Derler ki: Hacı hacıyı Kabe’de, meyci meyciyi meyhanede bulurmuş. Bu bağlamda, sınanmamış olsa da yeni bir tekerleme daha var: Darbeci darbeciyi Türkiye’de bulur...
Henüz Müşerref’in istifasından sonraki sürgün yeri belli olmadığından dolayı bu yeni tekerleme hâlâ sınanma sürecinde. Şayet Netekim Paşa’ya komşu olarak gelirse bilin ki yeni tekerleme sınanma sürecinden başarıyla çıkmıştır. Müşerref dönemi Pakistan’ın hem bir 12 Eylül’ü hem de bir 28 Şubat süreciydi. Müşerref’in gitmesiyle birlikte Pakistan 12 Eylül ve 28 Şubat atmosferinden veya türbülansından çıkmıştır. Tabiî ki; Müşerref’in gitmesi otomatik olarak Pakistan’ın istikrara kavuşması anlamına gelmiyor. Hatta birçok analizcinin ifade ettiği gibi Pakistan sorunlar yumağıyla dolu, zorlu bir süreçle karşı karşıyadır. Bu zorlukların başında koalisyon ortaklarının uyumu ve demokratik deneyimin tahkim edilmesi de var. Zira bizde Mesut Yılmaz ile Tansu Çiller’in birbirini yıpratmaları gibi geçmişte de Nevaz Şerif ile Benazir Butto, Pakistan’a zarar verme pahasına kıyasıya rakabet halindeydiler. Ayrıca Pakistan demokrasisi yolsuzluklarla maluldur. Müşerref’ten sonra bu bir daha ele geçmez eşsiz fırsatı ve olumlu havayı değerlendiremeyecek olurlarsa, bu Şerif ve Butto ailelerinin siyasî sonu olur. Pakistan’ın durumu 9 yıl öncesinden daha kritik. Bununla birlikte evvelemirde Müşerref’in çekilmesi Pakistan tarihinde yeni bir dönüm noktasıdır. ABD uyduluğundan kurtulup İslâm dünyasına dönüşünün ilk basamağını teşkil etmektedir. Müşerref Türkiye’yi seviyor, ama ABD’ye hizmet ediyordu. Bundan sonraki dönemde ise Pakistan ile Türkiye ilişkilerinin daha olumlu ve yapıcı bir zeminde seyredeceğini söyleyebiliriz. İki ülkenin modern tarihi aynı zamanda iki ülke ilişkilerinin örnek tarihidir de.
***
Müşerref dönemiyle bizdeki 28 Şubat süreci birbirine çok benziyordu. İslâmî hayatı silmek üzere kurgulanmış iki dönemdi. Müşerref daha çok Türkiye’nin bu yönünü beğenmiş olmalı. Zira millî güvenlik kurulu gibi ihdas ettiği kurumlar Türkiye modelinin izlerini taşıyordu. Pakistan tarihinde İslâmî kesimlerin en fazla hırpalandıkları dönem Müşerref dönemi oldu. Aynen Türkiye’deki dindarların üzerinden 28 Şubat silindirinin geçmesi gibi. Dindarların sindirilmesine paralel olarak bu dönem de ordunun, iki ülke tarihinde de en fazla siyasete müdahale ettiği dönem oldu. Türkiye bu bağlamda 1993 ile 2003 yılları arasını adeta kaybetmişti. Bu yıllar ordunun müdahalesine açık, kayıp yıllardı. Pakistan’da da 1999 ile 2008 yılları arası yıllar, hem maddî, hem de manevî olarak Yusuf’u olmayan kurak ve kuru yıllardı. Ordu ve Müşerref ülkenin idaresindeki bütün detaylara karışıyordu. Yaklaşık 3 bin kadar subay, sivil kurumların başına veya denetleyici pozisyonlara getirilmişti. Eşfak Perviz Kayani genelkurmay başkanlığına atandığında ilk işi bu muvazzaf subayları yeniden ordu bünyesine geri çağırmak oldu. Askerler sivil idare üzerinden ellerini ayaklarını çektiler. Böylece ordu gerçek pozisyonuna çekilmiş oldu. Bundan sonra da Müşerref orduyu manipüle edemez hale geldi. Sonunda da Müşerref “ya azil ya da istifa” süreciyle karşı karşıya kaldı. Üçüncü bir seçeneği olsaydı mutlaka onu denerdi.
***
Ordunun siyasete bulaştırılması sonucu Pakistan’da Müşerref döneminde Türkiye’de de 28 Şubat sürecinde ordu inanılmaz derecede yıpratılmıştır. En fazla güvene haiz olan kurum bazı sivil veya asker kökenli istismarcı tarafından alanı dışında yıpratılmıştır. Ordu, kışlanın dışına çıkarılmış ve maceradan maceraya koşturulmuştu. Ve ABD’nin bilvekale savaşında durumdan vazife çıkartarak siyasî ömrünü uzatmaya çalışan Müşerref, Veziristan ve Kabile bölgesinde derin bir yara açtı. İlk defa Pakistan halkıyla ordusunu çatışır hale getirdi. Bunun sonucunda Pakistan ordusu 10 yıl geçmeden en az 2 bin asker kaybetti. Daha önce Peygamber ocağı olarak görülen ordu mensuplarına karşı kabile mensuplarını gözlerini kırpmadan silâh çeker hâle getirdiler.
8 veya 10 yıl içinde 2 bin kişilik asker kaybı neresinden bakılırsa İsrail ordusunun Lübnan’ın güneyini işgal altında tuttuğu 1982-2000 arasında kaybettiği bin askerin iki katı. Bunlar düşmanı iç konsepte taşımanın bedeli. Ordu ABD’nin kışkırtmaları sonucunda kendi halkına düşmanca muamele ediyor ve onu gelişigüzel bombalıyordu. Bununla da kalmıyor Amerikalıların bombalamalarına da göz yumuyordu. Bu kayıplar ve yıpranma payı sonrasında Pakistan ordusu ilk defa kendisini mecalsiz hissetmeye başladı. İşte Pakistan’da ordunun Müşerref’i kurtarmak için müdahalede zorlanmasının temel nedeni bu. Türkiye’de de Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin emekli bazı Ergenekon üyesi paşaların gözaltına alınmasını engellememesi veya eski mensuplarına kol kanat gerememesinin sebebi de aynı.
Bu da gösteriyor ki ordu asli vazifesine sadık kaldıkça ve kışlasında oldukça güçleniyor. Bunu aştıkça ve taştıkça çaptan düşüyor ve gücünü kaybediyor. Yıpranmamak için ordu kendisini kullandırtmaktan kaçınmalıdır. Amerikan ordusunun geldiği içler acısı durum da yine Bush’un orduyu maceradan maceraya sürüklemesi ve onu kullanmasıyla ilgilidir. Bush ve Müşerref ordularını paralı asker gibi kullanmıştır.
22.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|