararı almaları üzerine onların toplandıkları yerlere ve kahvelere gidip konuşmalar yaparak işlerinin başına dönmelerini sağladı.

Hamalların ekseriyetini Şarktan gelen hemşehrilerinin teşkil ettiğini, onların da aşiretlerine bağlı olduklarını bildiği için Şark aşiretlerine ‘Bediüzzaman’ imzasıyla telgraflar çekerek meşrûtiyeti anlattı.

O günlerde, Osmanlı Devleti’nin yaşadığı siyasî istikrarsızlığı fırsat bilerek Bosna-Hersek’i tek yanlı olarak ilhak eden Avusturya’nın mallarının boykot edilmesini sağlayarak, devletler arası bir meselede milletin meşrûtiyet şartlarında mücadele etmesinin ilk örneklerinden birini gösterdi.

Mizan gazetesi sahibi Murad Beyin, Şehzadebaşı’ndaki Ferah Tiyatrosu’nda verdiği konferans sırasında, İttihatçılarla Ahrarlar arasında kavga çıkınca oturduğu yerden kalkıp fikirlere saygı gösterilmesi gerektiğini, meşrûtiyetin icabının da bu olduğunu hatırlatan bir konuşma yaparak hadisenin büyümesine meydan vermedi.

Bediüzzaman, bunun gibi pek çok hadiseye kararlılıkla müdahale ederek bulunduğu yerlerde sükûneti sağladı. Lâkin şehrin birçok yerinde sık sık meydana gelen benzer hadiselere müdahale etme imkânı bulamadı.

İttihat ve Terakki Cemiyetinin ‘sefih ve mason kısmının’ dinî ve millî meselelere lâkayt kalması üzerine, Hüseyin Cahit’e verdiği cevapta olduğu gibi çeşitli vesilelerle onları ikaz etti.

Tesirli ikazlarına rağmen tavır ve hareketlerinde herhangi bir değişiklik olmayınca onlarla irtibatını kesti ama Niyazi Bey, Enver Bey gibi ‘hamiyetli dindar adamlarla’ ittifakını devam ettirdi.

Bu arada Osmanlı Ahrar Fırkası mensuplarının yaptıkları müsbet faaliyetleri desteklemeyi de ihmal etmedi. Bu meyanda, o sırada neşredilen ve ictimâî, siyasî meseleleri işlediği Nutuk adlı eserinde “Prens Sabahaddin Beyin su-i telâkki olunan güzel fikirlerine cevap” başlığıyla ittihadın ehemmiyetini anlatan bir yazı yazdı.

“İşittim: İttihad-ı Muhammedî (asm) namıyla bir cemiyet teşekkül etmiş. Nihayet derecede korktum ki bu ism-i mübarekin altında bazılarının bir yanlış hareketi meydana gelsin. Sonra işittim: Bu ism-i mübareki bazı mübarek zevât, Süheyl Paşa ve Şeyh Sadık gibi zâtlar, daha basit ve sırf ibadete ve Sünnet-i Seniyyeye tebaiyete nakletmişler. Ve o siyasî cemiyetten kat-ı alâka ettiler, siyasete karışmayacaklar. Lâkin tekrar korktum, dedim: Bu isim umumun hakkıdır, tahsis ve tehdit kabul etmez. Ben nasıl ki dindar müteaddit cemiyete bir cihette mensubum. Zîra maksatlarını bir gördüm. Kezalik o ism-i mübareke intisap ettim.”

17.08.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Üçüncü kutup



Mümtaz Soysal hakkında ‘gavur’u çıldırtan ‘Müslüman’ şeklinde bir yazı yazmış ve onun başörtüsü hakkındaki sözlerini ve yakıştırmalarını eleştirmiştim. Dünya durdukça da Allah’ın izniyle onun bu sözleriyle barışık değilim. Ama geçenlerde yeni Rus-Amerikan kutuplaşmasının ardından yaptığı bazı analizler vardı ki, gözardı edilmesi imkânsız. Yeni Çağ gazetesinde yayınlanan tahlilinde yeni soğuk savaş ihtimali muvacehesinde Türkiye’nin yerini, konumunu ve alması gereken tutumu ‘Sömürge başkenti kalabiliriz’ uyarısı altında ele alıyor. Bu hususta Yeni Çağ gazetesinin ilgili haberi şöyle: “Dışişleri Eski Bakanlarından Prof. Dr. Mümtaz Soysal ise Rusya ile Gürcistan arasında yaşanan savaşın, Türkiye için çok büyük bir fırsat doğurduğunu söyledi. Değişen ve yeniden iki kutuplu hale dönüşen dünya dengelerinde Türkiye’nin dış politikasının önemine işaret eden Soysal, ‘Türkiye bu coğrafyada üçüncü bir kutup kurarak kendi kaderini tayin etmek durumundadır. Türkiye, kendisinin de bir merkez olduğunu ortaya koyabilir. Konjonktür bunu kolaylaştırmaktadır’ dedi. Ankara’nın bugüne kadar olduğu gibi, Batı dünyasından uzaklaşmayan bir politika izlemesi durumunda, değişen dünya dengelerinde “sömürge başkent” olmaktan öteye geçemeyeceğini vurgulayan Prof. Dr. Mümtaz Soysal şunları kaydetti: ‘Ankara, mevcut dış politikayla devam ederse kendi kaderini bağlayacaktır. Oysa Türkiye kutuplardan birine yanaşmak durumunda değil. Üçüncü bir kutup oluşturarak bu elverişli coğrafyada, hiçbir ülkeye tabi olmayan bir devlet durumuna geçebilir. Bugün eski dengeler yeniden kuruluyor ama bu dengelerden birine sığınmak zorunda değiliz. Ancak ne yazık ki bu fırsatı yakalamamız, bugünkü iktidar zihniyetiyle imkansız görünüyor.’”

***

Rusya-Gürcistan olaylarıyla birlikte, Rusya çirkin olduğu kadar soğuk yüzünü bir defa daha ve yeniden göstermiştir. Nükleer ve büyük konvansiyonel silahlara güvenen Ruslar, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yenilen Japonlar ve Almanlar gibi yumuşak güç olmayacaklarını ortaya koymuşlardır. Soğuk Savaş’tan mağlup olarak çıkmışlar, ama Bush’un politikaları onları yeniden kendilerine getirmiştir. ‘Çirkin Amerikalı’ deyimiyle Gürcistan sonra ‘çirkin Rus’ deyimi yeniden izdivaç etmiştir. Amerikan Neoconların çirkin uslübuyla Rus Neocon Aleksandr Dugin’in üslubu veya avazı aynıdır. Dugin, şimdiden Bakü-Ceyhan’ın öldüğünü ilan etmektedir. Herkesi küçümsemekte ve aşağılamaktadır. Ona ve onlara göre dünyanın efendisi Ruslardır. Unutmamak gerekir ki, Rus emperyalizminin tarihçesi çok daha kanlı ve çok daha eskidir. Altınordu Devleti’nden sonra Moskova Hanlığı güneye sarkmaya başlamış ve bu yüzyıllar boyunca sistematik bir şekilde devam etmiştir. 1552 yılından beri genişlemekte ve yayılmaktadır. SSCB döneminde Ruslar, ideolojisine ve silahlarına ve yandaşlarına güvenmekteydi. Şimdi de yine silahlarına ve enerji koridoru ve enerji ülkesi olmalarına güvenmektedirler. İdeolojinin yerine bu defa enerjiyi ikame etmişlerdir. Bazıları Rusların bu kanlı ve acımasız geçmişini unutmuş görünüyor. Mümtaz Soysal’ın deyimiyle çirkinlerin veya fillerin tepişmesinden dolayı bizim gibi ülkeler neden yeniden çiğnensinler ve ezilsinler. Dolayısıyla bu noktada üçüncü mihver veya üçüncü kutup fikri ve ihtiyacı belirmekte ve doğmaktadır. Ancak bu şekilde çekişme alanının dışına çıkabilir veya çekişme alanı olmaktan kurtulabiliriz. Elbette üçüncü kutup sofistike olacak ve manevra alanı geniş tutulacaktır. Zaman zaman diğer kutuplarla dostane, zaman zaman da dengeliyici ve zaman zamanda azgınlığını kırıcı nitelik arzedecektir.

***

“Peki, nasıl?” diye sorulduğunu duyar gibiyim. ABD ve Rus ekseninin dışında büyük bir potansiyel var. Miadı dolan ve devredışı kalan Bağlantısızlar Hareketi’nin yerine çekirdeği daha sağlam İttihad-ı İslâm’ı merkez alan ve Bağlantısızlar Hareketi’nin kalıntılarına da açılan yeni bir uluslararası manzume kurulabilir ve kurulmalıdır da... ABD’nin güneyde çekildiği yerlerden doğacak boşluğu, ancak bu suretle doldurabiliriz. Keza Rusların Kaf Dağı’na sarkmamaları da yine ancak dayanışma ruhuyla önlenebilir. Şimdi tam zamanıdır. Müslümanlar yeni soğuk savaşın kurbanı değil, kazanınıa olmalılar. Soğuk Savaş’tan çıkan Batı dünyası gözüne yeniden İslâm dünyasının sömürgeleştirilmesini dikmişti. Şimdi ise, yeni bir soğuk savaş ile birlikte sömürge sahası olmayı reddetmelidir. Bunun yolu da birlik, dirlik ve beraberlikten geçer. İslâm dünyasının en muhtaç olduğu husus da budur. Kus’a, yani çanak olmaktan ve kurtlar sofrasına yem olmaktan kurtulmanın yegâne çaresi budur. Birileri Rusya’nın Gürcistan’da uluslararası normları hiçe sayması karşısında soruyor; “Türkiye’nin bir Kafkasya politikası olması lâzım değil mi?” Doğrudur. Ama nasıl? Uydu olmaktan çıkarsak ve merkezî bir düşünce ve mefkure geliştirebilirsek, böyle bir merkezî düşüncenin elbette ki kenar politikaları da olacaktır. Merkezî düşünce, İslâm birliği olacak ve merkeze yaslanacak kenar ve çekim bölgeleri de olacaktır. Dolayısıyla, Filistin ve Çeçenistan veya Gürcistan’ın imdadına ne Batı, ne de Bağlantısızlar koşacaktır. Ama Sultan İkinci Abdulhamid ve ardından İttihatçıların ortaya koymak istedikleri 100 yıl rötarlı Panislamizm ve İttihad-ı İslâm politikası, ancak bu sorunların üstesinden gelebilir. Dünyanın yeniden kutuplaştığı sırada kutuplaşmanın ortasında ve yangın yerinde kalacak bölgede gerçekleşecek basınç azalmasıyla birlikte Türkiye ve İslâm âlemi kendi yolunu açabilir. Dünya kuzeyde Rusların sarkmasını ve baskısını güneyde de Amerikalıların işgalini istemiyor. Bunu ortadan kaldırmanın yolu ezilenlerin ve fillerin altında çiğnenenlerin dayanışmasıdır. Şimdi tam başlangıç zamanı.

17.08.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Yassıada zulmü unutulur mu? (2)



Dün, 27 Mayıs ihtilâli sonrası Demokrat Parti mensuplarına yapılan haksızlığı, hukuksuzluğu hatırlatmaya çalışmıştık. Bir yanda ‘avukat tutma yasağı’ öte yanda da darbeye maruz kalanları savunmak için ortaya çıkan avukatlar hakkındaki ‘tahmin’in sarsıcılığı insanı dehşete düşürüyor: “Talip olan avukatların bir kısmı bence darbecilerin isteği doğrultusunda çalışan kimselerdi.”

Celal Bayar’ın torunu, akademisyen Emine Gürsoy Naskali’nin anlatımıyla devam edelim: “27 Mayısçılar, darbeyi destekleyenler seslerini çok çıkartıyor gibi olsalar da azınlık. 27 Mayıs’tan sonra sansür dönemi yaşandı. Bence bu sansür döneminden tam olarak kurtulamadık da. Hâlâ pek çok şey dobra dobra söylenemiyor. O dönemle ilgili bir yalan tarih inşa edildi, onu henüz yıkamadık. Türkiye’de darbeciler halen yargılanmadı. (...) Çok acı dönemlerden geçilmiş. 27 Mayıs’ta DP milletvekilleri, üst düzey bürokratlar, ihbar edilen kişiler derdest edilerek İstanbul’a, bir kısmı Yassıada’ya, bir kısmı Balmumcu’ya yerleştirilmiş. Öldürüldüğünü düşündüğüm, bazılarına göre intihar olan İçişleri Bakanı Namık Gedik bir çöp arabasına konularak Harbiye’ye getiriliyor. Meselâ Doktor Zakar Tarver Yassıada’ya götürülürken, motordan düşüyor. Yerdeyken postalla şakaklarını tekmeliyorlar. İki hafta içinde öldü. Lütfü Kırdar mahkeme sırasında yığılıp kaldı, öldü. Orada olan oğlunun yanına gelmesine müsaade edilmedi. Tutanaklarda kendi sevdikleri şahitlere ‘Siz’ diyorlar. Buna mukabil milletin gönlünde yer etmiş insanlara hiç hitap edilmemesi gerektiği şekilde hitap edildi. Davalar sonunda Kayseri’ye götürülenlerin büyük çoğunluğu kısa zaman içinde vefat ettiler.”

Başbakan Adnan Menderes’in idamıyla ilgili tesbitler de dehşet veren cinsten: “Menderes’in idamı da mümkün olan en uzun sürede gerçekleştiriliyor. İdam edildikten sonra indiriliyor, sonra tekrar onu öyle görmek için ipe çekiyorlar. İade-i itibar yapıldı, hukuken gerekliydi. Ortada suç yok ki ‘af’ olsun. Bu insanlar itibarlarını hiç kaybetmediler ki. O terminoloji beni hep rahatsız ediyor. Önemli olan halk darbecileri affetti mi, ona bakın.” (Taraf, 13 Temmuz 2008)

Evet, can alıcı bir soru da bu: “Önemli olan halk darbecileri affetti mi, ona bakın.”

Yapılan haksızlığın ayrıntılarını bilmese de bu millet, ihtilâlcileri hiç affetmedi ve etmeyecek. Çünkü millete sorulan her fırsatta millet, darbecileri değil; küçümsedikleri ‘Demokrat’ları seçti. İhtilâlden sonra hatırlanan ‘tuzak’lara düşmedi ve ihtilâlcilerin rağmına, onların arzularının tersine ‘Demokrat Parti’nin devamı olan partileri iktidara taşıdı.

Zaten millet vicdanında mahkûm olan ihtilâlciler, bu şekilde tarih önünde de mahkûm oldular. Aksi iddia edilse de, bu mahkûmiyet hâlâ devam ediyor.

Türkiye’nin maddî ve manevî badirelere sürüklenmesinde, “Demokrat Parti mensuplarına yapılan haksızlığın” payı var mı diye düşünmek gerekir. Kâinatta tesadüfe tesadüf edilmediğine göre, bu haksızlığın da bir faturası olsa gerek.

Bu vesile ile merhum Menderes ve millet yolunda hizmet eden arkadaşlarına rahmet dileyelim... “Zalimler için yaşasın cehennem!”

17.08.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır