“HAKKIN hatırı âlîdir, hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir” diyen Üstad Bediüzzaman Hazretleri, ne kadar önemli bir meseleyi dile getirmiştir.
Tarih boyunca hak ve doğru bildikleri meselelerin arkasında dik durmasını bilen ve hakkı hiçbir hatıra fedâ etmeyen nice kahramanlar gelip geçmiştir.
Başta, Kâinatın Efendisi Hazret-i Muhammed (asm) olmak üzere bütün peygamberler ve onların yolundan gidenler bu hakikatin sembolü olmuşlardır. “Seni, Mekke’ye reis yapalım, hazinelerimizin anahtarlarını teslim edelim, en güzel kızlarımızı verelim. Yeter ki, şu peygamberlik dâvâsından vazgeç!” teklifleri yapıldığı zaman “Sağ elime güneşi, sol elime ayı koysanız, ben bu dâvâdan vazgeçmem” diyen Sevgili Peygamberimizin (asm) şu sebatı ne kadar anlamlıdır...
Bağdat hâkimliğini kabul etmeme gerekçeleri yüzünden yetmiş yaşında kırbaçlanarak şehit edilen İmam-ı Âzam’ın ve “Kur’ân mahlûk mu, değil mi?” meselesinde, “Mahlûk değil, Kelâm-ı Ezelî’nin tecellîsidir” diyerek zindanda çile çekmeyi tercih eden Ahmet İbn-i Hanbel’in hak için dik duruşu ne kadar ibret vericidir...
Çeşitli illere sürgüne gönderilen, on dokuz defa zehir verilen, çıkarıldığı mahkemelerde haksız isnat ve iftiralarda bulunularak mahkûm edilip, inandığı hak dâvâsından döndürülmeye çalışılan Bediüzzaman’ın “Yüzer milyon kahraman başların fedâ olduğu kudsî bir hakikate, başımız dahi fedâ olsun... Eğer, başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, her gün biri kesilse, hakikat-ı Kur’âniyeye fedâ olan bu başı zındıkaya eğmem ve bu hizmet-i imaniye ve Kur’ân’iyeden vazgeçmem ve geçemem” ifadeleriyle ortaya koyduğu hak namına dik duruşu, çağımızda ender rastlanılan bir kahramanlık sembolüdür.
İnandığı ve yaşadığı hakikatler adına bir adım atıp, zoru gördüğü zaman mehter takımı gibi iki adım geri atan ve tâviz üstüne tâviz vererek dünyevî makamlarını korumaya çalışanların, bahsi geçen dik duruşlardan alacakları çok dersler vardır. “Ne yapalım, elimizden ancak bu kadar geliyor” diyerek yapılan savunmalar, kaybedilen hak ve hürriyetleri maalesef geri getirmiyor.
İman ve inkâr mücadelesi sadece bu zamanın meselesi değildir. Hazret-i Âdem’den (as) beri sürüp gelen ve kıyamete kadar çeşitli sûretlere bürünerek devam edip gidecek bir hakikattir. Hakkın tarafında olanlar ve hak namına mücadele edenler, hukuk çerçevesinde kalarak hakkını savunmaya bakmalıdırlar. Dik duruşunu kaybederek ehl-i dünyaya şirin görünmeye çalışanlar, zaten baştan bu mücadeleyi kaybetmiş demektir. Ehl-i dünya olanlar, kendilerine muhalif kabul ettiklerini gayet iyi biliyorlar. Her türlü fitne, tezgâh ve tuzaklarla muhaliflerini ezmeye çalışıyorlar. En iyi çâre, olduğu gibi görünmek ve göründüğü gibi olmaktır. Ve zalimlere asla meyletmemektir.
Hak namına hareket ve İslâmiyete hizmet eden cemaatlerin de imtihanları ağırdır. Derin mahfiller onları da boş bırakmaz ve sürekli tahrip etmeye çalışır. Resmî ideolojinin kontrolüne girmeyen ve kendi prensiplerinden tâviz vermeyenleri, çeşitli entrika ve plânlarla etkisiz hâle getirmeye çalışır. Tesanüdü bozarak, aralarına soğukluk vererek, hattâ nefret tohumları ekerek parçalamak ister. Eğer, A plânı tutmazsa B plânı, o da olmazsa başka plânları devreye sokar. Korkutmak, yıldırmak, makam ve şöhret duygularını tahrik etmek, tamâ ve mal toplama hırsını kamçılamak ve daha nice tezgâhlar... Üstadın dediği gibi, ehl-i dalâletin hücum yolları uzun çeker.
Oyun içinde oyun, tuzak içinde tuzakların kurulduğu böyle zamanlarda yapılacak iş, gözümüzü dört açmak, tuzaklara âlet olmamak, hak ve doğru bildiğimiz hizmet tarzımızın arkasında kahramancasına dik duruşumuzu korumak ve saflarımızı sıklaştırarak tesanüdümüzü muhafaza edip, ihlâs dairesinde şevkle kudsî hizmette gayret göstermektir.
20.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|