Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de “Biz insanı ahsen-i takvîm sûretinde yarattık” (Tin, 95:4) buyurmaktadır. Âyette geçen “ahsen” en güzel anlamındadır. “Takvîm” ise doğrultmak, değer vermek, nizama koymak anlamında olup, ruh ve bedenin dengeli bir şekilde olmasını ve insanın dünya ve kâinat ile uyum içinde bulunmasını ifade etmektedir. Yaratılış bakımından insanın en mükemmel bir fıtrata sahip olduğunu ifade etmektedir.
“Hüsn” akıl, duygu ve hakikat noktasında güzelliği ifade etmektedir. “İnsanlara güzel söz söyleyin” (Bakara, 2:83) âyetinde güzel söze, yüce Allah “hüsn” demiştir. “Onlar sözleri dinlerler ve en güzeline uyarlar” (Zümer, 39:18) âyetinde “ahsen” kelimesi geçer. Böylece “ahsen” kelimesinin “en güzel” olanı ifade ettiği anlaşılmaktadır.
“İhsan” kelimesi de “hsn” kökünden türemiş olup “iyilik yapmak” ve “faydalı olmak” anlamına gelmektedir. Bu kişinin içindeki güzelliğin dışa yansıması anlamında olup, ilim ve güzel ahlâkın meyvesi olan iyiliklerdir. Her ağaç meyvesine göre isimlendirildiği gibi insan da ahlâkına ve başkalarına yaptığı iyilik ve ihsanına göre halk arasında isim ve şöhret kazanır. Bu da onun meyvesi sayılır. Allah insanı her türlü iyilik ve ihsanı yapabilecek kabiliyet ve fıtratta yaratmıştır. Bu sebeple iyiliği ve ihsanı emreden Allah’tır. İyilik yapacak fıtratta insanı yaratan ve kulun iradesini iyiye yönlendirdiği zaman onu iradesine uygun yaratan da Allah’tır. İnsanın buradaki fonksiyonu ise sadece iradesini hayra çevirmesi ve iyiliği Allah’tan istemesidir. Bunun için Kur’ân-ı Kerim “İyilik ve ihsan Allah’tan, şer ve kötülük ise nefistendir” (Nisa, 4:79) buyurur.
İhsan adaletin ilerisinde bir fazilet makamıdır. Zira adalet hak edeni vermektir. İhsan ise hak ettiğinin fazlasını vermektir. İhsanın en mükemmeli ve en üstünü ise “Hanif ve Tevhid inancı ile Allah’a teveccüh ederek teslim olmaktır.” (Nisa, 4:125) Bu sebeple “Allah ihsan sahiplerini sever” (Bakara, 2:195) ve “muhsinlerle beraberdir.” (Ankebut, 29:69)
Allah’ın yarattığı her şey en güzel şekilde yaratılmıştır. Zira yaratan Allah’tır ve Allah’tan ancak en güzel olan sudur eder. Bunun için Allah’ın yarattığı şeyin benzerini yapmak imkânsızdır. Allah’ın yarattığı her şey mû’cizedir. Allah insanı varlığın odak noktasına koyduğu ve kâinatı insan için yarattığından dolayı insan, Allah’ın en mükemmel varlığı ve mû’cizesidir. Bu da “Ahsen-i Takvîm” üzere yaratılmak demektir. Kur’ân-ı Kerim bu hakikatleri “Andolsun ki biz insanı en güzel şekilde yarattık” (Tîn, 95:4) âyeti ile ifade eder. Bu ifadenin içinde “Allah’ın insanı kendi eliyle yaratması”, (Sâd, 38:75) “tesviye etmesi ve ruhundan üfürmesi”, (Sâ’d, 38:72) “Rahman sıfatını en güzel şekilde gösterecek mahiyette yaratmış olması” (Buhari, Ezan, 11; Müslim, Birr, 32) ve “yeryüzüne halife kılması” (Bakara, 2:30) vardır. Abdulkerîm El-Ceylî, Allah’ın, insanı “insan-ı kâmil” olarak yarattığını izah ile bu kemâli hak etmesi için dünyada çalışması gerektiğini ifade eder.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, insanın “ahsen-i takvîm” üzere yaratılışını ve “ahsen-i takvim” makamına çıkışını, fıtratın gereği ve yaratılış amacına yönelmesi ile olacağını izah eder. Özetle şöyle der: Hayat vazifesi ve yaratılış amacı yalnızca terbiye-i medeniye ile güzelce muhafaza-i nefs etmekten ibaret değildir. Allah’ın insana vermiş olduğu yüzlerce âlet ve binlerce kabiliyet vardır. Bunların amacı da dünya hayatını güzelleştirmek değil, ebedî olan ahiret hayatını kazanmak ve kabiliyetlerini inkişaf ettirerek Cennete lâyık hale gelmektir. İnsan duygu ve kabiliyetlerini iki temel amaca yönlendirmelidir ki ‘ahsen-i takvim’ denilen en mükemmel hâle gelebilsin. Böylece Allah’ın rızasını kazanarak Cennete lâyık bir ‘insan-ı kâmil’ olsun. Bu amaçlardan birincisi; Allah’ın bütün nimetlerini tadıp tanıyarak şükür vazifesini yapmaktır. İkincisi de, âlemde tecellî eden bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin bütün tecelliyâtının aksamını Allah’ın verdiği cihâzât vasıtası ile bilip tanımak ve tanıttırmaktır. Bu şekilde insan kâmil bir insan olur.
İnsanın bu hali alması ise “iman-ı kâmil” ve “amel-i sâlih” ile mümkündür. Amel-i sâlihin anahtarı ve birinci kapısı da, ibadetlerin bütün envaını câmî olan “beş vakit namaz kılmak” iledir. Namazın mânâsı ise, Rabbü’l-Âlemînin huzurunda aczin ve ihtiyacının çokluğunu bilerek, namazın erkânı ve ezkârı olan “Tekbir, Tesbih, Tahmid, Tehlil, İstiğfar ve Salâvat” ile ubudiyet vazifesini bihakkın îfâ etmektir. (Sözler, 2004, s. 206-208)
İnsan “ahsen-i takvim” mertebesinde yaratılmış olduğu halde kendi sû-i ihtiyarı ile esfel-i sâfilîne sukût etmektedir. İnsanın “ahsen-i takvîm” mertebesini muhafaza edememesinin önündeki en büyük engel “benlik” ve “enaniyet”tir. Benlik ve enaniyetin kaynağı gurur, bunun ilâcı da tevazudur. Tevazu ise kulun kendi aczini ve zaafını bilerek dergâh-ı İlâhiyeye iltica ile istiğfar, duâ ve niyaz etmesidir. İnsan, kul olduğunun şuuruna vararak iman, tasdik ve tevhid mertebelerinde terakkî ederek ubudiyet ile mukabele etse “ahsen-i takvimde” olduğunu gösterir. İnsan enaniyeti bıraksa, hayrı ve vücudu tevfîk-i İlâhiyeden istese, şer ve tahripten ve nefse itimattan vazgeçse, istiğfar ederek tam bir abd olsa o vakit onda bulunan nihayetsiz kabiliyet-i şer, nihayetsiz kabiliyet-i hayra ınkılâb eder; ahsen-i takvîm kıymetini alır ve âlây-ı illiyyîne çıkar. (Sözler, 511-512)
27.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|