Dokuz senedir Pakistan’ı demir yumrukla yöneten ve özellikle 11 Eylül sonrasında tamamen “ABD’nin lejyoneri” gibi çalışan darbeci general Perviz Müşerref, geçen yıl Ekim ayında “derimin parçası gibi” dediği üniformasını çıkarıp kendisini dönemin parlamentosuna “sivil cumhurbaşkanı” seçtirdiğinde, beş yıl süreyle orada oturacağını düşünüyordu.
Daha doğrusu, ona darbe yaptırıp 1999’dan bu yana Pakistan’ı Müşerref’le yönetenlerin hesabı buydu. Hattâ diktatörün sürgüne gönderdiği parti liderleri Benazir Butto ile Nevaz Şerif’e geri dönüş izni verilirken, onlardan “Müşerref’le birlikte çalışma” sözü alındığı da söyleniyordu.
Ama Butto’nun, döndükten kısa bir süre sonra Aralık ayının son günlerinde suikaste kurban gitmesi, bu planı bozdu. Ve beş yıl için seçilen Müşerref’i, bir seneyi dahi tamamlayamadan çekilmek zorunda bırakan süreç o zaman başladı.
Müşerref’in, elinde olsa hiç yaptırmayacağı, ama önceden ilân edilen genel seçimler, Butto suikastı sebebiyle biraz gecikmeli olarak yapıldı.
Sandıktan, diktatörün, liderlerini yıllarca sürgünde tuttuğu iki büyük partinin koalisyon iktidarı çıktı. Ve oluşan yeni tablo, Meclis ekseriyeti ve ona dayanan hükümetle devlet başkanı arasında ciddî bir uyumsuzluğu beraberinde getirdi.
Bu uyumsuzluk da Müşerref’i “ya istifa, ya azil” ikilemiyle karşı karşıya bıraktı. Diktatör, en az beş yıl daha oturmaya kendisini hazırladığı koltuğu bırakmamak için epeyce direndi, ama “azil” ihtimalinin giderek güçlenmesi, son kertede ona istifadan başka bir alternatif bırakmadı.
Böylece, Pakistan’ın son darbecisi, birçok cihetten ibretlerle dolu bir finalle çekilmek mecburiyetinde kaldı. Bu ibretlerden biri, bu çekilmenin, dokuz yıl önce onun halk tarafından seçilmiş—ve kendisini Genelkurmay Başkanlığına getiren—Başbakana yaptığı gibi yeni bir darbeyle değil, demokratik yolla gerçekleşmiş olması.
Bu durum, Pakistan demokrasisi açısından sevindirici ve ümit verici bir gelişmenin işareti.
Müşerref, kurmaylık eğitimini Ankara’daki Harp Akademisinde yapmış, bizdeki askerî kültürden etkilenip bu etkiyi ülkesine taşımaya çalışmış, Atatürk’e hayranlığını her vesileyle dile getiren bir generaldi. İktidarını “sivil” görüntüyle sürdürme hesabını da, özellikle Atatürk’ün ve de yakın tarihte 12 Eylül’ün başı Evren’in benzer uygulamalarını örnek alarak yapmış olmalı.
Ne var ki, gerek dış konjonktürdeki hızlı değişim ve darbecilerin artık uluslararası destek bulamaz hale gelmesi, gerek Pakistan iç kamuoyundaki demokrasi talebinin iyiden iyiye güçlenmesi, bu hesabı kısa zamanda boşa çıkardı.
Öyle ki, bizde yaşanan örneklerden de çok iyi bildiğimiz gibi, bu çeşit darbelerin arkasındaki en önemli dış dinamik olan ABD bile, darbe yaptırıp yıllarca iktidarda tutarak kendi amaçları için kullandığı bir diktatöre daha fazla sahip çıkamaz hale geldi ve “Hizmetleriniz için teşekkür ederiz” deyip kapıyı göstermek zorunda kaldı.
Bu bağlamda, iki kardeş ülke olarak Türkiye ile Pakistan’ın siyasî kaderlerindeki kesişme ve benzerlikleri de gözden kaçırmamak gerekiyor.
Bizde de askerî darbelerin ardı arkası gelmedi, orada da. Bizde de seçilmiş bir başbakan asıldı, orada da. Bizde 28 Şubat sürecinin ağırlığının giderek daha fazla hissedildiği bir ortamda Pakistan da Müşerref darbesinin kıskacına girdi.
Gelinen noktada ise, Pakistan darbeciyi püskürtmeyi dokuz yıl sonra nihayet başardı, ama biz 28 Şubat tünelinden hâlâ çıkabilmiş değiliz.
Bizi mahcup eden bir başka fark, Müşerref’in ciddî bir “hesaba çekilme” durumuyla karşı karşıya olmasına ve buna meydan vermemek için sürgünü göze almasına karşılık, bizdeki darbecilerin hâlâ “muteber kişi” muamelesi görmesi.
Görünen o ki, Pakistan halkı darbeciye karşı ortak tavır ve inisiyatif geliştirme noktasında bizim önümüze geçmiş durumda. Biz ne zaman 28 Şubat’a noktayı koyup 12 Eylül'le hesaplaşacağız?
22.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|