"Gerçekten" haber verir 27 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Herkesin İslâma ihtiyacı var

Bir Nur talebesinin tesbitine göre; bu memlekette yaşayan herkes cibilliyeten Müslümandır. Bu tezi doğrulayan çok örnek vardır. Ben bir kaç tanesini yazmak istiyorum.

Aleviler ne istiyor?

Bu başlık altında 18 Ağustos 2008 tarihli Taraf gazetesinde Yıldıray Oğur şunları yazdı: “Geçen hafta Hollanda’da ölen DHKP-C’nin lideri Dursun Karataş’ın cenazesi Cemevinin cenaze aracıyla Gazi Cemevine getirildi. Türkiye solunu çok iyi bilmeyenler cenaze vesilesiyle örgütün Alevi ağırlıklı bir örgüt olduğunu, hatta Alevi ve Sünniliğin örgütün parçalanma sürecinde bile rol oynadığını öğrenmiş oldular. Bu durumda tabiî olarak herkes Karataş’ın da Alevi olduğunu düşünüyordu ki, cenaze Cemevinin morgundan alınıp hemen karşıdaki camiden öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazıyla toprağa verildi.

Dinin kitlelerin afyonu olduğunu düşünmesi beklenen, dünya çapındaki yoldaşlarının ateist olduğunu tahmin etmenin zor olmadığı silâhlı bir Marksist-Leninist örgütün lideri için fazlasıyla dinî referanslı bir cenaze ve ne çok dinî referansın geçtiği haber bunlar değil mi?

Yine yıllar önce Aydın’da Alevi bir öğrenci basketbol maçında yığılıp kalmış. Vefat etmiş. Çocuk beş vakit namaz kılıyormuş. Cenazesini arkadaşları Manisa / Akhisar’a getirmişler. O zamanın DYP’li Belediye Başkanındanda rica etmişler. 2 otobüs dolusu üniversite öğrencisi cenazeye gelmişler. Çocuğun cenazesi önce cemevine getirilmiş. Bu olayı anlatan da cemevi olayını ilk defa duyan birisi. Önce aile kendisine göre bir tören düzenlemiş, arkadaşları ailenin bu törenine katılmış. Bakmışlar cenaze namazsız defnedilecek. Demişler izin verin biz arkadaşımızın cenaze namazını kılmak istiyoruz. Ve kılmışlar cenaze namazını. Yalnız ilginç olanı kılınan namaza aileden ve komşularından kimsenin katılmaması. Duvar kenarından izlemişler sadece. Aydın’dan gelen öğrenciler ve cami cemaati kılmışlar cenaze namazını.

Namık Kemal Zeybek, 30.11.2007 tarihli Radikal Gazetesinde yazmıştı. “Kimse ateist olamaz” başlıklı yazısında da buna benzer örnekler vermişti. Anadolu topraklarına ecdadımız İslâmiyeti öyle nakşetmiş ki, Allah razı olsun, kimse kazıyamıyor, çok şükür. İnsanların günahı ne kadar çok olursa, ne kadar aşırı da gitseler Allah’ın rahmetinden bir şekilde—ölü ya da diri—ümit kesmiyorlar veya kesemiyorlar cibilli olarak. “Lâ teknatû min rahmetillah / Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz” âyet-i celilesi bir şekilde hayata geçmiş oluyor.

KLM’nin hanım yolcuya jesti

İstanbul-Amsterdam seferini yapan KLM’nin (Hollanda Kraliyet Havayolları şirketi) bir uçağında bir başörtülü Türk yolcu ile Hollandalı bir yolcunun biletleri yan yana kesilmiş. Türk bayan yolcu ricada bulunmuş yanına bir bayan yolcunun oturmasını. Bu ricayı hem uçak personeli, hem de Hollandalı yolcu makul karşılamışlar. (Bu yolcu da normal vatandaş değil. Hollanda iktidar partisi CDA’nın Amsterdam Belediye Meclisi üyesi Lex van Drooge’muş.)

H. KÜBRA AKDEMİR

27.08.2008


Ahıskalıların yurtlarına dönüşü

Gürcistan savaş ve bölünme kargaşası içindeyken, Türkleri ilgilendiren önemli bir mesele de, bu karışıklıkta göz ardı edilme yolundadır: Ahıska Türkleri.

Ahıska Türkleri altmış yılı aşkın bir süredir sürgün hayatı yaşıyor. 1578 yılından 1828 yılındaki Rus işgaline kadar olan dönemde Anadolu’dan gönderilerek Gürcistan’ın Ahıska bölgesine yerleştirilen bu halk, Türk ve Müslümandır. Zaman zaman saptırılarak Meşhet Türkleri vs. isimlerle anılan bu Türk halkı, tamamen Anadolu Türkçesi konuşan, örf ve âdetleri bizimle aynı olan kişilerden oluşmaktadır.

Stalin’in Karadeniz kıyılarını Türklerden temizleme politikası uyarınca 1944 yılında iki saat içinde tren vagonlarına doldurularak Orta Asya’nın çeşitli yerlerine özellikle Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’a sürüldüler. Halen 13 ülkedeki 264 farklı bölgede yaşamaktadırlar.

Kapalı tren vagonlarında günlerce aç susuz süren bu yolculukta binlerce Ahıska Türkü vefat etti. Halen 300-400 bin civarında toplam nüfusa sahip olan Ahıskalılar gönderildikleri yerlerde de rahat bırakılmadılar. Çeşitli zulümlere ve tekrar tekrar göçlere maruz bırakıldılar. Kaçabilenler Türkiye’ye sığındı. Halen 200 bin Ahıska Türk’ü Türkiye’de yaşıyor.

Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra Ahıska Türkleri yurtlarına dönebilmek için çeşitli mücadeleler verdiler. Özellikle 1999 yılında Gürcistan’ın Avrupa Konseyine girmesiyle birlikte, Konseye Ahıska Türklerinin yurtlarına dönmelerini sağlama konusundaki taahhüdüyle yeni bir aşamaya girilmişti. Türkiye’nin bu konudaki teşvikleri ve özellikle Saakaşvili’nin Türkiye ziyaretiyle konu somutlaşmaya başladı.

Gürcistan Parlamentosunda 11 Temmuz 2007 tarihinde “Yirminci Yüzyılın 40’lı yıllarında Sovyetler Tarafından Gürcistan’dan Sürülen Şahısların Geri Dönmesi Hakkında Kanun” kabul edildi. Bu Kanundan yararlanabilmek için 1 Ocak 2009 tarihine kadar başvuruda bulunulması gerekiyor?

Gittikçe kısalan bu zaman 13 ülkeye dağılmış, çoğu ağır ekonomik şartlar altında yoksullaşmış Ahıskalıların yurtlarına dönüşünü zorlaştırırken, Gürcü hükümeti de bu konuda bürokratik engeller çıkarıyor. Ayrıca geri dönen Türklere mülkiyet hakkı verilip verilmeyeceği belirsiz. Hepsinin Ahıska bölgesine değil, Gürcistan’ın geneline dağıtılmasının planlandığı söyleniyor. Bu da Ahıskalıların dönme kararı vermesini güçleştiriyor. Bunun yanı sıra Ahıska’ya yerleştirilen Ermeniler de tedirgin.

Ancak en büyük zorluk dağınık olan toplulukların ekonomik bakımdan da desteklenerek bir an önce dönüşünün örgütlenmesi.

Hükümetimize bu konuda büyük bir görev düşüyor. 20. yüzyılın en çok zulüm gören Türklerine sahip çıkıp, ülkelerine geri dönebilmeleri için her türlü yardım ve organizasyonun bir an önce yapılması gerek. Öncelikle de Gürcistan hükümetinin bu konudaki tutumunu bir an önce netleştirmesi, yerleştirme bölgesinin Ahıska olması, mülkiyet hakkının garantiye alınması gibi tedbirleri alması sağlanmalıdır.

Tabiî bütün bu çalışmaların önemli bir boyutu da, Güneydoğu Anadolu’ya geri dönüşlerde de yaşanan eski tahrip edilen yerleşim yerlerinin imar edilmesidir. Hükümetin TİKA vasıtasıyla bu konuda bir an önce çalışma yapması bir zorunluluktur.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’in de aralarında bulunduğu 9 milletvekilinden oluşan bir çalışma grubu bu konuda çalışıyor. Ancak bu çalışmanın doğrudan hükümetin denetiminde ve emriyle, Dışişleri Bakanlığı’nın aktif katılımıyla yürütülmesi ve sonuçlandırılması gerekir.

1 Ocak 2009 tarihi geldiği halde yurduna dönme dilekçesini verememiş tek bir Ahıska Türk’ünün kalması dahi ülkemizi yönetenlerin sırtına önemli bir vebal yükleyecektir.

Tarihimizin, Devletimize yüklediği bu yükümlülüğün ihmal edilmemesi yalnızca Ahıska Türklerinin değil, konuyu bilen bütün herkesin beklentisidir.

Gürcistan’ın da başının Osetyalılar ve Abhazlarla dertte olduğu bir dönemde, her zaman ülkenin bütünlüğünü ve birliğini savunan Ahıska Türklerine sahip çıkması lâzımdır.

* Bu yasanın uygulamasıyla ilgili ayrıntılı bilgi Dr. Alesker ALESKEROV’un şu adresten ulaşılabilecek yazısında yer almaktadır: http://www.ahiskalilar.org/portal/modules.php?name=Kose-Yazilari&file=yazi-oku&sid=21

HALİL İBRAHİM CAN

27.08.2008


İslâm âlemi Bediüzzaman'ı tanıyor

NUR DERYASINDA KUŞ DİLİ MEŞVERETLER

Onlarca coğrafyadan gelen Muhammedlerle, Ahmedlerle, Mehmedlerle dolu Mescidi Nebevi'de; kaynaşmalar, muhabbetler sevgiler yaşanmakta, çok sayıda mü'min kardeşimizle göz göze geldik, lisanen anlaşamadığımızda, kalp ile anlaştık, türlü iklimlerin fıtratı bozulmamış günahsız çocukları ile tanıştık, yirmiye yakın arkadaşımızla mescidin her yerinde Risâle-i Nurları anlatma gayreti içerisindeydik. Konuştuklarımıza, tanıştıklarımıza Risâle-i Nurlardan kendi dillerine tercüme edilmiş eserler hediye ettik, heyecanlı hizmetimizin neticesinde ortak bir kanaate vardık ki Bediüzzaman’ı İslâm âlemi tanıyor. Risâle-i Nur'da bulunan imanî meselelerde ve sosyal hayata müteallik meselelerde yapılan tesbitleri söylediğimizde anlatmaya çalıştığımız her bir mânâ muhatabımız tarafından kabul görüyor, bizler bu kabuller neticesinde hayretler içerisinde kalıyorken, mü'minler tarafından teyid edilen mânâlar Mescid-i Nebi'de seyeran ediyordu.

Hatta ilimle iştigal etmiş birçok insan Bediüzzaman'ın müceddidliğinden bahsedebiliyorlar. Ne var ki; bizim gafletimiz ve ataletimiz neticesinde bazı bilgiler kardeşlerimize eksik ulaşmış bu eksik bilgiler neticesinde anladık ki; çok gayret etmemiz lâzım. Bediüzzaman Said Nursî ve eserleri olan Risâle-i Nurların anlaşılması için güzel çalışmalar yapmamız gerekiyor. Âlem-i İslâmın bizden bunu beklediğini gördük.

Elliyi aşkın Müslüman ülkenin buluşma noktası olan bu mübarek mekânlar cıvıl cıvıl lisan kaynıyor ama ortak bir lisanımızın olmayışı karşılıklı anlaşmaları oldukça zorlaştırıyor. Hatta bazen sadece göz göze bakıp tebessüm etmek durumunda kalıyoruz. Endonezya, Malezya, Cezayir, Mısır, Filistin, Ürdün, Kuveyt, Bangladeş, Güney Afrika, ABD, Suriye, İran, Türkiye ortak bir dili fıtrî bir tarzda bulmuşlar, ama yeterli değil. Yarı Arapça, yarı Türkçe, yarı İngilizce anlaşmaya çalışılıyor, anlaşılmayan mânâlar merakları tahrik edince karşılıklı üzülmek durumunda kalıyorsunuz. Karşılıklı güzel bir anlaşmayı “sürurül mütakabilin” sırrınca çaresiz ahirete, cennete tehir ediyorsunuz. Bütün bunlara rağmen anlaştığımız Türkmenistanlı Abdurrahman’la Muhammed'in fevkalâde güzel Türkçe konuşmaları ve iki küçük kardeşin de hâfız olması bizi sevindiriyor. Zor da olsa anlaşabildiğimiz Pakistanlı doktorun Türkiye’de tıp fakültesini bitirdiğini öğrenince seviniyoruz. Şimdi Cidde'de doktorluk yapan Muhammed Bey'in Türkiye’den çok beklentileri var. Afganlı öğretmenler, Suriyeli tarih öğretmeni, Güney Afrikalı genç Muhammed ve diğerleri hepsi ile oldukça güzel samimiyetler kuruyoruz. Rabbimize şükür ki; selâmımız, şükrümüz, hamdımız aynı. Onlar da olmasa karşılıklı anlaşmamız büyük ıztırap olsa gerek. Risâle-i Nur'dan bildiğimiz Arapça tabirler âyet ve hadisler, bizi biraz olsun anlaşmak noktasında rahatlattı.

SEYYİDİ SAADAT SOFRASI

Tanıştığımız kardeşlerden biri de nur simalı Suriyeli Cemal'di. Bir kaç günlük arkadaşlığın ardından bizi Medine’de oturduğu eve, iftara dâvet etti. Arkadaşlarla beraber Cemal’in konakladığı yere gittiğimizde biraz şaşkınlığa uğradık çünkü gittiğimiz yer oldukça şaşaalı geniş ve lüks bir salondu. Sonra öğrendik ki; geldiğimiz yer Medine’de bulunan seyyidlerin mübarek üç aylarda devamlı iftar verdikleri bir mekânmış. Orada bulunan ve Medine’ye yerleşmiş yaşlı bir Türk olan Hüseyin Amca bizlere yönelerek dedi ki; sizler çok şanslısınız seyyidler cemaati bu yemeğe herkesi dâvet etmezler siz de bir güzellik görmüşler ki; buraya dâvet etmişler deyince, arkadaşlarımızdan biri; genel olarak sohbetlerimizde Bediüzzaman’dan bahsetmiş olmamızın neticesi olsa gerek deyince, uzun uzadıya konuşacağımız Üstadımızdan bahis açıldı ve güzel bir muhabbetin neticesinde Bediüzzaman’ın müceddidliğinin tesbitini yapan mekân sahipleri bizi oldukça şaşırttılar. Böyle güzel bir muhabbet ve ziyafetin ardından Suriyeli Cemal, seyyidler sofrasından bizi Nebi'nin sofrasına Mescid-i Nebevi'ye arabası ile bıraktı. Suriyeli Cemal telefonumuzu kaydetti, biz de onun adresini aldık ve hüzünlü bir nükte olan bu dünya da görüşemezsek ahirette buluşuruz duâsıyla vedalaştık.

MESCİD İÇİNDE MUKADDES KARELER

Ashab-ı Suffa/Cennet bahçesi:

Peygamberimiz'in (a.s.m.) evi ile mescidi arasındaki cennet bahçesi dahilinde mü'minlere namaz kılmayı teşvik etmesi, bu makamın hiç boş kalmamasını sağlıyor. Yirmi dört saat ibadet edilen cennet bahçesi yakarışlarla dolu ve yetmiş sahabenin ilim tahsil ettikleri Ashab-ı Suffa denilen kısımda aynen cennet bahçesi gibi sürekli ibadet eden mü'minlerle ve yetmiş sahabinin pak, nadide, mütevazi, asır kokan ve eskimeyen ilmi ile dolu. Bu şevk tablolarını görmek mü'minlere sevinç veriyor, bu kareler o görkemli sarı yaldızlı sütunlara yakut yahut elmas harflerle Allah Rasulu'nun sevgisinin önüne geçmenin mümkün olmadığını resmediyor.

Peygamberimiz'in (a.s.m.), Hz. Ebubekir (r.a) ve Hz.Ömer (r.a) Efendilerimizin Kabirleri:

Hz. Aişe'nin (r.a) kolları arasında “refiki'l ala“ yani 'en yüce dosta' sözleriyle ruhunu teslim eden Peygamberimiz (a.s.m.) Hz. Ebu Bekir (r.a) Efendimizin naklettiği “peygamberler vefat ettiği yere defnedilir” hadisi üzerine vefat etmiş olduğu yere defnedildi. Hz. Aişe (r.a) Validemizin odası bundan sonra Hücre-i Saadet olarak anılmaya başlandı. Hz. Ebu Bekir (r.a) Efendimiz vefat etmeden önce Allah Resulünün yanına defnedilmeyi vasiyet etmiş ve bu isteği yerine getirilmişti. Hz. Ömer Efendimiz (r.a), Firuz adlı münafık tarafından hançerlendiğinde vefat edeceğini hissetmiş ve o da Allah Rasulu'nun yanına defnedilmek için Hz. Aişe (r.a) Validemizden izin istemiş ve Hz. Aişe (r.a) “kendime düşündüğüm yeri sana veriyorum” diyerek bu talebi geri çevirmemesi üzerine, Hz. Ömer (r.a) Efendimiz de buraya defnedilmişti. Şimdi milyonlarca Müslüman onları selâmlıyor ve gözyaşları ile onlara kavuşacakları günü bekliyorlar. Selâm sana ya Rasulallah (a.s.m.) selâm size Nebi'nin en sadık dostları, selâm size adaletin en müşahhas misalleri…

MESCİD-İ NEBİ'NİN

HÜRMETE LÂYIK MİNBERİ

Mescidde önceleri bir hurma direğine yaslanarak cemaate hitap eden Rasulu Ekrem için hicretin 7. veya 8. yılında ılgın ağacından iki basamaklı bir minber yapılmıştı. Bunun üzerine 19. Mektup'ta da geçen kuru kütüğün ağlama mû'cizesi gerçekleşmiştir.

Peygamberimiz (a.s.m.) yeni minberde hutbe irad etmeye başladığında kuru kütük deve gibi enin etmiş, Allah Rasulu'nun ayrılığına dayanamayarak ağlamış, Peygamberimiz (asm) onu cennete yeşil bir ağaç olarak göndererek teskin etmiş. İşte kuru kütüğün “haniynül cizin” ağladığı yer Allah rasulünün ayrılığına dayanamayarak bütün sahabilerin gözyaşına boğduğu yer. Kutsal mekâna baktıkça katılaşmış kalplerimiz, mû'cizenin sıcaklığıyla eriyordu. Mü'minler tarafından bir an bile boş bırakılmayan devamlı ibadet edilen mekânlardan biri de bu minberin çevresi idi, duâlarla kuşatılmıştı etrafı, bir ümmetin gözyaşıyla yıkanmıştı her karesi, Nebi'nin gözlerinin değdiği bu yaldızlı gül kokan minber mü'minlerin gönlüne kaç asırdır ne güzel hitab ediyordu…

Peygamberimizin (asm) namaz kıldırdığı mihrap da mü'minlerin duâlarıyla dolup taşıyor.

İki rekât namaz kılmak Nebi'nin kıldığı yerde, onun belini büktüğü mekânda belini bükmek, secde etmek onun secde ettiği yere, onun gibi oturmak için tahiyyatta saatlerce bekliyor peygamber hasreti ile yanan yüzlerce mü'min. Evet bakilerin diyarına giden bu sahneler de görülmeye değer, ama fazla ihtiyarca olmadan…

MESCİD-İ NEBEVÎ HARİCİNDE

MÜBAREK YERLER

Cennetü'l Baki

Mescide çok yakın olan Medine Mezarlığı ilk defa Peygamberimiz tarafından kabristan haline getirilmiştir. Cennetül Bakide Peygamberimizin oğlu Hz. İbrahim, amcası Hz. Abbas, halası Hz. Safiyye, Hanımı Hz. Aişe, Hz. Hafsa, Ümmi Seleme, Zeyneb bin Cahş, Safiyye, Reyhane, Mariye, damadı Hz. Osman ve diğer sahabilerden Abdurrahman bin Avf, Sad bin Ebu Vakkas, Ebu Hureyre (r.anhum ecmain) gibi binlerce nurlu zatın bulunduğu bir kabristan Cennetül Baki. Burayı ziyaretimiz esnasında duygularımız 1400 sene öncesine gidiyor, şehadet seslerini duyar gibi olan kulaklarımız gözlerimizden ağlamamızı istiyor. İnsanın kendine hakim olması çok zor, herkes İslâmın bu günlere gelmesine sebep olan bu kabir ehline hasret kalmış ve hasretlerini o kuru topraklara gözyaşlarını dökerek gidermeye çalışıyorlar. Kızgın kumlar üzerine düşen her gözyaşı o şehitlerin arasına girmenin ferahlığı ile mü'minlerden bir hasret mektubu hükmünde kaybolup gidiyor.

MESCİDLER

Eşsiz secdeler görmüş mescitler gezdik. Peygamberimizin bayram namazı ve yağmur duâsı için çıktığında kendisini bir bulutun gölgelemesi sebebiyle “Gamame“ ismini alan mescidi gördük. Hz. Peygamberin (asm) cihad hazırlıklarını yaptığı mekâna yapılan Mescid-i Sebak’ı gördük. Kuyuları ve hurma bahçeleriyle meşhur Mekke yolu üzerinde Allah Rasulunun bizzat kendisinin inşa ettiği ilk mescid Kuba mescidini, hicret sırasında Hz. Ali (r.a) Efendimizin beklendiği sırada Ranuna vadisinde emrolunan Cuma namazı için inşa edilen Mescid-i Cuma’yı gördük.

Rasulullah Efendimiz (asm) öğle yahut ikindi namazını kıldırdığı sırada kıblenin Kudüs’deki Mescid-i Aksa’dan Kâbe'ye çevrilmesi üzerine “iki kıbleli mescid anlamına gelen “Mescid-i Kıbleteyn” denilen mescidi gördük.

1900-1908 tarihleri arasında yapılan Medine’ye ulaşımı sağlayan meşhur Hicaz Demiryolu ve yanındaki tarihî Osmanlı camisi de gördüğümüz ibadet şuurunun tecessüm etmiş olduğu o harika mekânlardandı.

SAİD M. NURSÖZ / MEKKE-MEDİNE

27.08.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır