Şimdiye kadar birçok kez yazdık, ama netice çıkmadığı için yine hatırlatmamız gerekiyor. Erdoğan’ın, 3 Kasım 2002 gecesi seçim sonuçları belli olduktan sonra kameralar önünde yaptığı taahhüt hâlâ hafızalardan silinmiş değil:
2004 Mart’ındaki yerel seçimlere kadar, seçim ve siyasî partiler kanunlarını değiştirmek.
“Yüzde 36 oyla Meclisteki sandalyelerin yüzde 65’ini elde edecek olmanız sizi rahatsız etmiyor mu?” gibi bir suale cevap olarak bunu söylemişti AKP lideri ve bu cevabından çıkan anlam, seçim ve siyasî partiler kanunlarındaki antidemokratik maddeleri temizleyecekleri istikametindeydi.
Ama ne var ki, o sözler söylendikleriyle kaldı.
Mart-2004’teki yerel seçimler de, Temmuz-2007 genel seçimleri de eski sistemle yapıldı. Siyasî partiler kanununa da hiç dokunulmadı bile.
Oysa Türkiye’de demokrasinin sağlıklı işleyişini engelleyen en önemli sebeplerden ikisinin bu 12 Eylül yadigârı kanunlar olduğu biliniyor.
Yine 12 Eylül ürünü anayasada siyasî partiler “demokratik hayatın vazgeçilmez unsurları” olarak niteleniyor, ama hem aynı anayasada, hem de ona paralel olarak hazırlanan siyasî partiler kanununda partiler resmî ideolojinin amansız cenderesine hapsedilirken, parti içi demokrasiye imkân tanımayan düzenlemelere yer veriliyor.
Kendi içlerinde demokrasiyi hakim kılamayan ve tabanın taleplerini dikkate almayan dar kadrocu lider sultasına dayalı siyasî partilerle de gerçek anlamda bir demokrasi tesis edilemiyor.
Benzer sıkıntı seçim sistemi için de söz konusu. Zaten bunlar birbiriyle bağlantılı konular.
Gerek genel, gerek yerel seçimlerde aday listeleri liderle çevresi tarafından belirlendiği ve bu yapılırken çoğu zaman tabanın ve seçmenin talepleri dikkate alınmadığı için, partiler de, onların teşkil ettiği Meclisler de halktan kopuyor.
Tabanından ve halktan kopan parti yönetimleri ise, konjonktürel rüzgârlara bağlı olarak bazan çok yüksek oranlarda oylar alıp iktidara gelseler bile, tabanın ve halkın gücünü arkalarında hissetmedikleri için, iktidarda zaafa düşüyorlar.
Bediüzzaman’ın Münâzarât’ta tek adam yönetimiyle meşveret ve Meclis sisteminin farkını anlatırken verdiği misal, bu konuda da geçerli.
Bir ince teli rüzgâr her tarafa çevirebilirken, icma ve ittihadla hâsıl olan sağlam halatın değme şeylerle kolay kolay sarsılmayacağını ifade eden bu örnekten sonra Said Nursî şöyle diyor:
“Eski padişahların iradesini Ermeni rüzgârı ve ecnebi havası veya vehmin vesvesesi esmekle çevirebilirdi. ...Şimdi kapı açıldı, tamamı ileride.
“Üç yüz ârâ-yı mütekabile ve efkâr-ı mütehalife (Meclisteki üç yüz milletvekilinin farklı fikir ve görüşleri), hak ve maslahattan başka birşey ile musalâha etmez veya sükût etmezler.” (s. 26)
Devlet idaresi başta olmak üzere bütün sosyal yapı ve oırganizasyonlarda geçerli olan bu çok önemli prensip, partiler için de hayatî önemde.
Eğer demokrasimizin en kronik problemlerinden birini ifade eden “Anadolu’dan oy almak Ankara’da iktidar olmak için yetmiyor” sözü bugün dahi büyük ölçüde geçerliliğini koruyorsa, sebeplerinden biri bu gerçekle yakından alâkalı.
Tabanıyla ve halkla arasına mesafe koyan bir parti yönetimi, aslında kendi dayanağını ortadan kaldırarak, gerek içeride, gerek dışarıda, gerek siyasetten, gerekse siyaset dışı mahfillerden gelecek açık veya örtülü müdahale, baskı ve tazyikler karşısında konumunu zayıflatmış oluyor.
İhtilâl yönetimlerinin eseri olan yasal düzenlemelerin bu sonucu ortaya koyacak şekilde hazırlanmasında şaşılacak birşey yok. Ama garip olan, aynı yapı ve sistemin, çeyrek asır sonra dahi sivil siyasetçiler eliyle sürdürülüyor olması.
Bu itibarla, demokratikleşme diyorsak evvelâ siyasetin demokratikleştirilmesi ve bunun için gerekli adımların bir an önce atılması gerekiyor.
Şimdiye kadar ertelenmesi siyasete, demokrasiye ve Türkiye’ye hiçbir şey kazandırmadı. Ama çok şey kaybettirdi. Yaşadıklarımız meydanda.
27.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|